Yapımcı Nadir Öperli ile Türkiye’de Bağımsız Film Üretimi Üzerine Söyleşi

Yazan: Gamze Çakan

Bağımsız sinemanın önemli isimlerinden Nadir Öperli, sinema yazarlığından yapımcılığa uzanan kariyerinde birçok ödüllü filme imza attı. Yaramaz Çocuklar, Kız Kardeşler, Abluka gibi dikkat çeken yapımların yapımcılığını üstlenen Öperli, aynı zamanda Avrupa Film Akademisi üyesi ve SEYAP yönetim kurulu üyesi olarak sektörde aktif rol almaya devam ediyor.

Nadir Öperli ile, yapımcılığını üstlendiği ve dünya prömiyerini Venedik’te yapan Gecenin Kıyısı filminin 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yer alması vesilesiyle bir araya geldik ve yapımcılığın dinamiklerinden sektörde karşılaşılan zorluklara, Gecenin Kıyısı filminin ortaya çıkışından festival süreçlerine kadar pek çok önemli konuyu ele aldığımız keyifli ve dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Gecenin Kıyısı
Yapımcılık kariyerine nasıl başladın? Yapımcı olmaya nasıl karar verdin ondan bahsedelim.

Aslında yapımcı olmaya bilinçli bir şekilde karar vermedim, yani yapımcılık benim için planlı bir şey değildi. Sinema kariyerime sinema yazarı olarak başladım. Boğaziçi Üniversitesi’nde Mithat Alam Film Merkezi çevresinde, öğrencilik döneminde bir grup sinefil arkadaştık; hepimiz sinemaya çok meraklıydık. Her birimiz farklı bölümde okumamıza rağmen hepimizi birleştiren şey sinemaydı. Mezuniyet zamanı yaklaştıkça herkes “Hayatta sinemayla ilgili ne yapsam?” kaygısına düşmeye başladı. Hepimiz film izleyip sinema üzerine konuşmayı, yazmayı çok seviyorduk. Daha sonra Altyazı Sinema Dergisi’ni çıkarmaya başladık. Ben derginin kurucu ekibindendim. Dolayısıyla sinema kariyerim aslında sinema yazarlığıyla başladı. 

Burada özellikle rahmetli Mithat Alam’ı anmak isterim, çünkü hepimizin sinema sevgisinin oluşumunda en büyük emeği olan hocalarımızdan biriydi. Bazı arkadaşlarımız tabii ki üretim yapmak istiyordu, herkes sinema yazarı ya da akademisyen olmak istemiyordu. Bir yandan sinema üzerine yazma, düşünme, yönetmenlerle, yapımcılarla, oyuncularla röportaj yapma süreçleri devam ediyordu. Bir yandan da film yapmak isteyen arkadaşlarımızın kısa filmlerine imece usulü yardım ediyorduk. Bir süre sonra bazı arkadaşlarımız ilk uzun metrajlı projelerini de geliştirmeye başladılar. O dönemde Türkiye’de bağımsız yapımcılık alanında faaliyet gösteren tek tük yapımcılar vardı, onlar da çoğunlukla aynı yönetmen ile çalışan yapımcılardı.  Ben o dönemde İşletme bölümünü yeni bitirmiştim. Dolayısıyla yönetim ve organizasyon becerilerim okuduğum bölümün de katkısıyla biraz daha gelişmişti. Hayatın o anında, yakın olduğum alan yapımcılık gibi göründü ve oradan yürümek, o an içinde bulunduğum arkadaş çevresinde, doğal bir akış gibi oldu. Ben zaten hayatta buna daha çok inanıyorum. Planlı bir kariyer yapmak yerine, hayatınızda o anın, bulunduğunuz çevrenin, beraber üretmek istediğiniz insanların doğal yönlendirmesiyle ilerlemek.

Yapımcı olmamda, Mithat Alam kadar etkisi olan biri daha var: Çok genç yaşta kaybettiğimiz yakın dostum Seyfi Teoman. Hem yeteneğiyle hem sinema tutkusuyla… O da o dönemde yapımcı bulamıyordu ve bir şekilde beni, Yamaç Okur’u ve Enis Köstepen’i, farklı bir yapımcılık anlayışı geliştirebileceğimize ikna eden kişi Seyfi oldu. İlk şirketimiz Bulut Film’i de öncelikle Seyfi’nin filmlerini hayata geçirmek için kurduk. 

Bir süre yapımcılık ve sinema yazarlığını beraber götürdüm aslında. Çünkü bağımsız yapımcılıktan da, tıpkı bağımsız sinema yazarlığı gibi, gelir elde etmek ve onu sürdürülebilir hale getirmek çok uzun sürdü benim için. En az 10 yıl sürmüştür. Hep farklı işler yaparak, bir yandan özel hayattan, aileden fedakarlıklar yaparak ilerlemeye çalıştığım bir süreç oldu. Hâlâ da o dengeleme çabası devam ediyor. Bu durum aslında biraz ticari olmayan işler yaptığınız her alan için geçerli, sadece sinema alanı için ya da sadece bana özel bir durum değil. 2007’de Yamaç Okur’la birlikte yapımcı olarak ilk filmimiz, Seyfi Teoman’ın yazıp yönettiği “Tatil Kitabı”ydı.

Tatil Kitabı
Türk sinemasının uluslararası alandaki son yıllardaki konumu ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir yapımcı olarak, Türk sinemasının uluslararası alanda daha etkili olması için neler yapılabilir?

Bence Türk sineması 2010’ların başında daha iyi bir yerdeydi. O dönemde gelen kuşak, o kuşağın vaat ettikleri hem alternatif şeyleri deneme anlamında hem de tematik çeşitlilik, hikaye çeşitliliği açısından daha ilginçti diye düşünüyorum. Bugün kısa film alanında benzer bir hareketlilik var ama film yapma koşulları bir türlü kurumsal bir yapı kazanamadığı, günden güne siyasetin etkisi ve otosansür daha da ağır şekilde hissedildiği için, yetenekli kısa filmciler uzun metraj filmlerini ya yapamıyor ya da olmayacak şartlarda yapmak zorunda kalıyorlar.

