Florien Ziller’in uzun zamandır sahnelenen ve bu süreçte oldukça beğeni toplayan tiyatro oyunundan uyarlanan The Father, temelleri güçlü bir yapım olarak seyirciyle buluştu. Aldığı ödüllerden ve yorumlardan sonra, bu formülün beyaz perde için de çalıştığını söylemek mümkün. Yine de The Father’ın temelinin, halihazırda beğeni toplamış bir tiyatro oyununa dayanıyor olması yönetmenin sürdürülebilir bir sinema dili yaratabileceği hakkında şüphe uyandırıyor.
The Father, sinemada çok sık karşılaştığımız bir konuya sahip. 80 yaşlarında, demans hastası Anthony’nin iç dünyasına ve kızıyla olan ilişkisine tanık oluyoruz. Bu noktada filmin, klişe bulunmaktan korkmadığını ve özgüvenli bir adım attığını söyleyebiliriz. Bunun dışında filmde ana konuyu destekleyen birçok tema mevcut. Yaşlılık, aile kayıpları, iletişimsizlik gibi temalarla film, omurgasını güçlendiriyor. Herkesin bir şekilde temas kurduğu evrensel konular bunlar. Yine bu temalardan herhangi biri üzerine bile odaklanmış, sayısız film var. The Father’da bütün bu konuları, homojen bir şekilde görebiliyoruz.
The Father’ı muadillerinden farklı kılan ana özelliği, hastalığı deneyim boyutuna ulaştırmış olması. Olanları, büyük ölçüde Anthony’nin gözünden görüyoruz. Anthony ile birlikte unutuyor, hatırlıyor ya da karıştırıyoruz. Bu hafıza oyunları, filmin ilerleyişini de etkiliyor. Basit bir şekilde söylemek gerekirse filmi ilginç kılan yönü kurgu dili. Normal şartlar altında bu tarz numaralarla seyirciyi yakalamaya çalışan yapımlar pek de iyi bir izlenim yaratmaz fakat The Father’ın konusu buna elverişli durumda. Bir demans hastasının yaşadıklarını anlatmak için atlamalar içeren ve gerçeklik algısını seyirci için de değiştiren bir kurgu kullanmak güzel çalışan, uyumlu bir fikir. Ayrıca bu yöntem, gizem ve gerilim ögelerini işin içine katıyor.
Elbette film tamamen kurgusuna bel bağlamıyor. Bu özel kurgunun etrafında baba kız arasındaki sakatlanmış ilişkiyi görüyoruz. Bu ilişkideki ana çatışmayı, ebeveynin bakım alan konumuna düşmesine rağmen bulundurduğu kibir ve bu olayların sonucunda ortaya çıkan iletişimsizlik oluşturuyor. Anthony, başına gelenleri anlamıyor, garipsiyor ya da kabullenmiyor ve film boyunca başta kızı Anne olmak üzere çevresi için zor bir profil çiziyor. Anthony’nin bunları yaparken büyük ölçüde istemsiz bir konumda olması, filmin dram yönünü kuvvetlendiriyor. Buna ek olarak Anne karakterinin bu süreçte verdiği savaş, yaşadığı ikilemler ve bir yandan kendi hayatını devam ettirmeye çalışması, çok yönlü bir karakter gelişimi izlememizi sağlıyor.
Bahsedilen tüm bu temalar, titiz bir çalışmayla iyi bir uyum yakalamış olsa da film, seyirciye dinlenmesi için bir boşluk bırakmıyor. Senaryo sürekli olarak yükselen bir grafik çiziyor. Hastalık kötüleşiyor, gerilim artıyor. Aile kayıpları, hatıralar, aşk, büyümek vb… Olaylar sık örülmüş ve neredeyse hepsi büyük duygulara oynuyor. Elbette film, ucuz muadillerindeki gibi sürekli bir şeyler hissetirmek için yakanıza yapışmıyor ama yine de üzerinize gelen bir yönü var. Filmin hava almayan bir kumaşa sahip olduğunu ve duygu mühendisliği konusunda sınırlarda gezindiğini söyleyebiliriz. Bu durum negatif bir etki bırakabiliyor. Hikayenin büyük kısımlarının seçilip geri kalanının önemsenmediği hissini veriyor. Yönetmen seyirciye rahatlaması için alanlar yaratsaydı daha dengeli bir yapım izleyebilirdik.
The Father’daki diğer detaylara bakacak olursak, genel olarak bahsettiğimiz tiyatral havayı sezinlemek mümkün. Sınırlı mekan kullanımı bunun ilk göze çarpanı. Filmde fazla mekan görmüyoruz. Olayların gelişimi diyaloglar üzerinde. Bu tercih zihnin giderek bulanıklaşması ve bu dar alanlarda sıkışması gibi bir anlama yorulabilir elbette ama filmin genelinde, kurgu sayesinde deneyimlediklerimizi saymazsak görsel anlatım açısından zayıf bir algı oluşturuyor. Yine Anthony’nin saatinde olduğu gibi objeler üzerinden anlatım ve kapı sahnelerinin sağladığı geçiş sahneleri gibi detaylar tiyatroda bolca karşılaştığımız yöntemlerden. Bunların dışında The Father, vizyona girdiğinden beri oyunculuk hususunda çok dikkat çekti. Diyaloglara yaslanan ve duygu geçişlerinin bu kadar önemli olduğu bir filmde oyunculuk, yapımın kaderini belirleyen bir noktaya ulaşıyor haliyle. Senaryonun direkt Anthony Hopkins için düşünülerek yazılması yönetmenin bunun farkında olduğunu gösteriyor. Olivia Colman ve Anthony Hopkins ikilisi alternatif düşündürmeden filmi gayet güzel taşıyorlar.
Filmin finaline gelirsek, bu kısmın fikir ayrılığı oluşturan, sorunlu bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Film boyunca duygu mühendisliğini dengede tutan film, finalde dozu pek iyi ayarlayamıyor. Hissettirmeye en çok oynanan yer bu bölge. Oyunculuklara ve titiz hamlelere rağmen finaldeki mizansenler göze batıyor. Üstelik finalde bir yandan filmin doruk noktası ve filme dair çözülmeler yaşanırken bir yandan da oluşturulan gizemli konulara açıklamalar getiriliyor. Aynı anda iki olayın denenmesi algıyı hepten dağıtan bir etki yaratıyor. Sonuç olarak The Father iyi yazılmış, iyi oynanmış fakat bazı kalıpların da dışına çıkamamış bir yapım olarak akılda kalıyor.