Stanley Kubrick, The Vanishing (Spoorloos) hakkında şöyle der: “İzlediğim en korkutucu filmlerden biri. Hikaye anlatımı bir başyapıt.” Bu sözler George Sluizer’ın yönettiği 1988 yapımı bu filmi yalnızca bir gerilim hikayesi olarak değil, insan doğasının en karanlık çıkmazlarını sergileyen bir başyapıt olarak ele almanın önemini gösteriyor. Film sıradan insanların gündelik hayatlarına sinsice sızabilecek dehşeti izleyiciyi derinden sarsacak bir anlatımla gözler önüne seriyor.
The Vanishing’in temelinde kayıp bir sevgilinin ardından takıntılı bir arayış yatıyor ancak film sıradan bir kayıp hikayesinden çok daha fazlasını vaat ediyor. Hollanda-Fransa ortak yapımı olan The Vanishing, soğukkanlı bir katilin akıl almaz yöntemleriyle insan doğasının karanlık yüzüne dair rahatsız edici sorular soruyor. Sluizer’ın büyük bir titizlikle işlediği olay örgüsü, sıradan insanların sıradan hayatlarına sızan dehşetin kalıcı travmalarına da işaret ediyor.
![the vanishing](https://www.bagimsizsinema.com/wp-content/uploads/2025/02/the-vanishing.jpg)
Film, Rex ve Saskia çiftinin tartışmalarının ardından bir benzin istasyonunda durmasıyla başlıyor. Saskia’nın aniden ortadan kayboluşu Rex’i yıllar boyunca sürecek bir arayışa itiyor. Yönetmen George Sluizer, seyircinin dikkatini yalnızca Rex’in çaresizliğine değil aynı zamanda olayın faili Raymond Lemorne’un soğukkanlı planlarına da çekiyor. Raymond’ın sahneleri seyirciye rahatsız edici bir açıklıkla sunulurken, sıradan bir insanın kötülüğe eğilim gösterebileceği sınırları sorguluyor. Burada filmin belki de en rahatsız edici gücü devreye giriyor: Seyircinin yalnızca mağdura değil, failin motivasyonlarına da empati geliştirmesi… Stanley Kubrick’in The Vanishing için “İzlediğim en korkutucu filmlerden biri.” yorumu bu noktada daha büyük bir anlam kazanıyor.
Raymond Lemorne karakterine mutlaka ayrı bir parantez açmamız gerekiyor. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir adam, sevgi dolu bir baba, toplum içinde saygın bir kişilik… Ancak onun asıl korkutuculuğu, kötülüğünün sıradanlığında yatıyor. Soğukkanlılığı, zekası ve metodik yaklaşımı onu alışılmış katil karakterlerinden ayırırken, izleyiciyi daha derin bir rahatsızlıkla baş başa bırakıyor. Lemorne’un eylemleri bir dürtü sonucu değil, bilinçli bir deneyin parçası halini alıyor. Lemorne’u film boyunca insanın en uç noktalarını keşfetmeye çalışan bir bilim insanı gibi hareket ederken izliyoruz. Sluizer’ın ustalıkla yazılmış bu karakteri seyirciyi yalnızca dehşete sürüklemekle kalmıyor kötülüğün ne kadar hesaplı, ne kadar gündelik ve ne kadar ulaşılabilir olabileceği üzerine de düşündürüyor.
The Vanishing, bir katil üzerine kurduğu atmosferik anlatımı ve yapısal mükemmeliyetiyle Fritz Lang’in 1931 yapımı “”M” filmini de anımsatıyor. George Sluizer’ın bu filminde mekanlar ve mizansenler sadece fon olmaktan çıkıyor ve kaybolan bir sevgilinin yokluğunu simgeleyecek şekilde geniş, boş ve tekinsiz bir hal alıyor. Özellikle filmin finaline doğru artan gerilim, sinema tarihindeki belki de en unutulmaz ve ürpertici sonlardan biriyle sonuçlanıyor. Seyirci, Rex’in karanlıkta sıkışıp kaldığı anda sadece bir kayıp hikayesinin değil, insan doğasının zayıflıklarının da kapanına düşüyor.
![](https://www.bagimsizsinema.com/wp-content/uploads/2025/02/the-vanishing-raymond-lemure.jpg)
Film, bir kayıp vakası üzerinden izleyiciyi ahlaki ikilemlerle yüzleşmeye itiyor. Raymond’ın “normal” bir insan olarak portre edilmesi kötülüğün gündelik hayatlarımızın bir parçası olabileceği fikrini güçlendiriyor. Seyirci film boyunca Rex’in çaresizliğine tanıklık ederken aslında kendi içindeki boşluklarla da yüzleşiyor. Bu noktada yönetmenin soğukkanlı anlatımı hikayenin travmatik etkisini ikiye katlıyor.
Son yıllarda sosyal medyanın gücü sayesinde bu tür az bilinen çarpıcı yapımlar yeniden keşfediliyor ve yeni izleyiciler kazanarak hak ettiği ilgiyi görmeye başlıyor. Sinema dünyasının ilgisini yayınlandığı dönemden yıllar sonra yeniden çekmeye başlayan The Vanishing, sadece bir gerilim filmi değil aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine yapılmış soğukkanlı bir bakış olarak anılıyor. İzleyiciye uzun süre akıldan çıkmayacak tarifsiz bir rahatsızlık bırakıyor ve George Sluizer’ın filmde kurduğu paralel dünyalar bizi insan doğasının tekinsizliği üzerine düşünmeye zorluyor.