Ülkedeki muhafazakarlaşma ve giderek artan otoriter Kültür Bakanlığı politikaları nedeniyle belli temalar artık Türkiye’de desteklenmiyor, biliyorsunuz. Kayıt altına alınmamış, yasaya bağlı olmayan, ‘kırmızı çizgi’ gibi muğlak ve dönemden döneme değişen ifadelerle dile getirilen ciddi bir sansür var. Bu sansür de beraberinde büyük bir otosansür baskısı yaratıyor. Burda, bu süreçten kendimi bağımsız tutmadığımı belirtmek isterim, ben de otosansürün hem mağduru hem de sektörde üretim yapmaya çalışan bir yapımcı olarak, faillerinden biriyim. Tabii ki hepimiz yapabileceğimiz projeleri, filmleri geliştirmek istiyoruz; hiç yapamayacağımız şeyler üzerine yıllarımızı harcamak istemiyoruz.

Dolayısıyla bu sansür ve otosansür ikliminde aslında Türk sineması bence dünyada olması gerektiği yerde değil. Bunu çeşitli festival temsilcileri ve konuştuğumuz uluslararası sinema yazarları da söylüyor. Bir tekrar hissi var. Benzer filmlerin geldiğine dair serzenişler var, özellikle yurt dışından. Bunda en büyük etken bence ülkenin kültür politikası ve onun yarattığı korku iklimi. Bu kültürel iklime rağmen festivallerde temsiliyetimiz var. Bu yıl Venedik Film Festivali’nde iki uzun, bir kısa metraj filmimiz vardı ve hepsi gayet ilgi gördü. Ben de oradaydım. Bu ortama rağmen sinemacılar da bir şekilde üretme inadı da devam ediyor.

Bence, ne yazık ki ülkemizdeki platformların ve televizyon kanallarının sinemamıza, özellikle üretime hiçbir katkısı yok. Farklı ülkelerde hem ulusal televizyon kanalları hem de platformlar proje aşamasında dahil oluyorlar. Bu da sektörde hem finansal çeşitlilik sağlıyor, hem de filmlerin daha iyi bütçelerle ve daha iyi koşullarda hayata geçirilmesine imkan veriyor. Ne yazık ki Türkiye’de hiçbir platform proje aşamasında bir bağımsız filme dahil olmuyor. Sadece kendi orijinal, sıfırdan geliştirdikleri daha ticari filmleri yapıyorlar veya filmleri sınırlı ölçüde, düşük lisanslama ücretleriyle sonradan satın almayı tercih ediyorlar.

Platformlar finansal destek olmadıkları gibi, üretim maliyetlerini çok artırdıkları için, özellikle pandemi ve sonrasındaki süreçte, bağımsız film üretiminde bütçelerde ciddi bir artışa neden olarak negatif bir etki de yarattılar bence. Umarım bu durum değişir. Hepimiz bunun için uğraşıyoruz aslında.

Ben aynı zamanda bağımsız yapımcı meslek birliği SEYAP’ın da yönetimindeyim. Finansal enstrümanların çeşitlenmesi, Avrupa’daki diğer ülkelerde olduğu gibi sadece Kültür Bakanlığı’na bağımlı olmaması, bağımsız sinemanın hem televizyon kanallarının hem platformların hem de özel yatırımcıların girebileceği bir alan olması için hepimiz çalışıyoruz. Bunu tekil örneklerle başarabilenler de var, ama henüz Türkiye’de bağımsız sinema kurumsallaşmış, finansal derinliği olan bir alan değil ne yazık ki.

Nadir Öperli, Kuru Otlar Üstüne filminin dünya prömiyerinde, Cannes Film Festivali, 19 Mayıs 2023. (Fotoğraf: Gisela Schober)
Bakanlıktan destek almayan projeler Avrupa’da da fon başvurusu yapamıyor diye biliyorum.

Orada bir yanlış bilgi var. Aslında yapabiliyor, ama tabii ki başvuru daha zayıf oluyor. Şöyle düşünün, diyelim ki Fransız bir ortağınız var ve Fransa’daki fona başvuruyorsunuz. Dünyadan birçok proje – sadece Türkiye’den değil, Vietnam’dan da proje başvuruyor – Fransız ortağıyla başvuru yapıyor. Tabii ki kendi ülkesinde Kültür Bakanlığı desteği veya bir televizyon kanalı desteği olan projeler avantajlı oluyor.

O fon yöneticileri de “demek bu filmin finansal yapısı daha güçlü” diye düşünüyor. Dolayısıyla projeye daha çok güveniyor. Belki sizin projenizi yaratıcı anlamda daha çok seviyor, ama sunduğunuz finansal yapıyı zayıf bulduğu için filmin kağıt üzerinde gözüktüğü kadar güçlü olmayacağına dair bir önyargı geliştirebiliyor. Dolayısıyla bazı fonlarda böyle bir şart var. Ama birçok fon da, doğru şekilde anlatırsanız, projenizin ülkenizde neden kamusal destek alamadığını açıklarsanız, size alan açabiliyor. Sadece diğer projelere karşı eliniz daha zayıf oluyor. Genelde 100 proje başvuruyorsa, fon 10 projeye destek olabiliyor. Yüzde 10 genelde ortalama destek oranıdır uluslararası fonlarda. Dolayısıyla ciddi bir rekabet var ve ülkenizden kamu desteği almamış olmanız, elinizi ciddi olarak zayıflatıyor.

Peki bir projeye “evet” derken nelere dikkat ediyorsun?

Benim için öncelik yönetmen. Bir projeyi seçerken, ilk film bile olsa, o yönetmen tanımadığım biriyse özellikle– birkaç kez buluşmak, varsa kısa filmlerini izlemek çok önemli. Çünkü bağımsız bir filmin yapımı, çok şanslıysanız en az iki yıl sürüyor ama beş yıla kadar uzayabiliyor. Arkadaş olmak zorunda değilsiniz tabii ki, sonuçta bir iş üretiyorsunuz, ama o projeye öncelikle aynı yerden bakıyor olmak, yola çıkarken bir yapımcıyla çalışmaya uygun karakterde bir yönetmen olması önemli. Bazı yönetmenler buna uygun olmayabiliyor, kendisi yapımcı da olmak isteyebiliyor. Biraz onları tartmaya çalışıyorum öncelikle. Ve tabii ki o kişinin yaratıcı vizyonuna inanıyor muyum?

