“Varoluş özden önce gelir ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur.” J. P. Sartre
Felsefe ve sanatın iç içeliği tarihin her noktasında olduğu gibi günümüzde de geniş kitleleri etkileyebilecek güce sahip. Varoluşçuluk, ileri seviyede düşünebilme yetisine sahip olan insanın kendi kendini oluşturma duyarlılığıdır. Bu duyarlılığı oluştururken “ben”le “varoluş”un ayrılmazlığı düşüncesinden yola çıkar. İnsanların eylemleri ile tanımlanması konsepti ile beraber benimsenir ve birey hayatının anlamını yaptığı seçimlerle belirler. Bu varoluşçuluğu tanımlamak için bireyin ihtiyaç duyduğu sübjektiflik, seçme özgürlüğü ve amaca vurgu yapar.
Varoluşçu felsefeyi dar anlamıyla felsefenin sınırları içinde kalmaktan çıkartarak sanatla buluşturan ise “insanın kendini arayışı” olduğu söylenebilir. Sinema sanatı ile varoluşçuluğu bir yerde buluşturan da aynı arayış, aynı uğraştır. Varoluşun genel kabullerden ve toplumsal geleneklerden kopuş olduğu düşünülürse varoluşçu sinemanın yaşanmışlıkları temel aldığı ve ana akım sinemadan uzak bir yapıda olduğunu söylenebilir. Sinema görsel bir anlatı olmasının yanında çoğu zaman felsefi düşüncelere de zemin oluşturur.
Bu liste sinemanın varoluşçu yönüne küçük bir bakış sağlamak için hazırlandı.
The Seventh Seal (1957) – Ingmar Bergman
Vebanın kol gezdiği, tüm Avrupayı süpürdüğü zamanlardan Haçlı seferinde bir şövalye ve onun kardeşini izliyoruz. Eve yaklaştıklarında ölüm şövalyeye görünür ve sıranın onda olduğunu, zamanının geldiğini söyler. Şövalye, ölümü hayatı için bir satranç oyununa davet eder. Ölüm ile satranç oynayan şövalyeyi izlediğimiz yıllar geçse de etkisini yitirmeyen Bergman’ın bu eseri sorduğu varoluşçu sorularla bizi etkisi altına alıyor.
L’avenir (2016) – Mia Hansen-Løve
Paris’te felsefe eğitim görevlisi olan Nathelie evli ve iki çocuk annesidir. Bir gün kocasının onu başka bir kadına tercih ettiğini öğrenir. Kendisine yeni bir özgürlük alanı kazanan Nathelie hayatını ve kendisini yeniden keşfetmeye başlar. Bu süreç, onu geçen günler üzerine ve gelecek günler için bir sorgulama, deneme yanılma ve hayal kırıklıklarıyla dolu serüvene zorlar. Bir kendini keşfetme filmi olan L’avenir’de belki de kendinizi bulacaksınız.
Gölgesizler (2009) – Ümit Ünal
Hasan Ali Toptaş’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, edebiyatın sinemaya uyarlandığı güzel bir örnek. Oluşturulan iki katmanlı atmosferde gidip gelen ve zamansızlık temeline kurulu bu film, beslendiği kaynağın üzerine de bir şeyler eklemekten kaçınmıyor. Burada varoluş yükünü diğerlerinden fazla olarak “muhtar” ve “cennetin oğlu” karakterleri üzerine yıkabiliriz. Muhtarın, oğlunun içinde bulunduğu durumdan süregelen ve köyün işleriyle katlanan sorumluluğu ve cennetin oğlunun yazmaktan kendini alıkoyamadığı, tekrarladıkça bize anlamlıymış gibi gelen “Kar Neden Yağar” sorgusu film bittiğinde bizi en az kitap kadar etkilemeye devam ediyor.
Sans Toit Ni Loi (1985) – Agnes Varda
Film, Fransa’nın en iyi kadın yönetmenlerinden biri olan Agnes Varda imzası taşıyor. Mona Bergeron adında genç bir kız, tercih ettiği yaşantısı doğrultusunda tüm Güney Fransa’yı otostopla dolaşmakla kalmayıp girdiği işler, tanıştığı onlarca farklı insan ve başından gelip geçenlerle en büyük motivasyonu olan varoluşçuluğu sınamak şansını elde ediyor. Açlığı, sefaleti ve pisliği tamamen kendi isteğiyle deneyimleyen Mona, iyi bir evsiz olduğu kadar dünya sinemasının en marjinal karakterlerinden de biri.
Naked (1993) – Mike Leigh
Avare Johnny, bir gece dostlarıyla ve yabancılarla konuşarak adeta yaşamın sınırlarında dolaşmaya çıkar. Felsefi ve şiirsel diyaloglar şehrin her yerine dağılır. Saplantılar, acılar ve ilişkiler gecede Johnny ve düşünceleriyle vücut bulur. Birçok noktası doğaçlama diyaloglarla çekilmiş bu film bizi Johnny gibi felsefenin derin dehlizlerine sürüklüyor.
American Beauty (1999) – Sam Mendes
Bu başyapıt, banliyöde yaşayan, orta yaş krizindeki hayatından bıkmış bir babanın ailesine ve topluma nasıl yabancılaştığını gözler önüne seriyor. Çarpık ilişkilerin ortasında hayatını geri kazanmak için tüm sıfatlarını bir bir yere bırakan Lester, bizi de bu sancılı dönüşümüne ortak etmeyi başarıyor. Her şeyiyle özel bir film.
Yazgı (2001) – Zeki Demirkubuz
Albert Camus’nün Yabancı adlı romanından esinlenen Yazgı, absürt bir şekilde iradeyi reddeden bir karakteri konu ediniyor. Musa, Annesinin ölümünden, haksız suçlamalara kadar her olaya kayıtsız kalır. Musa her şeye fark etmez diyen tavrı ile bir poşet gibi hayatın içinde savrulur. Bu umursamazlığına rağmen hayatı büyük dönüşümler yaşar.
Den Brysomme Mannen (2006) – Jens Lien
40 yaşındaki Andreas kendini nasıl geldiğini hatırlamadığı tuhaf bir şehirde bulur. Burada işi, evi hatta bir eşi bile vardır. Bu tuhaflıktan giderek rahatsız olan Andreas sorular sorup bu düzende sorunlar çıkartır. Çeşitli metaforların ve absürtlüklerin ortasında anlam arayışını sürdürür. Bu distopik şehirden ve ruhsuz insanlardan kaçmanın bir yolunu arar. Son dönemlerin önemli Norveç filmlerinden olan Den Brysomme Mannen oldukça farklı bir yapım.
The Big Lebowski (1998) – Coen Brothers
Jeff Lebowski kendisiyle adaş olan bir milyonerle karıştırılır. Gangsterler başı belaya giren Lebowski kendisine ve çok değerli halısına verilen hasarı karşılayabilmek için milyoner Lebowski’yi arayışa çıkar. Başına türlü beklenmedik olay gelen Lebowski absürtlüğü uçlarda yaşayan bir karakterdir. The Big Lebowski, nihilist ve varoluşçu göndermelerle dolu klasik anlatıdan uzak bir başyapıt.
Easy Rider (1969) – Dennis Hopper
Bağımsız sinemanın en mühim örneklerinden kabul edilen Easy Rider hiçbir yere ve topluma bağlı olmayan, özgürlük tutkunu iki kafadarın uyuşturucudan kazandıkları parayı harcamak için yola çıkmasını konu ediniyor. Döneme damgasını vuran film, bir yol hikayesi olmasının yanında bir kültürün anlam arayışını da temsil ediyor.