Sinemaya 2000 yılında çektiği deneysel sayılabilecek keskin ve boğucu gangster filmi Sexy Beast ile merhaba diyen İngiliz sinemacı Jonathan Glazer, sonrasında sırasıyla 2004’te Birth ve son olarak 2013’te başrolünde Scarlett Johansson’un dikkati çektiği Under the Skin ile beğeni kazanmıştı. Filmleri arasındaki uzun aralıkları fark edeceğimiz üzere bu sefer 10 yıl ile hayli uzun bir ara veren Glazer, The Zone of Interest ile bu sene beklentileri bir hayli karşıladı ve çokça festivalde adaylıklar elde etti ve ödüller kazandı. 2015’te Elser (13 Minutes) ile dikkatleri üzerine çeken ünlü Alman oyuncu Christian Frieder’e bu yıl Anatomy of A Fall ile kariyerinin zirvesini yaşayan Sandra Hüller’in eşlik ettiği The Zone of Interest, Auschwitz – Birkenau’nun komutanı Rudolf Höss’ün kampın hemen yanında yer alan villasındaki yaşantısını anlatıyor.
The Zone of Interest kesinlikle son yıllarda çekilmiş en özgün film. Bunu büyük bir rahatlıkla söyleyebiliriz. Ele aldığı konu her bakımından sinemada, edebiyatta, resimde, kısacası sanatın her dalında defalarca işlenmiş olsa da film bunu en azından sinemada daha önce hiç görmediğimiz bir şekilde işliyor. Oyunculuk performansları adına filmde neredeyse elle tutulur hiçbir şey yok çünkü Glazer bilinçli olarak kadrajını oyunculardan belli bir uzaklığa, daima ortaya, merkez diyebileceğimiz noktalara yerleştirerek karakterlerle en ufak bir bağ kurmamızı engelliyor ve aldığı bu karar kanımca filmin de en büyük artılarından birisini oluşturuyor.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Filmin çok büyük bir kısma ev içi ve bahçesinde geçiyor, daha başından sonuna kadar fonda duyulan anlamsız, boğuk ama derinden ses seyirciyi her daim tetikte tutmakla beraber aynı zamanda müthiş bir şekilde boğuyor. Açılış sekansında birkaç dakika süren kara ekran ve yükses ses ile Kubrick’in 2001: A Space Odyssey’ine gönderme yapılarak kolektif kötülüğün karanlıkta yaratılışına, doğuşuna tanıklık ettikten sonra Höss ve ailesinin nehir kenarında geçirdiği keyifli saatlere tanıklık ediyoruz. Ünlü filozof ve sosyolog Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı adlı eseri film vizyona girdiğinden bu yana ülkemizde filmle alakalı yazılanlarda en çok kullanılan eser haline geldi ve biz film boyunca bunun çok yerinde bir parmak basma olduğunu söyleyebiliriz.
Sinema Diliyle Daha Önce Hiç Şahit Olmadığımız Deneysel Bir Holokost Anlatısı
Çekimlerde oyuncuların yüzlerine neredeyse hiç yakınlaşmamız ile birlikte genel olarak merkezde duran kamera aslında gündelik hayata dair bir belgesel, bir deneme havası oluşturuyor. Ancak bu tarihin gördüğü en büyük toplu kıyımların gerçekleştiği bir toplama kampının yanındaki bir villada yapıldığı zaman çok etkili bir sinema dili oluşturmasını sağlıyor Glazer’ın. Senaryo da merhum Martin Amus ile birlikte kendisine ait ve muhtemelen The Zone of Interest, yönetmen, senarist, görüntü yönetmeni işbirliğinin son dönemdeki en kusursuz meyvesi diyebileceğimiz bir başyapıt.
Yazının burasında filmde oyunculuklardan çok çok ön saflarda olan müzik kullanımı, ses miksajı, görüntü yönetimine parmak basmamız gerekiyor. Filmin imgesel, simgesel anlatımı, arka fonda sürekli duyulan bebek ağlamaları ve arada bir gelen insan çığlıkları, silah sesleri, adeta muazzam bir orkestra konseri gibi düzenli bir şekilde yükselen dumanlar seyirciye uzun süre, belki de hiç unutamayacakları bir deneyim sunmayı kolaylıkla başarıyor. Ev içi çekimlerde genellikle kullanılan paslı, gri, beyaz ve siyah ağırlıklı renk paleti çürümüşlüğü, kolektif kötülüğü, yaşayanların ne olduklarına, ne yaşadıklarına dair çok şey söylüyor. Müzik’te Mica Levi, ki kendisi Under the Skin’de de Glazer ile çalışmış bir besteci. Onun dışında Pablo Larrain’in gizli hazinelerinden Jackie ve 2019’ın kışkırtıcı işlerinden Monos’tan da tanıyoruz. Levi genel olarak The Zone of Interest’te ustalık işini ortaya çıkarıyor.
Sinematografide ise Pawel Pawlikovski’nin Ida, Cold War’uyla birlikte I’m Thinking of Ending Things (Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum)’iyle hatırlayacağımız Lukasz Zal’ın imzası var. Zal kamerasını konumlandırışıyla adeta filmin lokomotifine evriliyor. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere karakterlerle haklı olarak bir bağ kurmamamızı sağlayarak çevreye, yaşananlara odaklanmamızı ve filmin seyircideki etkisini devamlı olarak yukarıda tutmayı başarıyor.
Kurgu da yine diğerleriyle bağlantılı olarak çok önemli bir yerde duruyor ancak kurgu özellikle finalle ve filmin belki de Alman halkına, tüm insanlığa yönetmenin mesajını iletmede anahtar görevi üstleniyor. Höss’ün Hitler’in direktiflerini dağıtıp kamp karargahından ayrılışı sonrasındaki kusma anlarıyla finale gelindiğinde kampın günümüzdeki müzeye evrilmiş halindeki temizlik sekansıyla film bize holokostun ne kadar temizlenirse temizlensin asla geçmeyecek bir suç, bir utanç, bir kötülük olduğunu gösteriyor. Aynı sahneye dönerek Höss’ün kusmadan yürümeye devam etmesiyle de o zamandan bu zamana dünyada insanlar arasında konuşulan “acaba pişmanlar mıydı, vicdanları sızladı mı?” gibi soruları cevaplıyor.
Nazi komutanının çocuklarının genel olarak ‘oyuncak silahlar’, kurşun askerlerle savaş oyunları oynamaları esnasında kendi ebeveynlerinin neler yaptıklarından bihaber oluşları, Höss’ün eşi Hedwig’in sürekli bahçedeki çiçeklerle alakalı Nazi burjuva sınıfına mensup aile dostları ve hizmetçilerine bir şeyler anlatmaya çalışmaları ve bahçenin bakımının müthiş bir titizlikle yapılması da Nazilerin yetiştirilme tarzlarına dair çok şey anlatıyor ve elbette burada da sıradanlık çok önemli bir kavrama dönüşüyor. Bahçe sekanslarında kendi çiçekli bahçelerine titizlikle bakanlarla hemen birkaç metre ötede kendilerine vaat edileni yaşamakta olan, çiçek bahçesi vaat edilmeyenlerin neler yaşadıklarını düşünmeden edemiyoruz.