Mesela bir projesiyle gelen ilk film yönetmeni diyelim. Kendime sorduğum ilk sorulardan biri şu oluyor: “Yönetmen mi sence?” Bu çok hayati bir soru. Çünkü o kadar çok yönetmen, yönetmen olmak isteyen ama karakter olarak yönetmenliğe uygun olmayan insan var ki dünyada. Yapımcılık için de geçerli bu, her alan için geçerli aslında. Dolayısıyla öncelikle o kişi yönetmenlik meziyetlerine sahip mi, onu anlamaya çalışıyorum açıkçası. Mizacı uygun mu? Vazgeçme riski var mı? Tutkusu ne kadar? Böylesine uzun yolculuğa, belki defalarca reddedilmeye hazır mı? Maraton koşucusu mu yoksa sprinter mi? Çünkü bazı yönetmenler kısa filmde çok iyi oluyor, ama uzun metraj, daha travmatik olabilen bir süreç. Sürekli evet-hayırla ilerleyen bir süreç: Bir sürü yere başvuruyorsunuz filmi yapmak için. %70 hayır oluyor, %30’uyla filmi yapmaya çalışıyorsunuz. Filmi bitiriyorsunuz, bir sürü festivale başvuruyorsunuz, %70 hayır oluyor, %30’u ile yola devam etmeniz gerekiyor. Bunu duygusal olarak, psikolojik olarak, ruhsal olarak kaldırabilecek biri mi? En büyük kriter bu aslında. 

Ondan sonra tabii ki senaryo, fikir… Çoğu zaman senaryo bile olmuyor. Proje bize geldiğinde fikirle geliyor ya da sinopsis geliyor. Senaryoyu da beraber geliştiriyoruz yönetmenle. Senaryo ile geliyorsa tabii senaryo ikinci önemli kriter. 

Finansal tarafı aslında sonradan geliyor benim için. İlginç aslında, “yapımcı önce ona bakmalı” diyeceksin biliyorum, ama ülkemizde, özellikle enflasyonist dönemde, bugün yaptığınız bir finansal projeksiyon yıllar içinde çok fazla değişebiliyor. O yüzden yapımcının da yönetmenin de biraz esnek kalması ve değişen şartlara uygun finansal kıvraklığa sahip olması gerekiyor. Benim yaptığım filmlerde de çok oldu: Hiç para kazanmaz dediğimiz filmler para kazandı, çok para kazanır dediğimiz filmler çok büyük zararlar etti. Dolayısıyla o biraz daha üçüncü, dördüncü sırada geliyor benim için açıkçası.

Son dönemde tabii ki, az önce dediğim gibi, yapılabilirlik çok önemli bir kriter. Mesela bir ilk film projesi; 100 mekanı var, senaryo 300 sayfa, 4 ülkede geçiyor; yönetmenin yaptığı başarılı bir kısa film bile yok. Böyle bir proje gelirse, bir ilk film olarak “bunu yapmayalım” diyebiliyoruz. 

Emin Alper’le ilk yolculuğa başladığımızda, ikinci filmi “Abluka”yı ilk filmi olarak yapmak istiyordu. Biz başta “Bu zor bir ilk film, bunu ilk film olarak yapmayalım” dedik. Biraz ısrar etti ve denedik. Bir yıl uğraştık ve hiçbir yerden destek alamadık. Sonradan “Tepenin Ardı”nı yazdı mesela – daha kontrollü, küçük, daha kısa sürede çekilebilir bir film. “Tepenin Ardı” üç haftada çekildi, “Abluka” altı buçuk haftada çekildi.

Yapılabilirlik derken ilk verdiğim örnek biraz uçuk bir örnekti tabii. Ama filmin kaç haftada çekilebileceği, ne kadar mekanı, ne kadar sahnesi, ne kadar oyuncusu olduğu ve o filmin ihtiyacı olan bütçeye ulaşıp ulaşamayacağımız aslında yapılabilirlikte yapımcının en önemli kriteri. Yani kağıt üzerinde okuduğum şeyi ben becerebilir miyim? Yapımcı olarak kendime onu soruyorum. Finanse edebilir miyim ben bu projeyi?

Abluka
Türkiye’de film finansmanı konusunda ne gibi zorluklar yaşanıyor?

Bence en büyük zorluk başta konuştuğumuz şey aslında. Türkiye’de bağımsız sinema için finansal çeşitlilik çok sınırlı. Mesela dünyada Türkiye büyüklüğünde, Türkiye nüfusuna sahip ve Türkiye kadar çok üretimi olan ülkelerde sadece tek bir destek yok. Kültür Bakanlığı desteğinin yanında bölgesel destekler oluyor. Mesela siz gidip Doğu Anadolu’da bir film çekiyorsanız, o Doğu Anadolu bölgesine ait bir film komisyonu oluyor ve onların da Kültür Bakanlığı’nın üzerine ayrı destekleri oluyor.

Türkiye’de iki kamu desteği var. Biri Kültür Bakanlığı, diğeri de TRT’nin 12 punto üzerinden verdiği ön alım ve ortak yapım destekleri. Ama bu ikisi de dediğim gibi hükûmet politikalarına çok sıkı sıkıya bağlı. Belli temalar dışında projeleri desteklemeyen, dolayısıyla üretim çeşitliliğini aslında köstekleyen yapılar diyeyim. Her ne kadar kurumlar özerk gibi gözükse de içerikte özgürlük söz konusu değil ne yazık ki.

Ama şöyle bir şey de var: Avrupa’daki büyük ülkelerde de çok eksik olan şu: Mesela dağıtımcılar, satış ajansları avans vererek projelere dahil oluyor ama onlar dışında özel yatırımcı bulmak çok daha zor. Türkiye’de özellikle kariyerinde belli bir yere gelmiş bir yönetmenle çalışıyorsanız, daha önceki işleri belli yerlere geldiyse, son dönemde özellikle platformlarda da iş yapan, ulusal kanalda da iş yapan büyük dizi şirketleri o tip projelere destek olabiliyor. Bu özel yatırım konusu da dünyada çok nadiren olan bir şey. Bu çok pozitif bir gelişme. Bunun da artması lazım. Çünkü yapım şirketleri için de biraz kazan kazan durumu oluyor. Aslında yönetmenlerle daha sonra platformlara daha nitelikli işler yapabiliyorlar. Böyle bir organik bağ kurulmuş oluyor.

Ama kamu tarafı gerçekten çok zayıf. Mesela Türkiye’de toplam destek miktarlarına baktığınız zaman, Türkiye’den çok daha küçük ülkelerin çok altında kalıyor. Bu, bizim uluslararası ortak yapımları yapma oranımızı da azaltan bir şey aslında. Bir problem de bizim çok önemsediğimiz, Türkiye’de azınlık ortak yapım desteği de var son dört-beş yıldır, ama çok yetersiz. Hem verilen destek miktarları çok yetersiz hem de büyük ülke projelerine giremiyoruz. O yüzden destek oranları çok düşük olduğu için, mesela 5 milyon Euro bütçesi olan bir Almanya filmine Türkiye’den küçük ortak olarak dahil olmak, bu destek miktarlarıyla mümkün olamıyor.

