Sizin, benim gibi görünen, konuşurken yeri geldiğinde bilge olan yeri geldiğinde saçmalayan, gayet normal yaşamları olan ve bazen de hayatı gerçekten hayallerinin milyon kilometre uzağında olsa dahi yine bir şekilde sıradan kahramanlar olmayı başaran karakterlerin yaratıcısı Ricky Gervais der ki: Hayat, olmamaya başlayana kadar komiktir. Katıla katıla gülerken bir bakmışsınız, elinize yumru gelmiş. Tony Johnson’ın hikayesi de gerçekten böyleydi.
14 Ocak’ta üçüncü ve son sezonu yayınlanan After Life’ın ilk sezonunda Tony’yi Lisa’nın kaybından kısa bir süre sonra hayat ile başa çıkmaya çalışırken izlemeye başlamıştık. Açıkçası Tony’nin de pek başa çıkası yoktu; fakat birinin dünyanın en tatlı köpeklerinden biri olan Brandy’ye bakması gerekiyordu. Dolayısıyla intihar etme opsiyonunu süper gücü olarak gören Tony’nin nefes aldığı her andan neredeyse nefret edip günün sonunda ya alkolle, uyuşturucuya ya da Lisa’nin videolarına dönmesini izlemiştik. Sevgi dolu, eğlenceli ve kinayeli Tony’nin insanları ve yaşamı zerre umursamayan bir insan olma yolundaki gidişi sezonun sonlarına doğru oldukça yavaşlamıştı. Hissettiği acının asla geçmeyeceğini, sadece bu acının dışarıya fark ettirmemede daha ustalaşması gerektiğini düşünür gibiydi. İkinci sezonda ise Tony artık hayatında ilerlemeye başlamıştı, ama oldukça gerçekçi bir şekilde relaps anları da yaşıyordu. Etrafında olup bitenlerin bir tık daha farkındaydı ve İnsanların yaşadığı süreç hakkındaki fikirlerine de daha açık ve bir nebze daha dışadönük hale gelmişti; ki Emma’ya çıkma teklif etmesi de bunun göstergelerinden biriydi.
Üçüncü sezon başlarken birçoğumuz Tony’nin Emma ile yaşama ihtimali olan ilişkinin pozitif bir etkiye sebep olabileceğini düşünmüş olabiliriz…En azından ben öyle düşünmüştüm. Çünkü şimdiye kadar TV’de ya da sinemada sevdiği kişiyi kaybeden insanların hikayelerinin genellikle bu şekilde çözüme kavuştuğunu izlemiştim. Esas adam/kadın tabiki kaybettiği kişiyi unutmaz ancak yeni ilişkisi ile yeni hayatına başlar. Ama izlediklerimden satın aldığım bu düşünce belli ki gerçeklikte her zaman böyle değil; yalnız kalmama ve “normalleşme” adına hazır olunmadan başlanan ilişki tarafları mutlu etmediği gibi içsel huzuru da bozabiliyor. Bazen gerçekten birisi ile romantik anlamda birlikte olmamak kendiniz ve karşınızdaki kişi için en sağlıklı karar olabiliyor. Fark etmesi ve uygulaması zor olan bu kararın önemi üçüncü sezonun alınabilinecek mesajlarından biriydi bence.
