2001 yılında ilk uzun metrajı olan 9 isimli filmiyle hayatlarımıza giren, iyi ki de giren Ümit Ünal, 9 Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema TV bölümünü 1985 yılında bitirdi. 2001 yılına kadar birçok kısa film ve senaryodan ödüllerle dönen yönetmen, küçük bütçelerle harika filmler yaratmaya devam ediyor. Aşk, Büyü, Vs. 1 yıllık bir hazırlık ardından kısıtlı bütçe ile, çok çok kısa bir sürede Büyükada’da çekildi. Tek bir günü konu alan film, 20 yıl önce aşkı dolu bir ilişki yaşayan iki kadının tekrar karşılaşmasını konu ediniyor. Yaşanamamış yılların, kızgınlıkların, hayal kırıklıklarının ve tabii ki ardından gelen özleme kapılarını aralayan Aşk, Büyü, Vs. biz sinemaseverlere aşkın ne kadar büyülü olduğunu bir kere daha gösteriyor.
Filmde, varlıklı bir aileden gelen Eren ile, o evin bekçisinin kızı olan Reyhan arasında 16-17 yaşlarında yaşanan bir aşk hikayesini 20 yıl sonrasından geriye sararak izliyoruz. Bunu da takipçi kamera kurgusuyla, sanki tüm olan bitene o an şahit oluyormuşçasına perdeye yansıtan Ümit Ünal, LGBTİ+ bireylere yönelik yer alan tartışmalara da direnerek gerçekleştiriyor. Yeşilçam sinemasının zengin kız / fakir kız dinamiğini iki kadın üzerinden işleyerek, sınıf çatışmasını, aşkın cinsiyetsizliği üzerinden giderek perdeye yansıtıyor.
Reyhan ve Eren normalde bırakın aşkı, arkadaş olabilecek bile iki insan değiller. Çünkü biri varlıklı bir aileden geliyor, diğeri ise sıradan bir bekçi kızı. Fakat aralarında gizli bir aşk başlıyor ve ailelerinin durumu öğrenmesi sonucunda hayatları tamamen değişmeye başlıyor. 16-17 yaşlarında olan Reyhan, aşkından yanıp tutuştuğu Eren ona bir gün geri dönsün diye bir aşk büyüsü yaptırıyor ve bunun üzerinden tam 20 sene geçiyor. Geçtiğimiz 20 sene içerisinde Reyhan kimi zaman duyulan dedikodular yüzünden, kimi zaman hayatın o tokadını 16-17 yaşlarında yediği için bir türlü düzenli ve kendi halinde bir hayata sahip olamıyor. Savrularak bir şekilde ada halkının onu unuttuğunu düşünerek, orada bir adamla birliktelik halinde olarak en azından başını sokacak bir yuva sahibi olup yaşamaya devam ediyor.
Hayat işte, hep bir şekilde gidiyor ya, o da öyle bir şekilde gidiyor işte! Derken sıradan bir perşembe günü tıpkı yıllar önce büyüyü yapan kadının dediği gibi Reyhan’ın ilk aşkı Eren adada bir tek onların anlayacağı dilden bir ıslıkla arkasında beliriveriyor. Burada filmin bizi bir yolculuğa davet ettiğini anlıyoruz. Reyhan, Eren’i çok iyi tanıyor ve birden yaşadığı şoku gizleyemeyerek adımlarını devam ettiriyor. Tıpkı hayatın da adımlarını ne olursa olsun devam ettirdiği gibi. Fakat Eren, peşine takılmaya devam ediyor ve karşılıklı bir çay içme fırsatı yakalıyorlar. Yolculuğumuz işte orada yavaş yavaş şekillenmeye başlıyor.
Reyhan ve Eren bir araya geldiklerinde, ne kadar da değişmiş olduklarını algılamaya çalışırken tüm o 20 yılları da bir şekilde zihinlerinde uçuşmaya başlıyor. Reyhan senelerce mimli olduğu için ve zaten fakir bir aileden geldiği için hayatı rezil bir vaziyette geçerken, Eren bir şekilde maddi düzeyi de kullanılıp ülkeden uzaklaştırılarak yaşamaya devam eden, parasına göre özgürlüğü yerinde olan bir kadın. Aslında hala aynılar, sadece üzerlerinden kavuşamadıkları bir aşk geçmiş, o kadar! Eren, Reyhan’a hala aşık olduğunu, hiçbir kimsenin onun gibi olmadığını ve onu görmeden daha fazla duramayacağını söylerken; Reyhan ise bu çürümüş halime mi aşık oluyorsun, geçip giden her şeye rağmen hala nasıl aşık olabilirsin ki böyle birine diye karşılık veriyor. Ve o an film bizim için bir sorgulama, hesaplaşma ritüeline dönüşüyor.
Başta her şeye karşı çıkan Reyhan, daha sonrasında Eren’e büyü yaptığını ve buraya gelmesinin sebebinin aşk değil, büyü olduğunu söylüyor. Ardından aralarındaki iç kırıklıklarını, kızgınlıkları ve belki beklentileri bir kenara bırakıp büyüyü bozmaya çıktıkları, o bir güne an itibariyle biz de dahil oluyoruz. Büyüyü bozmak için çıktıkları dik yokuşlu yol boyunca aslında onları ayıranın ‘ötekiler’ olduğunu fark ettikleri ve birbirlerine biraz daha açık olmaya başladıkları o 20 seneyi ifade ediyor. Tüm konuşamadıklarını.. Aralarındaki hesaplaşma da burada başlıyor işte. Reyhan lgbti+ birey oluşunu; bulunduğu ülke şartları yüzünden yaşayamazken, kendini sorgulayamazken, Eren yurtdışında kendi olabilmiş ve hayatı bir şekilde rahat yaşayabilmiş bir kadın olduğunu fark ediyor. Bu da aralarındaki hesaplaşmanın aslında ikisi arasında olmadığını, onların o küçücük yaşta uzaklaştırıldıkları dünyayla bir alıp veremedikleri olduğunu bizlere net bir şekilde gösteriyor.
Toplumumuzdaki sınıf çatışması, heteronormatif yapı, insanların birey olmasını engellemek adına üretilmiş tüm algılar, sistemlerin aşk, büyü ya da her ne iseyle yıkılabildiğini, o dik yokuşlu yol boyunca görüyoruz. Birey olamamamın sıkışıklığını kan ter içinde o yokuştan onların arkasından çıkarak yaşıyoruz filmde. Üstelik bunları hisseder ve o yokuşun sonunda bir akşam üstü rakısı içerken, bizi takip eden Reyhan’ın erkek arkadaşı yani toplumun ta kendisinden habersiz bir şekilde.. Bir an için dünyadaki tüm yazılı, yazısız kuralları unuttuğumuz, cinsiyetsiz olduğumuz, aşkın rakının üzerine misler gibi konduğu, 20 yıl sonra alabildiğimiz o derin nefesi neyse ki bu sefer başka bir ‘öteki ‘rahatsız etmeden tamamlayabiliyoruz. En azından yaşadığımız toplumda her gün yediğimiz dayaklar, tacizler ve bastırılmışlıklar gibi bu sefer bize çok da büyük bir zarar vermiyor gibi ha, ne dersiniz?!
Gerisi için ise, filmi en kısa sürede bir duble rakı eşliğinde izleyin derim!
Sonuçta ne demiş Osman Nihat Akın;
Güzel bir göz beni attı bu derin sevdaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya
Yâri karşımda görsem de dalarım hülyaya
Benziyor şimdi benim ömrüm uzun rüyaya