Ortak yapımlarda çok önemsenen şeylerden biri ‘reciprocity’, yani ‘karşılıklılık’ ilkesi. Mesela Türkiye bir Almanya filmine destek olduğu zaman, Almanya’nın Türkiye’ye verdiği destek çok daha fazla artabiliyor aslında. Çünkü onlar da bunu tek taraflı değil, karşılıklı bir işbirliği olarak görmeye başlıyor. Yani reciprocity denen şey film finansmanında çok önemli ve böyle birkaç örnek yaratabilsek, aslında Türkiye’den çıkan ortak yapımların sayısı daha da artabilir. Orada da bir sorun var. Biz hep karşı taraftan ‘destek alan’ konumunda olmak istiyoruz; diğer ülkelerden biz hep çok destek alalım, ama onlara mümkün olduğu kadar az destek verelim istiyoruz. 

Gelelim yapım aşamasına. Bir yapımcı olarak set yönetimi ve ekibin motivasyonunu nasıl sağlıyorsun? Ya da şöyle sorayım mesela zorlu prodüksiyonlarda en büyük yönetimsel sorunlar neler ve bunları nasıl aşıyorsun?

Aslında en büyük sorun yine bizden, yani yapım şirketi ve filmin finansmanından kaynaklanıyor. Mesela şu an üzerinde çalıştığımız Emin Alper’in “Kurtuluş” filmi normal şartlarda en az yedi haftada çekilmesi gereken bir film, ama bizim bütçemiz beş haftada çekmeye ancak yetiyor. Dolayısıyla ekibi ve programı biraz sıkıştırmamız gerekiyor — başta da yönetmeni.

Yaşadığımız en büyük sorun, genelde elimizdeki imkanlarla, yapmak istediğimiz şeyin, nitelik olarak örtüşmemesi. Bu durumda, ister istemez kendinizi, yönetmeni ve ekibi zorlamak zorunda kalıyorsunuz. Yaptığımız filmlerde hazırlık sürecini çok önemsiyoruz, hazırlık sürecinden mümkün olduğu kadar fedakarlık yapmamaya çalışıyoruz. Çünkü hazırlığı ne kadar iyi yaparsanız, çekim sürecinde karşılaştığınız sorunları o kadar iyi öngörebiliyorsunuz ve ona karşı hem psikolojik olarak ekibinizi hazırlayabiliyorsunuz hem de çıkacak sorunlara nasıl müdahale edebileceğinize dair bir plan geliştirme şansınız oluyor.

Son yıllarda sinema sektörü akademiye benzer bir yapıya dönüştü. Farklı kuşakların bir araya geldiği ve bir arada çalışmak zorunda olduğu bir alan. Çünkü teknoloji sürekli değişiyor, sürekli bir devinim var. Sizin kariyeriniz, tecrübeniz, yaşınız ilerliyor ama 18-19 yaşında yeni sektöre giren asistanlarla da çalışmak zorundasınız ve onların işe yaklaşımı, işten anladığı şeyle sizin bilgi birikiminiz ve iş yapma tarzınız arasında çatışmalar olabiliyor. Ben mümkün olduğu kadar çalıştığım herkesten bir şeyler öğrenmeye önem veriyorum. Yani film çekiminde, setlerde ister istemez bir hiyerarşi var. Hiyerarşi olmadığı zaman bir kaos oluyor çünkü. Ama hiyerarşiyi de mümkün olduğu kadar yataylaştırmaya çalışıyoruz. Yani benim bir yapım asistanından da bir şeyler öğrendiğim oluyor açıkçası sette ve bu duruma kendimi, ekibimi açık tutmaya çalışıyorum. “Mutlaka benim bildiğim şey doğru olmak zorunda değil, bunu başka türlü yapma biçimi de olabilir ve onu da sahiplenebiliriz aslında” gibi. Biraz esnek kalmaya çalışıyoruz öyle diyeyim. O olmadan da olmuyor zaten. Mümkün olduğu kadar da, bir film setine, ekiple bunu konuşarak başlıyoruz. Hata yapmamanın imkansız olduğu bir iş sinema. Herkes sürekli hata yapıyor. O hataları nasıl yönettiğiniz önemli. Gözümüzde çok büyütmeden mümkün olduğu kadar tekrarlanmamasına çalışarak yaklaşmaya çalışıyoruz.

Böyle ekibi kovan, işten çıkartan bir yaklaşımımız olmadı hiç. Hatta şu ana kadar bırakan olmuştur mutlaka ama benim, bizim setten gönderdiğimiz biri olmadı. Hep kazanmaya çalışıyoruz. O yaklaşım da bence önemli. Çünkü bağımsız bir filmin, küçük ölçekli bir şirket kadar bütçesi var aslında ve öyle bir lojistik organizasyon gerekiyor, ama süreci kurumsal bir şirket yönetir gibi idare etmek mümkün olmuyor. Nihayetinde iki-üç ay için bir araya gelen bir ekip var ve sonra herkes kendi hayatına devam ediyor. Böyle kısa sürelerde birlikte çalışmaktan kaynaklanan hatalar da oluyor. Kısa süreli ekiplerle çalıştığınız için ona göre sizin de bir planlama yapmanız lazım ve hataları bir şekilde kurduğunuz yapı içinde kabul edilebilir hale getirmeniz lazım.

Nadir Öperli, Kurak Günler film ekibiyle kırmızı halıda, Cannes Film Festivali, 22 Mayıs 2022. (Fotoğraf: ulie Edwards / Kurt Krieger)
Az önce biraz bahsettik ortak yapım konusundan. Aslında o konuyu biraz açmak istiyorum. Uluslararası ortak yapımlarda süreç nasıl işliyor, mesela bu şirketleri nasıl buluyorsunuz? Bir de bu ilişkileri yaygınlaştırmak, projeleri çoğaltmak için uzun vadede neler yapılabilir? Bu konuda yapımcılara ne gibi görevler düşüyor?

Türkiye’deki yapımcıların ortak yapımlara yaklaşımında şöyle bir sorun var: hep “ne alırım?” düşüncesi hakim. Oysa az önce konuştuğumuz gibi, her ortaklık gibi bu da aldığınız kadar vermeniz gereken bir ilişki. Dolayısıyla bence en kritik şey, “ne kaybediyorum” değil “ne kazanıyorum”a odaklanmak. “Ortak yapımda ne kaybediyorum”a odaklandığınız anda o yapı çatırdamaya başlıyor zaten ve işlemiyor.