Bu mesajı biraz daha genişletirsek eğer Tony’nin Lisa’yı sevdiği kadar sevdiğimiz birini kaybetmenin yarattığı boşluğu başka bir şeyle eşlemenin de gerekli olmadığını görebiliriz. Bazen denklemek hayata devam etmek ve hatta yer yer keyif almak için yeterlidir. Tony üçüncü sezonda da kendisi gibi davranmaya devam etti. Arkadaşlarına sevgi dolu (!) laflar soktu, insanların fütursuzluklarına sinirlendi ve küfürlerini asla esirgemedi. Fakat diğer sezonlara göre daha az ağladı ve daha fazla gülmeye başladı. Tek bir kişinin yarattığı boşluğu hayatının birçok alanında insanlarla yarattığı etkileşim sayesinde doldurmaya başladı. İkinci sezonda hafiften verilmeye başlanan bu düşünce, üçüncü sezonda Tony’nin iş arkadaşlarının üzgünlüğünü fark etmesinde, maddinin yanı sıra manevi destek çabasında, huzur evinde babasının odasını alan adama dahi aldığı hediyede ve son olarak da çocuk hastanesine yaptığı ziyarette oldukça net hale geldi. Gervais’in bize uzun, relaps ile dolu bir anlatımla gösterdiği şey aslında sırf Lisa öldüğü için Tony’nin ona duyduğu sevginin de ölmesinin gerekmediğiydi. Tıpkı altıncı bölümde Lisa’nin okuduğu Do Not Stand at My Grave and Veep (Mezarımın Başında Ağlama) isimli şiirde de bahsedildiği gibi biz izin vermediğimiz sürece aslında hiçbir şey yok olmaz. Tony bunu anlayıp duygusal dönüşümünü tamamladığında After Life’da tamamlanmış oldu.
Dizinin hayranları olduğu kadar eleştirmenlerden de düşük not almaya devam etmesini oldukça ilginç olduğunu düşünüyorum. Ricky Gervais hayranı olan amatör bir eleştirmen olmam bu konuda taraflı davranmama sebep olabilir, ancak bu noktada Gervais’in Twitter sayfası da beni desteklemekte. Görünen o ki üçüncü sezonun yayın tarihi yaklaştıkça izleyiciler ortak karar almışçasına birinci ve ikinci bölümü yeniden izleyemeye başlamış. After Life’ın 100 milyon izleyicisi arasında duygularının Ricky Gervais ile paylaşan kimi insanın sevdikleri insanları kaybediş hikayelerini anlattığını; dizinin bu dönemde kendilerine yardımcı olduğunu görmek oldukça etkileyici bir okuma oldu benim için. Bu insanlar eleştirmenlerin kaçırdığı bir şeyin altını çizer gibi tekrar tekrar hayatın anlardan oluştuğunu ve bu anların da aslında çok basit paylaşımlarla anlam bulduğunu dile getirmekte. Bence bu, After Life’ın tam da vermeye çalıştığı mesaj.
Kayıplarımızın ağırlığı hafiflemiyor; bizler yalnızca bununla daha iyi başa çıkmayı öğreniyoruz. Bunu yaparken de sevdiklerimizin anıları bize en çok destek olan şey. O yüzden daha çok paylaşmak ve hatıra biriktirmek bir insanın kendisi ve sevdikleri için yapabileceği en değerli şeylerden biri. Dolayısıyla kimileri tarafından post-it notlarının derinliğine sahip olduğu düşünülen bu dizi, aslında amacına ulaştığını düşündüğüm bir dizi. Acıyı, acıyla başa çıkmayı, hayatı paylaşmayı, bezginliği, umutsuzluğu, umudu, sevmeyi ve daha nice duyguyu işleyen bu dizinin en büyük başarılarından biri bunca insanın duygularını harekete geçirebilecek bir sadelikte ve süreklilikte olmasıydı. Tıpkı kısa tutulan ama yapıştırıldığı yere her baktığımızda gördüğümüz post-it’ler gibi.
After Life’in yapımcıları aynı sade ve gerçekçi mantıkla Campaign Against Living Miserably (Calm) isimli ruh sağlığına odaklı kurum ile çalışmaları sonucunda Birleşik Krallık’ın 25 farklı bölgesine meşhur banklarından yerleştirdi. Üçüncü sezonun başlaması ile ortaya çıkmaya başlayan bu banklar hem Hope is Everything (Umut Her Şeydir) gibi diziden alıntılar barındırıyor hem de QR kodlar ile ruh sağlığını destekleyici video linklerine erişim imkanı sunuyor. Müdavimlerinin bileceği üzere dizide önemli konuşmaların, tanışmaların yaşandığı bank, hayranları için de aynı şeyi olma ümidini taşıyor. Ekibin tetikleyici olabilecekleri konulara da hassasiyetle yaklaşma çabası ve de arkada bir legacy bırakması bir izleyen olarak hayranlığımı bir kere daha kazanma sebepleri oldu.