Usta yönetmen Ümit Ünal ile son filmi Aşk, Büyü, vs., bağımsız film çekmenin zorlukları ve Türk Sineması’nın dünü, bugünü ve yarını üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Hem Yeşilçam’a hem de günümüz sinemasına tanık olmuş bir sinemacı olarak, o dönemden bugüne iyi veya kötü yönde ne gibi değişiklikler oldu sizce?
Yeşilçam zanaat sistemine dayalı, kendi içine kapalı bir endüstriydl. Görkemli günler görmüştü ama ben Istanbul’a geldiğimde zor ayakta duruyordu. 80’lerde o sırada evlerde moda olan video dağıtımın yardımıyla hayatta tutulan bir hastaydı, 90’ların başında da öldü. Yeşilçam şimdi bir zihniyet olarak TV dizilerinde yaşıyor belki ama üretim biçimleri, alışkanlıkları bitti. Bugün ister ticari ister bağımsız olsun, sinema filmleri bambaşka şekilerde tasarlanıyor, finanse ediliyor, çekiliyor. Şu an iyi bir durumda olduğumuzu söylemek zor. Pandemi her şeyi durdurmuş durumda. Bunun ne kadar süreceği de belli değil. Pandemi öncesi de açıkçası çok parlak olduğu söylenemezdi. Cem Yılmaz, BKM gibi büyük ticari isimler bile bir tür tekel haline gelen dağıtımcılarla çatışma yaşıyordu. Sinema ticari açıdan parlak bir 20-25 yıl geçirdi ama bunu dağıtım tekeli ve salgın bitirdi. Gelecek bence oldukça belirsiz. Tabii iyi tarafından bakarsak 80’lerde hayal bile edilemeyecek bir bağımsız sinema, filme dönüşmeye can atan bir yaratıcı enerji var. Ama bu yakın gelecekte kendini gerçekleştirecek ortamı bulabilecek mi, seyirciyle buluşabilecek mi bilemiyorum.
Yeşilçam döneminde Atıf Yılmaz, Ertem Eğilmez, Halit Refiğ pek çok usta yönetmenle çalışma imkanı buldunuz. Birlikte çalıştığınız ustalar arasında bugünkü sinema dilinize en çok etkisi olduğunu düşündüğünüz yönetmen hangisi?
1985-90 arası Onlarla çalıştığımda 20’li yaşların başındaydım, onlardan sadece sinemaya dair değil, hayata, insan olmaya dair, ülkemize dair çok şey öğrendim. Atıf Abi’nin planlı, sıkı ön hazırlıklı, ekonomik çalışma tarzından çok şey aldım. Yeşilçam’ın yazan, yaratıcı fikri olan insanlara saygı duyan bir ahlakı vardı. Benden çok daha tecrübeli, olgunluk dönemindeki bu insanlar bana son derece saygılı ve açık davrandılar. Onlardan öğrendiğim şeyleri hala uyguluyorum. Üçünü de ustam sayarım ama sinema dilime etki ettiklerini söyleyemem, yönetmen olarak yaptığım filmler, bu ustaların filmlerinden çok çok farklı bence.
Pandemi şartlarında yaşam, sanat çalışmalarınızı ne yönde etkiledi? Karantina sürecinin yaratıcılığınız üzerinde olumlu/olumsuz etkileri oldu mu?
Benim hayatım temelde çok değişmedi. Büyükada’da yaşıyordum ve zaten daha çok evde oturup yazmak çizmek üzerine kurulu bir hayatım vardı. Salgının hemen öncesi İskoçya’ya geldim. İlk kez geldiğim yabancı bir ülkede hayatım değişecek, çok insanla tanışıp çok yere gideceğim; oyunlar, filmler, konserler ve sergilerden çıkmayacağım diye düşünüyordum. Ama salgın yüzünden, aynı adadaki gibi yaşıyorum. Her gün 1-2 saat yürüyüş, sonra yine ev ve masa başında kafayı kırmak. Bir sürü proje gelişiyor, çok çalışıyorum, yazıyorum-yazışıyorum, çok online toplantı yapıyorum. Pandeminin en büyük etkisi online değişim oldu. Zoom, Google Meet vb. uygulamalar hayatımızın merkezine yerleşti. Eskiden çeşitli kurumlarda yüz yüze yaptığım senaryo atölyelerini evimden online yapmaya başladım. Daha fazla katılım oldu tuhaf bir şekilde.