En temel kriter de, projeyi yapmaya karar verdiğiniz anda “ortak yapım olur mu olmaz mı?” diye düşünmek. Bunda çok çeşitli faktörler var. Siz yapımcı olarak ortak yapım yapmaya uygun musunuz? Yönetmeniniz ve kreatif ekibiniz her aşamada karşı taraftan geri bildirim almaya uygun mu? Çünkü ortak yapım süreci sadece finansal bir süreç değil. Bir Alman ortak yapımcı bulduğunuzda, mesela, o Alman ortak yapımcıya dünyadan 100 proje geliyor ve belki yılda sadece 2 tane ortak yapım yapabilecek kapasitesi var. Sizinle çalışması için, onun yaratıcı olarak o projeye dahil olabileceğine dair bir izlenim yaratmanız lazım karşı tarafta. Ve o sadece izlenim olarak da kalmamalı, pratikte de uygulanmalı. Yani onun senaryoyla ilgili geri bildirimleri olacak – katıldıklarınız olacak, katılmadıklarınız olacak. Bütün bu diyaloğa açık olmanız lazım kısaca.

Kurgu sürecinde de aynı şey. Yani siz kurguyu tamamen kapalı kapılar ardında yapıp hiç kimseye göstermiyorsanız, sonrasında film de başarılı olmuyorsa, o ortak yapımcı bir daha sizinle çalışmıyor. Çünkü kendisi yaratıcı olarak o projeye dahil olmamış oluyor. O yüzden o projeyi yaparken, dediğim gibi, siz ve yönetmeniniz öncelikle ortak yapım sürecini kaldırabilecek karakterde insanlar mısınız? Karşı tarafı dinlemeniz, onların argümanlarına argümanlarla yanıt vermeniz, katıldıklarınızı almanız, katılmadıklarınızı bırakmanız gerekiyor ve bunu da hep bir diyalog halinde sürdürmeniz gerekiyor.

Erken planlama çok önemli. Fikir aşamasından başlayarak aslında ortak yapımı planlayabilirsiniz. “Nasıl buluyorsunuz?” diye sordunuz ya, bulabileceğiniz en temel yerler ortak yapım platformları. İşte Türkiye’de de Köprüde Buluşmalar, Antalya Film Forum gibi örnekleri var. Dünyada da, en önemlileri Rotterdam CineMart ve Berlin Co-Production Market olmak üzere çok sayıda bu tür platform var. Buralara proje dosyası hazırlayıp başvuru yapıyorsunuz ve seçilirseniz, çok korunaklı bir şekilde o platform, projenizin ihtiyaçlarına göre, hangi ülkelerle ortak yapım yapmak istiyorsanız o ülkelerden yapımcılarla programlı toplantılar yapmanızı sağlıyor. Orada seçilmek de tabii ki projeye pozitif bir damga vuruyor. Aynı zamanda yapımcılar da sizinle “seçilmiş bir proje” olarak görüşmeye geliyor.

Dolayısıyla bu platformlar, sizin ofisinizden e-mail atarak ya da telefon açarak yapmaya çalıştığınız şeyi çok kolaylaştırmış oluyor. Bir anda dünyada o yıl yapılmaya çalışılan 2000 projenin önüne geçen 30 projeden biri oluyorsunuz, sadece o platforma seçildiğiniz için. Dolayısıyla ortak yapım yapmayı düşünen yapımcı ve yönetmenlere önerim, mutlaka proje takvimine ortak yapım platformlarını eklemeleri olur. Tabii seçilip seçilemeyeceğinizi bilemezsiniz ama mutlaka denemek lazım. Baktınız hiç seçilemiyorsunuz, o zaman mutlaka kendinize bir proje geliştirme bütçesi ayırıp film festivallerine gitmelisiniz. Dünyada en büyük festivallerden Cannes, Berlin, Venedik – Avrupa’da oldukları için bizim de erişimimizin daha kolay olduğu festivaller bunlar. Hiçbirini yapamıyorsanız İstanbul, Antalya festivallerine gidip orada gelen konuklarla buluşmaya çalışabilirsiniz. Bunu da tabii ki bir plan dahilinde yapmanız lazım. Çoğu insan gidip orada insanları adeta yoldan çevirip toplantı yapmaya çalışıyor. Oysa birkaç ay önceden festivale akredite olup gelecek konuklarla yazışmaya başlayabilir, toplantı almaya çalışabilirsiniz. Aslında geçmişe göre, benim başladığım yıllara göre iletişim çok kolaylaştı. Dünyada e-mail ve telefon iletişimi sayesinde bu tür bir hazırlık yapmak çok daha kolay. Sadece buna niyet etmek, doğru proje dosyası hazırlamak ve proje takvimini de ona göre yapmak gerekiyor. Bu konuda bir kısa yol yok, yanıt alamasanız da vazgeçmemeniz gerekiyor.

Çoğu genç yapımcıda ya da yönetmen-yapımcıda, şu sorunu görüyorum: “Benim ortak yapım için 3 ayım var.” Bu mümkün değil. Mümkünse en az 2 yıl vermeniz gerekir sağlıklı bir ortak yapım süreci için. Çünkü diyelim ki siz benim Alman ortak yapımcımsınız. Yeni tanıştık bir festivalde. Bizim tanıştığımız noktada sizin zaten geçmişten gelen 10 tane projeniz oluyor. Dolayısıyla benim projemi fon takviminize koyabilmeniz için şirketinizde en az 1 yıla ihtiyacınız oluyor. O süreçte sizin geri bildirimlerinizle proje dosyası biraz daha gelişmiş oluyor – senaryo çevirileri yapılıyor, projeniz kağıt üzerinde de güçlü bir hale geliyor. Dolayısıyla zaman ve proje takvimi de, ortak yapımda çok önemli kriterler. 

Özetlemem gerekirse: öncelikle kendi karakterinizi tartmanız gerekiyor – ortak yapıma uygun musunuz? Doğru bir ekiple mi çalışıyorsunuz ortak yapım için? Sonra iyi bir proje takvimi yapmak ve iyi bir proje dosyası hazırlamak geliyor. Ondan da sapmadan uygulamak. Aslında çok fazla da “hayır” aldığınız bir süreç olacak, baştan onu da kabullenmeniz gerekir. Birkaç “hayır” alınca ortak yapımdan vazgeçecekseniz bu yola hiç çıkmamanız daha hayırlı olabilir. 

