Bağımsız sinemacı Jeff Nichols’ün üçüncü uzun metrajlı filmi olan 2012 yapımı filmi Mud’ın başrollerini Matthew McConaughey, Reese Witherspoon ve Michael Shannon paylaşmakta. Eski bir tekne bulmak için nehrin aşağısındaki bir maceraya doğru yola çıkmış olan Ellis ve arkadaşı Neckbone, ıssız bir adada bir ağaca takılı kalmış bir tekne bulurlar ve orada Mud (Matthew McConaughey) adında yakışıklı ve karizmatik bir adamla karşılaşırlar. Mud da buldukları teknede hak iddia etmeye başlar. Aşık olduğu kadın Juniper için işlediği bir cinayet nedeni ile kaçak konumunda olan Mud’ın hikayesini dinleyen bu iki genç bu hikayeden oldukça etkilenirler ve ona yiyecek sağlamak ve gemiyi bir kaçış aracı olarak tamir etmesi konusunda Mud’a yardım etmeye karar verirler.
Bu film için bir erkek filmi demek yanlış olmaz sanırım. Film aşkı, kadınları, aileyi ve dostluğu üç erkek gözünden yorumluyor. Bu üç erkekten ilki karizmatik olduğu kadar dağılmış da görünen, umutsuz, kendi kendine yettiğini düşünen ve aslında yardıma ihtiyacı olan umutsuz bir romantik Mud; ikincisi ebeveynlerinin evliliğinin yavaşça parçalanması ve bu durumun kendi kimliği üzerindeki dengesizleştirici etkisi ile başa çıkmaya çalışan, güvenme ve sahiplenme duygusu kuvvetli sevecen bir çocuk olan 14 yaşındaki Ellis; üçüncüsü ise ailesine ait tek kişi istiridye dalışı yaparak geçimini sağlayan amcası olan Neckbone’dur. Çoğu filmden aşina olduğumuz güçlü erkek karakterlerin aksine yönetmen Mud’a ham, çaresiz bir erkeklik kazandırırmıştır.
Biz insanlar genellikle aşık olduğumuz insanı kendi kalıpları ile sevip kabul etmek yerine, ona idealize ettiğimiz rolleri yükleriz. Filmin ana karakteri Mud da uzun süredir aşık olduğu kadına öylesine tapmış durumda ki haklı haksız ayrımı yapamayacak halde suçu kendinde arayan, karşı tarafı nerede ise ilah haline getiren bir adam. Öyle ki bu kadın için bir cinayet işlemeyi bile göze alabilecek kadar. Filmin ilk bölümlerinde izleyiciye aktarılan Mud’ın büyük ve çaresiz aşkının bir benzeri ikinci bölümde de Ellis’in başından geçmesi iki karakteri birbirine bağlayan bir olgu olarak seyircilere sunuluyor. Bunun yanı sıra Ellis’in babaya olan özlemini ve ihtiyacını Mud’ın Ellis üzerinde kurduğu otorite ile gidermesi film boyunca hissedilebilir bir gerçek.
Tipik bir Amerikan taşra filmi olarak nitelendirebileceğimiz bu yapıt, Mississippi nehri ve yakın çevresini öyle güzel yansıtmış ki filmin dördüncü başrolü nehir diyebiliriz. Steadicam’ın kayma perspektifinden çekilen nehir; merak edilen romantizm duygusunu, macerayı, bilinmeyen tehlikeleri ve başka bir dünyaya seyahat etme vaadini temsil eden güçlü bir karakter olarak işlenmiş durumda. Öyle ki nehir bu üç karakteri erkeklerin ait olmadıkları bir yere tökezlediklerini gösteren tenha bir adaya götüren görsel bir semboldür.
Bütün bunlara ek olarak Ellis’in, babasının ve ailesinin belirsiz geleceği hakkında yüzleştiği bir sahne vardır ki, bu sahnede neredeyse bilinçaltı bir görsel efekt olarak nitelendirilebilir. Bir pencerede nehir üzerinde, yerine sımsıkı tutturulmuş olan kayığın ay ışığının yansımaları ile yüzüyormuş gibi görülmesi kesinlikle filmin en can alıcı sahnelerinden. Görünmeyen akımlarla taşınan tekne izlenimi, Ellis’in çaresizlik duygusunu net bir dil ile ortaya koyar.
Film, 130 dakika olmasına ve durağan bir şekilde ilerlemesine karşın temiz ve akıcı bir dille kendini ifade eder. Başarılı yönetmen bu dengeyi çok güzel sağlamış olup aynı zamanda anlatmak istediklerini net bir biçimde sunmuştur. Öyle ki son sahnede Mud, denize doğru sürüklendiğini hissettiğinde bile, yönetmen filmi -ve izleyicilerini- tam olarak istediği yerde tutmanın bir yolunu bulur.