Gelelim Aşk, Büyü, vs. filminize… Film fikri ortaya nasıl çıktı ve senaryo yazım süreci nasıl ilerledi? LGBTİ+ hem ülkemizde hem de dünyada halen tartışmalı bir konu. Senaryo yazım süresince bu konuda karşılaşabileceğiniz tepkilere dair endişeleriniz oldu mu?
En büyük endişe finans bulamamak. Büyük yapımcılar LGBTİ+ temalardan kaçınıyor. Bu yüzden filmi başlangıçtan beri çok küçük bütçeli bir iş olarak tasarlamıştım, aradığım miktar çok ufaktı zaten. Bu filmi yarıda kalmadan hayata geçirebilir miyim endişesi dışında endişem olmadı. Bundan sonrası için gelebilecek tepkiler çok umurumda değil açıkçası. Aşkı, aşkın sahiciliğini, aşka duyduğumuz inancı tartışan bir film bu. Aşk yaşayanların iki kadın olmasına, filmdeki ölçülü cinselliğe sabrı olmayanlar kendi zavallı ahlak anlayışlarını gözden geçirsin. Zaten ülkemiz öyle bir yer oldu ki, sadece eleştirel akıl sahibi olmak, hakikate dayalı bir fikir geliştirmek ve bunu dile getirmek cinnete ve lince yol açıyor. Herhangi bir konuda, cinsel, politik, ekonomik, kültürel vb ne olursa olsun, eğer çoğunluğun söylediğinden bir milim farklı bir fikriniz varsa ve bunu açıkça dile getiriyorsanız hemen muhalif damgası yiyorsunuz ve saldırıya uğruyorsunuz. Türkiye’de şu an düşünen ve düşündüğünü söyleyebilen insan istenmiyor. Eskiden zararlı fikirler diye bir şey vardı, artık fikir denen şeyin kendisi zararlı sanki. Susup köşende oturmaya ya da maskaralığa izin var sadece. Ama sanatçı denen insanlar bu işi sadece para kazanmak ya da göz önünde olup hava atmak için yapmıyor, sanat bir varolma biçimi, hayatta kalma aracı. İki yol var: 1. Düşündüklerimizi söyleyeceğiz. 2. Delirip öleceğiz. Tabii ki birinciyi tercih ederim.
Aşk, Büyü, vs. Büyükada’da geçiyor. Filmin çekimleri nasıl geçti? Ada halkının filme olan tepkisi veya genel katkısı nasıldı?
Adalılar bizim pek farkımıza varmamış olabilir. Çok ufak bir ekiptik, dev ışıklarımız, kamyonlarımız, karavanlarımız vs yoktu. Sesçi arkadaşın ‘boom’u dışında film ekibini çağrıştıracak bir görünümümüz yoktu. Sokaklarda, vapurda vs insanları durdurmadık, oyuncuların önünden yoldan gelip geçenleri de çektik. Kafe ve lokantalarda bir masaya yerleşip sessizce çalıştık mesela, diğer müşterileri kaldırmadık. Filmde arka planda gördüğünüz kalabalıklar figürasyon değil gerçek insanlar.
Karakterleri Ece Dizdar ve Selen Uçer’i düşünerek mi yazdınız? Oyuncu seçim süreci nasıl ilerledi?
Evet baştan beri aklımda Selen ve Ece vardı. İkisi de çok sevdiğim oyuncular ve arkadaşlarım. Hatta senaryonun yarısında konuşmaya başladık ve yazdıklarımı onlarla paylaştım. Sonrasında da uzun uzun provalar yaptık. Ayşenil Şamlıoğlu ve Emrah Kolukısa da çekimden uzun süre önce belliydi. Sadece Uygar Özçelik son anda cankurtaran gibi katıldı diyebilirim. O rolü oynayacak arkadaşın başka bir filme sözü vardı, bizim proje biraz ertelenince ona gitmek zorunda kaldı.
9’dan Aşk, Büyü, vs filmine dek birçok bağımsız filme imza attınız. Hem ülkemizde hem de dünya sinema endüstrisinde bağımsız yapımlar, yapım öncesi, sırası ve sonrasında sektör filmlerine nazaran çok daha fazla emek, fedakarlık ve özveri gerektiriyor. Bağımsız film çekmenin bütçe, çekim ve dağıtım süreci açısından zorlukları neler?