Nadir Öperli
Dijital platformların hayatımıza girdiği bu günlerde film pazarlama ve dağıtım yöntemleri nasıl değişiyor? Geleneksel yöntemlerle yeni nesil dijital pazarlama teknikleri nasıl entegre oluyor?

Şu an, bağımsız filmler için özellikle, neredeyse sadece dijital tanıtım yöntemleri var aslında. Bağımsız filmler için, sadece sosyal medya kanalları üzerinden tanıtım yapılabiliyor. Geleneksel alanlara çok da giremiyoruz. Basında ve televizyonlarda çıkan söyleşiler ve yazılar da önemli tabi, ama outdoor alanlara ya da televizyona reklam vermek bizim projelerin bütçeleri için imkansız oluyor genelde. Bizim seyircimiz de aslında daha çok sosyal medyayı aktif kullanan seyirciler olduğu için genelde sınırlı tanıtım bütçelerimizi hep sosyal medyaya yönlenirmeye başladık. Son 4-5 yıldır böyle.

Açıkçası benim de yapımcı olarak en zayıf olduğum alan diyebilirim bu. Çünkü aslında bu yapımcının işi değildir. Dünyada da bunun için özelleşmiş ajanslar olur. Siz onlarla çalışırsınız. Çünkü çok devingen bir alan – teknolojisi sinemadan da hızlı değişen bir alan. Dolayısıyla ben şunu kabullendim: ben bu alanı bilmiyorum ve bilen insanlarla çalışmam lazım. Buna da bazen bütçemiz oluyor, bazen olamıyor. Çünkü bağımsız filmlerin çoğu zaten hak etmediği finansmanla yapılıyor. Çekimleri az önce konuştuk zaten. Çoğu film, olması gerekenin çok altında bütçelerle yapılmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla tanıtıma ve pazarlamaya hiç bütçemiz kalmayabiliyor. Dolayısıyla orada işbirlikleri çok önemli oluyor. Filme inanan bir dağıtımcının erken bir aşamada dahil olması tanıtım tarafında elinizi çok güçlendirebiliyor.

Tanıtımda da yine erken başlamak çok önemli. Mesela bir filmde tanıtıma bütçeniz yok ama erken harekete geçerseniz kendinize paydaşlar yaratabiliyorsunuz. Mesela bir ajansın yılda bir filme destek olma kotası oluyor, o da siz olabiliyorsunuz. Onun tanıtım bütçesini tümüyle ya da kısmen ajans üstlenebiliyor bazen. Burada da aslında sormaktan çekinmemek lazım. Çünkü çoğu insan bütçesi yokken bu tür işbirlikleri geliştirmeye çekiniyor. Ama çekinmemek lazım, çünkü sizin projenizde onlar için de kazanacakları, sizin farkında olmadığınız bir değer olabilir. Tabii ki ideal dünyada projeye başladığınızda yüzde 10 tanıtım bütçesi ayırmak ideal olur. Bu Hollywood’da büyük stüdyo filmlerinde yüzde 100 oluyor biliyorsunuz – filmin bütçesi kadar tanıtıma da para ayrılıyor. Bu bağımsız filmlerde mümkün değil, hatta imkansız. 

Bizdeki bir problem de şu: Avrupa’da, çoğunlukla film dağıtımcıları ve sales agent’lar üstleniyor aslında tanıtım bütçelerini. Ona göre filmin dağıtımından aldıkları komisyon da daha yüksek oluyor. Dağıtım süreçlerini destekleyen kamu desteklerinde de faydalanıyor bu şirketler. Ama Türkiye’de tanıtım da yapımcının yapması gereken bir şey. Bağımsız film alanında bu değişirse, belki birazcık daha iyi olur. Çünkü dağıtımcılar daha fazla film dağıttıkları için aslında hangi filme nasıl tanıtım yapılması gerektiğine dair bilgi birikimleri de yapımcıya göre daha yüksek oluyor. Ben yılda bir film yapıyorum ama bir dağıtımcı belki yılda 50 film dağıtıyor. Dolayısıyla aslında bu işi onlara bırakmak çok daha doğru. Ama dağıtımcılar da yapımcı gibi o bütçeyi doğru yönetmek istiyorlar. Filmlerin dağıtım potansiyeline göre bir tanıtım yapabiliyorlar. Bu, genelde yapımcı ve yönetmene yetersiz geliyor. Tabii ki biz yıllarca uğraşıp binbir zorlukla hayata geçirdiğimiz filmi, daha iyi bir tanıtımla seyirciyle buluşmasını istiyoruz.

Yine de dijital mecraların bu kadar artmış olması, bence bağımsız filmlerin dağıtımı ve tanıtımı için mecraların çeşilenmesini sağladı. Yapımcılığa ilk başladığım 35mm dönemlerinde sadece billboardlara çıkmak, gazetelere ilan vermek gibi çok pahalı olan araçlar vardı ve biz o alanlara pek giremezdik. Şu anda da o alanlara giremiyoruz ama en azından görünürlük yaratabildiğimiz farklı alanlar var. 

Kariyerinde dönüm noktası olarak gördüğün bir proje var mı? Algını ya da vizyonunu değiştiren bir film projesi oldu mu?

Aslında her proje diyebilirim. Biraz beylik bir laf olacak ama her projede beklemediğin bir şey öğreniyorsun gerçekten. Seni zorlayan bir yanı oluyor. Ama seçmem gerekirse Bizim Büyük Çaresizliğimiz, yine rahmetli Seyfi Teoman’ın filmi. Çünkü, şirket olarak ilk ortak yapımımızdı ve görece daha iyi imkanlarda hayata geçirebildiğimiz, olması gerekene yakın bir ekip yapısıyla çektiğimiz ilk filmimiz oldu. İlk ortak yapımı olduğu için Seyfi’yle az önce bahsettiğim platformlara gidip projeyi sunmuştuk. Benim için inanılmaz öğretici bir deneyim oldu. Çok şey öğrendim. Hatta kısa sürede en çok şey öğrendiğim proje büyük ihtimalle odur.

Ve çekim sürecinde yine yabancı ekibin de dahil olduğu, işte İzlandalı/Alman bir görüntü yönetmenimiz, Alman bir focus puller’ımız vardı Ankara’da. Çekim sürecinden de çok şey öğrendiğim bir proje oldu. Hem yapımcılığa hem insan doğasına dair diyeyim. Sonrasında yine büyük ölçüde yurtdışında devam eden bir post prodüksiyon süreci oldu.