Anlat İIstanbul, Ses, Gölgesizler gibi büyük bütçeli işler de yaptım. Ama kendi içimden gelen sese göre, kendi kafama göre takılmak isteyince küçük bütçeli bağımsız filmlerden başka seçenek yok şu an. Sinemada bütçe en çok bir atasözü üzerine şekillenir: “Vakit nakittir.” Yani sinemada zaman para demek. Bunu en iyi film çekerken anlarsınız. Sette geçirdiğiniz her gün, her saat para harcıyorsunuz. Dolayısıyla küçük bütçeli filmin en zor tarafı, zamandan kısmak zorundasınız, çok daha hızlı çalışmak zorundasınız. “Normal” bütçeli bir film ülkemiz koşullarında, diyelim 6 haftada çekiliyorsa siz 2-3 haftada çekmek durumundasınız. Senaryo-tasarım aşamasında insanı en zorlayan şey bu. Bir çok şeyden feragat etmek durumunda kalıyorsunuz. Dağıtım apayrı, kanser olmuş bir konu, uzun bir hikaye ama az önce dediğim gibi gişede çok başarılı olmuş isimlerin bile dağıtımla ilgili sorunları var, bağımsız filmler için iş iyice zor.
İçinizde ukde kalan, “tutku projem” dediğiniz bir film ya da dizi çalışması var mı aklınızda?
2017’de roman olarak basılan “Bana Göre Kıyamet”i kitabın öncesinde bir uzun metraj senaryo olarak yazmıştım. Ama o da iki kadın aşkından yola çıkan bizim ticari sinemamıza “aykırı” bir hikaye ve maalesef küçük bütçeli değil. Kısa zamanda çekemeyeceğimi anlayınca romana dönüştürdüm. Hayallerimden biri onu birgün çekmek. Bir diğeri de Teyzem’e konu olan hikayeyi yeniden çekebilmek. Teyzem, yaşanmış bir hikayeden esinlenmişti, benim ve ailemin hikayesi. Ama o dönemin yapım koşulları yüzünden bence çok teknik eksiği olan bir işti. Hikayeyi çağdaş bir teknikle, daha iyi yapım şartlarında çekmek, teyzeme, aileme ve kendi gençlik hayallerime borcum gibi. 34 yıl sonra bugünün seyircisine de çok şey verebilecek bir hikaye bence. Senaryosunu ilk düşündüğüm haline daha yakın ama yeni bir yorumla, yeni bir isim vererek bir daha yazdım. Onu da umarım bir gün çekerim.
Netflix, Amazon Prime, Blutv, MUBI gibi dijital platformlar yaşamımızın önemli birer parçası haline geldi. Bu tarz platformların yapım ve dağıtım süreçlerine getirdiği radikal değişim, sinemacılar arasında fikir ayrılıklarına neden oldu. Siz bu tartışmanın hangi tarafındasınız? İleride dijital platformlarla işbirliği yapmayı düşünür müsünüz?
Scorsese’den Cuaron’a kadar dünyanın en saygın yönetmenleri bu platformlarla çalışıyor. Dağıtımcıları, salon sahiplerini bilemem ama bu konuda yaratıcı taraf açısından fikir ayrılığına düşecek bir durum yok bence. Şahsen elbette fırsat bulursam herhangi biriyle çalışırım. Beyazperde özellikle biz ve bizden büyük kuşaklar için ayrı bir aşk tabii… Filmlerinin karanlıkta parlayan dev perdeye odaklanmış seyirciler tarafından izlenmesini her yönetmen ister. Ama dünya çapında seyircinin ezici çoğunluğu, bizim arzularımızı takmıyor ve filmleri evinde internetten izlemeyi tercih ediyor, bu konuda yapacak bir şey yok. Salonda dev perdeden izleme alışkanlığı hemen bitmez, beyazperdeyi isteyen özel insanlar azalsa da daha uzun bir süre var olacaklar bence ama galiba bundan sonra ana dağıtım/finans kanalı dijital platformlar olacak.
Son olarak gelecek projeleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz?
Glasgow’da geçen İngilizce bir senaryo yazıyorum, burada bir Türk kadının hikayesi. Şu an en büyük hayalim onu burada hayata geçirebilmek. Buralı bir yapımcıyla tanıştım, hikayeyi beğendi, bakalım senaryo bittikten sonra olaylar nasıl gelişecek? Onun dışında Türkiye’den bir yapımcıyla bir mini dizi geliştirmeye çalışıyoruz. O da yazım aşamasında, ilginç bir proje çıkabilir. Bir de biraz zamana yayarak, ilk uzun metrajını çekecek bir yönetmen arkadaşım için kendi hikayemden bir senaryo yazdım, bugünlerde bitti bitecek.