Ama film dışında tabii kariyerimdeki dönüm noktası ne yazık ki Seyfi’yi kaybetmemiz oldu. Çünkü tam böyle her şeyi yerli yerine oturttuğumuz, ilk şirketimiz Bulut Film’de tam o acı çektiğimiz, sürünerek film yaptığımız dönem bitiyor ve yeni bir döneme geçiyor gibiydik. Şirketteki üç yapımcı olarak birlikte proje yapmak yerine her yapımcının ayrı proje yaptığı, bu nedenle daha fazla film yapabildiğimiz, yeni bir sürece geçmiştik; bir yandan ticari bir şeyler yaparak yapmak istediğimiz filmlere daha fazla kaynak yaratmayı da düşünmeye başlamıştık. Ama tabii ki ortağımız ve çok yakın arkadaşımız Seyfi’yi ani bir şekilde kaybedince mahvolduk. Psikolojik olarak artık o şirketle devam etmek istemedik. Çünkü ofise gitmek bile çok travmatik olmaya başladı hepimiz için. Ve biraz herkes kendi yoluna gitti ondan sonra. O da benim şu an devam ettiğim kendi şirketim Liman Film’i kurmamı sağladı. Tek başıma devam etmeme neden oldu. Aslında bir travma ama farklı bir yere de götürdü beni açıkçası. Bu ikisini sayabilirim.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Gelecekte Türkiye sinemasını nerede görüyorsun? Yani az önce bahsettiğimiz sansür mekanizması ve finansal çıkmazları düşünürsek.

Eğer Türkiye’de demokratik ülkelerdeki ‘destekle ama karışma’ anlayışı yerleşebilirse, sinemanın önü çok açık. Bu sadece sinema için değil, tiyatro, çağdaş sanat, televizyon ve edebiyat için de geçerli. Çünkü çok beylik bir laf olacak belki ama hikaye açısından çok zengin bir ülkeyiz. Sinema sevgisi azalmayan bir ülkeyiz. Mesela festivallerde kısa filmleri izliyorum. Gerçekten çok yetenekli kısa filmciler var. Onların yeteneklerini, yapmak istedikleri şeyleri anlayıp onlara destek olmak, onlara ne yapacaklarını dayatmamak, ne yapmaları gerektiğini söylememek, yapmaya çalıştıkları, yetenekli oldukları şeyi anlayıp onu yapabilmeleri için kolaylaştırıcı olmak. Kamu fonunun da özel yatırımcının da görevi ve amacı bu olmalı bence. Bağımsız sinema alanında söylüyorum. Sonuçta bu ticari bir alan değil. Daha çok birinin yaratıcı vizyonunu destekliyorsunuz. Ve o kişi ne kadar özgür olursa o kadar iyi bir iş çıkıyor.

Başta konuştuğumuz bu aynılaşma döngüsü devam ederse ne yazık ki çok parlak görmüyorum. Bence dünyada bir sıkılma hali var Türk filmlerinden, Türk sinemasından. O sıkılma halini kırmak için, içerikte ve biçimde bir özgürleşmeye ihtiyacımız var bence. Bence en büyük sorun o. Bu özgürleşmeyi sağlayamadığımız sürece, sinemamızın geleceğini çok parlak görmüyorum.

Çiçeği burnunda yapımcılara ya da yapımcı olmak isteyenlere neler önerirsin?

Öncelikle aslında kendi başladığım zamanla ilgili söylediğim şey bugün de geçerli. Bağımsız film yapmak istiyorsanız uzun süre sadece onunla hayatınıza devam edemeyeceksiniz. Dolayısıyla finansal açıdan hayatınızı devam ettirebileceğiniz bir alternatifinizin olması lazım. Bu belki ailenizden bir varlıktır. Para kazanmaya ihtiyacınız yoktur hayatınızda. Ama para kazanmaya ihtiyacınız varsa mutlaka yapımcılığın yanına bir şey de koymanız gerekiyor. O dengeyle başlamanız çok önemli. Çünkü bazı insanlar o dengeyi kaçırıyor. Ya yapımcılığa çok yüklenip iflas ediyorlar ve çok erken küsüyorlar. Ya da diğer para kazandıkları iş çok öne geçiyor, yapımcılık yapamaz hale geliyorlar. O dengeyi oturtarak başlamak çok önemli.

Algıyı açık tutmak, film izlemek de çok önemli mesela. Birçok yapımcı çok az film izliyor, bir tür mesleki deformasyonun da etkisiyle sanırım. Mesela kısa filmcileri takip etmek, yetenekli bulduğunuz, sinemasına, dünyasına inandığınız yönetmenle ortaklığa gitmeye çalışmak çok önemli.

Ortak yapımlar için söylediğim şey yapımcılık için de geçerli. Aslında yapımcılıkta sizin o projeye kattığınız şeye odaklanmanız, ne verdiğinize odaklanmanız, o projenin sizden neler götürdüğüne odaklanmamanız gerekiyor. Çünkü her proje sizden bir şeyler de götürüyor. Yani en başta kendinizi sömürüyorsunuz. Sınırlı imkanlarla yaptığınız için. Buna da açık olmanız lazım. Mutlaka aile hayatınıza, arkadaşlıklarınıza negatif bir etkisi olacak, özel hayatınıza istediğiniz kadar ya da istediğiniz yoğunlukta zaman ayıramayacaksınız. Dolayısıyla bir fedakarlıkla başlamak gerekiyor. Yönetmenler için de geçerli bu. O fedakarlığı göze alarak girmeniz gerekiyor. Yani kısa dönemli para kazanma hayaliniz varsa, kısa yoldan böyle varlıklı bir insana dönüşmek istiyorsanız bağımsız film yapımcılığı çok doğru bir alan değil. Çok başarabilen yok bunu. Hem ticari alanda faaliyet göstereceğim hem de bağımsız film yapacağım diyebilirsiniz. Bu dengeyi oturtabilmek de hiç kolay değil, ama bağımsız film yapımcılarını yaşatan bir denge olabiliyor. Dünyada çok örneği var. İlk başta belki öyle başlayamazsınız ama bir iki tane kayda değer iş yaptıktan sonra diğer alana da geçip iki alanı da dengeleyerek devam edebilirsiniz. Açıkçası biraz esnek olmak çok önemli. Yapımcılık çok esnek olmayı gerektiren bir iş.

Gecenin Kıyısı
Gelelim Gecenin Kıyısı’na. Türker Süer’le yollarınız nasıl kesişti? Bu proje nasıl ortaya çıktı ve zaman içinde nasıl şekillendi?

Türker Süer’le, pandemi döneminde tanıştık. 2020’nin Ağustos ayıydı sanırım. Türker Köln’de yaşıyor ve Gecenin Kıyısı’nın senaryosunun ilk draftını geliştirmişti. Almanya’dan Viola Fügen de yapımcı olarak projeye dahil olmuştu. İlk toplantımızı da, pandemi şartları nedeniyle, üçümüz ‘online’ olarak yaptık. O dönemden aklımda kalan en önemli şey, senaryoyu okuduğumda, 15 Temmuz gibi bıçak sırtı bir konuda, bu kadar ‘insan merkezli’ kalabilmesi, siyasetin insan ruhuna, aileye olan etkilerini bu kadar etkili bir şekilde anlatabilme cesareti gösterebilmesiydi. Türker ilk andan önceliğinin 15 Temmuz’la ilgili bir film yapmak olmadığını, iki asker kardeşin hikayesi üzerinden ‘sadakat’, ‘özgür irade’, ‘güven’ gibi meselelere dair bir hikaye anlatmak istediğini söyledi. Tabi ki darbe gecesinin yarattığı muğlaklık ve ordudaki emir-komuta zinciri, böyle bir hikayeyi anlatmak için çok etkili bir çerçeve sunuyor.

Yönetmenle ve ekiple nasıl bir çalışma süreci geçirdiniz? Filmin yapım sürecinde karşılaştığınız en büyük zorluklar neler oldu ve bu zorlukları nasıl aştınız?

Pandemi şartları hafifler hafiflemez, 2021’in Ocak ayında, Türker ve filmin görüntü yönetmeni Matteo Cocco’nun da katıldığı kapsamlı bir mekan gezisi yaptık. O gezinin sonrasında Türker, filmin cast direktörleri Ezgi Baltaş ve Berfin Elif Binbay’la tanıştı. Aynı zamanda, yapım tasarımcılarımız Meral Efe Yurtseven ve Yunus Emre Yurtseven ile yardımcı yönetmenimiz Damla Kırkalı’yla da o dönemde tanışma fırsatı olmuştu. Filmi 2023 sonbaharında çektiğimizi düşünürseniz, ekibin kilit üyeleri, çok erken bir aşamada belli olmuştu. Bir yandan senaryo geliştirme süreci devam ediyor, bir yandan da dönem dönem Türker İstanbul’a gelip hem farklı oyuncularla tanışıp görüşüyor hem de Meral ve Emre’yle filmin mekan tasarımı hakkında toplantılar yapma fırsatı buluyordu. Filmin başrol oyuncuları Ahmet Rıfat Şungar ile Berk Hakman da bu şekilde, çok erken bir aşamada projeye dahil oldular.

Bu sürecin yönetiminde, Liman Film’de birlikte çalışmaya başladığımız İrem Akbal’ın da büyük katkıları oldu. Yapım tarafında finansman süreci çok zorlu oldu. Filmi Türkiye-Almanya-Fransa ortak yapımı olarak hayata geçirme hedefiyle yola çıkmıştık. Ama ne yazık ki Fransa’daki başvurularımız olumsuz sonuçlandı. Fransa’daki finansman süreçleri çok yavaş ilerlediği için, proje geliştirme döneminin büyük bölümü de pandemi zamanına denk geldiği için, üçüncü bir ülkeyi deneme fırsatımız olamadı ne yazık ki. Türkiye’de de pandemi şartlarına ek olarak, filmin 15 Temmuz’da geçmesi nedeniyle, ulaşabildiğimiz finansman çok sınırlı kaldı. Bu nedenle prodüksiyon şartlarını epey sıkılaştırmamız, kısmen bir yol filmi olduğu için en az 30-35 günde çekilmesi gereken bir hikayeyi 24-25 güne sıkıştırmamız gerekti. Bu zorluğu, biz ve Türker’le beraber oyuncularımızın ve ekip üyelerimizin dayanışması ve fedakarlıklarıyla aştık. 

Nadir Öperli, Gecenin Kıyısı film ekibiyle filmin dünya prömiyerinde, Venedik Film Festivali. (Fotoğraf: ASAC-G. Zucchiatti)
Gecenin Kıyısı filminin yapım süreci senin için nasıl bir deneyim oldu? Bu süreçte seni en çok etkileyen an hangisiydi?

Bir önceki soruda yapım sürecine değinmeye çalışmıştım. Benim için, her film gibi, çok öğretici bir süreçti. Önemli bir farkı şu oldu diyebilirim: Yapımcı olarak kendi kaygı ve korkularımla da yüzleşmemi sağlayan bir film oldu Gecenin Kıyısı. 15 Temmuz’la ilgili böyle sizi çok etkileyen bir senaryo okuduğunuzda, önce tedirgin oluyorsunuz tabi. Türkiye’de git gide otoriterleşen ortamı da düşünerek, acaba ben bu filmi yapabilecek koşulları bir araya getirebilir miyim, o cesarete sahip miyim diye kendinize sormanız gerekiyor. Burada Türker’le projenin başlarında yaptığımız toplantılar, onun da benzer sorgulamaları yaşadığını görmemi ve filmi yapma konusunda bir mesaj verme ya da bir şeyi kanıtlama gibi bir niyeti olmadığını anlamamı sağladı.

Cevap bulma değil, soru sorma peşindeydi Türker ve bu tavrı filmi bitirene kadar da değişmedi. Bir filmin yapım süreci çok karmaşık bir süreç, en çok da insan ilişkileri açısından. Çalıştığınız, yapım yolculuğunda yolunuzun kesiştiği herkesle onların sizi, sizin onları tanıyabileceğiniz kadar uzun sohbetler etme şansınız olmuyor tabi ki. Bu nedenle, zaman zaman, 15 Temmuz gecesi geçen bir hikaye olduğu için filme dahil olmak istemeyen ekip üyeleri, oyuncular ya da hizmet almak istediğimiz şirketler oldu. Hatta bazıları bizi de vazgeçirmeye çalıştı. Ama karşılaştığımız bu tür zorlukların yanında, hep bizi, derdimizin iyi bir film yapmak olduğunu anlayan insanlarla da yolumuz kesişti. Sanırım beni en çok etkileyen, böyle çetrefil bir konuda, büyük bir dayanışma ve özveriyle çalışan, sanatsal özgürlüğü savunma konusunda güçlü bir irade ortaya koyan bu kadar çok oyuncu ve ekip üyesiyle yollarımızın kesişebilmesi oldu.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir