Kadın bedeni ve estetik konusu Antik Yunan’dan günümüze tartışılan bir konu. O dönem resimlerine bakıldığında kadın bedeninin, özellikle eril bakışa göre stilize edilerek resmedildiği açıkça görülür. İnsanlık her ne kadar teknoloji, yasalar ve bilim gibi unsurlar çevresinde gelişse de özellikle kadın ve erkek arasındaki toplumsal cinsiyet ayrımı ve kadın bedeninin her daim toplumsal beklentilere uygun biçimde estetize edilmesi konusu aşılamayan ilkel bir konu olarak süregeliyor. Uygarlık geliştikçe beden ve güzellik algısındaki özgürleşme bir yanılsamadan ibaret kalıyor; gelişen teknoloji ve çağdaşlaşan ideolojiler, bedeni özgürleştirmekten ziyade kusursuzlaştırmaya hizmet eden bir hapishaneye kilitliyor.

Oldukça bilindik biçimde sosyal medya uygulamalarının güzellik filtreleri ya da estetik merkezlerinin “tüm yüz gençleştirme”, yağ aldırma gibi uygulamaları tüm dünyada kusursuz bir bedene ulaşmanın en kolay biçimlerini her an pompalıyor. Son dönem dünya sinemasında da bu konu sık sık dile getiriliyor (The Neon Demon, 2016; Black Swan, 2010; To Die For, 1995; The Devil Wears Prada 2006; Ex Machina, 2014; Gattaca, 1997). Bu filmlerden bazıları transhümanizmi merkezine alarak insan bedeninin ve türünün diğer türlerden üstün olduğuna vurgu yaparken; bazıları gelecekte bilim ve teknoloji yoluyla “kusursuz, genç ve mükemmel insanı” yaratmayı konu ediniyor.

Uzun süre reklamı yapılan The Substance gibi filmler ise insanın kusursuz bir bedene sahip olma istencinde medyanın rolüne odaklanıyor. Sweat (2020), doğrudan bu konuyu işlenmese de sosyal mecralarda fenomen olmanın bilinmeyen psikolojik süreçlerine odaklanıyor. Toz pembe dünyaların ardındaki “kusursuzluk” dayatmasının bir insanı getirdiği noktayı işliyor. Üstelik bu yeni değil. Günümüzde bu dayatmayı yapan sosyal medyaya benzer şekilde geçmişte dünyada Hollywood, Türkiye’de Yeşilçam ve anaakım televizyon dünyası aynı baskı ve zorbalığı pek çok kadın oyuncuya yaşattı ki bunların başında hepimizin hayran olduğu Marlyn Monroe geliyor kuşkusuz. Monroe gibi oyuncular, gösteri çağında insanın kendi bedenine yabancılaştırılmasının en büyük örneği.

Bu sebeple The Substance’ı izlediğimde, herhangi bir izleyiciden daha az şaşırdım ve heyecanlandım, zira kişinin beynindeki o ideal insana ulaşmak uğruna gönüllü olarak kendi bedenini tahrip etmesi ya da en azından bedenini reforme etmesi meselesi sosyal medya özelinde güncel ve yeni bir konu olabilirdi ancak süreç yeni değildi. Dünün kendini kitlelere kabul ettirmek için beyazlaşma ameliyatı geçirmiş olan Michael Jackson’ı, bugün yeni ve genç olan versiyonunu doğuran Elizabeth karakteri olmuştu. İşin aslı The Substance filminin tüm bu uygulamalardan motivasyon aldığını düşünsem de amacının derin bir toplumsal eleştiri olduğunu düşünmüyorum. Daha ziyade amacı bir durum tespiti yapmak ve bu tespiti oldukça absürt -tür olarak- bir biçimde ortaya koymak aslında. Bu ne demek? Film, üzerine uzun uzun tartışılacak duraklara sahip değil. Bu anlamda düşündürmekten ziyade güzellik algısının günümüzde geldiği şaşırtıcı ve gülünç boyutu, şaşırtarak ve anlam yüklemeyerek ortaya koyuyor. Çünkü hakikaten insanın ideal ve kusursuz bedene ulaşma arzusu anlamsız bir biçimde nüksediyor. Daha dolgun bir dudak görüp, daha dolgun bir dudak yaptırıyoruz. Daha büyük kalçalar ve incecik bel görüp sağlık açısından hangisinin daha doğru olduğunu araştırmadan daha büyük kalça ve daha ince bir bel istiyoruz. Bir ay sonra 0 beden moda oluyor ve 0 bedene sahip olmaya çalışıyoruz.

Bu açıdan bakıldığında tam bir kapitalist toplum emaresi: İşlevsellik ve faydanın en aza indirildiği, arzuların, show ve gösterinin ihtiyaç halini aldığı… Bu küçük deneme tarzı girişin ardından filmin detaylarına girmek gerekirse, Elisabeth Sparkle (Demi Moore) bir zamanlar tıpkı kendi kariyerine benzer şekilde aşırı ilgi gören ancak son zamanlarda pilates temalı bir TV programında son demlerini yaşayan bir yıldızdır. Harvey (Dennis Quaid) ise bu programın, daha genç ve “güzel” olan yıldız arayışında olan yapımcısıdır. Elizabeth yayının ardından girdirdiği lavaboda yapımcının artık Elizabeth’i değil daha genç ve “çıtır” bir sporcuyu görmek istediğine dair konuşmaya şahit olur. Geçirdiği bu şokun üzerine yaptığı kazanın ardından hastanede kendisinin daha genç bir versiyonunu yaratmasına olanak tanıyan bir “cevher”le tanışır. The Substance adlı gizemli bir ürün, Elizabeth’in televizyon dünyasına devam etmesi içim tek çıkış noktasıdır. Ancak Substance’ın şartı şudur: Her 7 günde bir kendisinin genç versiyonu kapanacaktır. Yani 7 gün Elizabeth 7 gün de genç olan versiyonu yaşayacaktır. Bu arada Elizabeth ve Sue’nun aynı bilince sahip oldukları düşünülse de filmin ilerleyen sahnelerinde yan etkiler ortaya çıktıkça ikisinin de kendi bilincine sahip olduğu görülür. Yani aslında kusura ve “çirkinliğe” aynı kişi olmalarına rağmen ikisinin de tahammülü yoktur.

Filmin en büyük motivasyonunun bıçak altına yatmadan imkânsız bir zayıflık ve güzellik vaat eden estetik dünyası olduğu söylenebilir. Hatta bu noktada Ozempic adlı bir ilaçtan da bahsetmek gerekiyor. Zayıflama iğnesi olarak bilinen bu iğne, Hollywood yıldızları ve kilo vermek isteyenlerin adeta kahramanı. Ancak bağırsak kontrolünün kaybına sebep olduğu raporlanmış olsa da insanlar hızlıca zayıflamak için hala bu iğneye başvuruyor. Ozempic, sosyal medyanın güzellik bombardımanları sonucunda özellikle kadınların başvurduğu tehlikeli uygulamalardan yalnızca biri. Çekik göz ameliyatı ile göz sağlığını kaybedenler, vücuduna yaptırdığı dolgu enjeksiyonlarının sonucu olarak bedeninin her yerinde gezen sıvılar için defalarca ameliyat olan ünlüler; geçirdiği estetik operasyonlarla, güzellik standartlarını belirleyip daha sonra bu operasyonlardan kurtulmak isteyen fenomenler… Filmin motivasyonu ve çıkış noktası tam olarak bu. Ancak aslında son derece dramatik olan bu durumu, dramatize etmeden ortaya koyuyor The Substance.

Filmde dramatik olan tek şey Demi Moore’un daha yeni bir bedene sahip olmak için kendisiyle girdiği yarış ve hırs. Bu hırsın körükleyicisi olan yapımcısını da unutmamak gerekiyor, zira Harvey her daim güzel, bakımlı, genç, seksi ve çekici olanın peşindeki toplumsal baskı ve zorbalığın temsilcisi. Günlük hayatta, “göz çevren kırışmış”, “kilo mu aldın sen”, “dudaklarının dolguya ihtiyacı var” gibi yorumlarla kişinin kendi bedeninden tiksinmesine yol açan herkesin temsilcisi diyebiliriz. Yönetmen Coralie Fargeat’ı bu tiksinmeyi, karşı bir silaha çevirdiği görüntü tercihlerinden ötürü tebrik etmek gerekiyor. Elizabeth’i hiçleştirmeye, onu eski bir bez parçasına indirgemeye çalışan bu adamı, balık gözü perspektifle ve özellikle yemek yediği sahnede vücuduna yaptığı yakın çekimlerle adeta tiksindiriyor. Balık gözü lens, bildiğimiz üzere karakterlerin psikolojik durumunu, rahatsız edici veya garip bir atmosferi vurgulamak için kullanılır. Olağan perspektiften farklı olan bu açı, izleyicide gerginlik ve rahatsızlık yaratır. Bu seçimle, Elizabeth gibi izleyici de Harvey’de ve onun tüm varlığından tiksiniyor. Bu noktada eleştireceğim tek şey, aynı lensin, filmdeki diğer erkek karakterler için de kullanabileceği. Özellikle Elizabeth’in genç versiyonu olan Sue’nun etrafındaki erkekler, onu tıpkı Harvey gibi izlemektedir aslında. Bedene, güzelliğe, tazelik ve canlılığa aç olan erkekler… Onlar da son derece tiksindirici ve rahatsız edici.

Renk, kostüm ve mekan tercihlerine gelindiğinde, özellikle mekan ve dekor tasarımlarında Kubrickvari bir evren yaratarak The Shining (1980)’e referansların bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle Elizabeth’in kanalda girdiği lavabonun, koridorların renk ve dokusu The Shining’i hemen akla getiriyor. Bu noktada belki de karakterin içine girdiği psikolojiye ve işlerin tıpkı Cinnet’teki gibi kötüleşeceğine gönderme yapmış olabilir. “Pump It Up With Sue” adıyla pazarlanan Sue karakterinin kostümleri, şovun jenerik müzikleri ve yaratılan evren, o dönemin gösteriye ve abartıya dayanan televizyon dünyasını cinsellik, cazibe ve güzellik ekseninde başarıyla yansıtıyor. Sue’nun beden detaylarına odaklanan yakın çekimler ve “lolita” imajı, o dönemin reyting odaklı televizyon anlayışının, kadın bedenini bir pazarlama aracı olarak kullanma yaklaşımını absürt bir dille yansıtıyor. Ancak tam bu noktada eleştirdiğim ikinci şey, yönetmenin Sue karakterini eril bakışa göre düzenlenmiş kamera açısına uygun biçimde yerleştirmesi. Stilistik tercihleri daha eleştirel bir üsluba sahip olabilirdi ancak bana kalırsa filmin böyle bir derdi de yok. Kadın bedenine odaklanan teşhirci bir tercih yapması kuşkusuz dönemin ve karakterin ruhunu ortaya koymak için yapılan basit bir tercihten ibaret.

Eğer kadınların cinsiyetçi bir bakış açısıyla fallik bir nesne olarak sunulmasına dair bir derdi olsaydı yönetmenin, son derece yanlış bir tercih yaptığı söylenebilirdi. Çünkü unutulmaması gereken önemli bir konu var: Eğer toplumda şiddet var diye şiddeti doğrudan gösterirsen, eleştirdiğin şeyi pekiştirirsin ve şiddete bilinçsiz bir biçimde rol model olursun. Ancak toplumsal şiddet olmasına rağmen şiddeti doğrudan göstermeden anlatırsan, değişim için bir adım atmış olursun. Bedenin bu denli nesneleştirilmesi, izleyicinin de ağzı sulanmaya başlayan Harvey (kanal sahibi)’in gözünden izlemesine sebep oluyor. Ancak film yalnızca bir durum tespitinden ibaretse, absürt bir komedi ya da fantastik bir body horror olarak çok da eleştirel olmadan izlenecekse, konuşulacak çok da bir şey kalmıyor.

Filmin ilerleyen sahnelerinde mutasyona uğramış bir versiyon olarak ortaya çıkan “Monstro Elisasue” karakteri, hem sinemada makyaj sanatının performatif olarak nasıl bir noktaya ulaştığını gösteriyor hem de prostetik makyaj olarak adlandırılan bu çalışmayla ortaya çıkan karakteri, Frankenstein’a (1910) yaklaştırıyor. Kusursuz beden arayışıyla gerçekleştirilen beden tahribatı, grotesk ve trajedik bir şekilde bedensizlikle sonuçlanıyor. Bu durum, sadece fiziksel deformasyonun ötesinde, modern toplumun güzellik standartlarına ve bireyin kimliğini bedeni üzerinden tanımlama takıntısına da atıfta bulunuyor. “Monstro Elisasue”, hem bedenin bir sanat ve mühendislik ürünü olarak yeniden tasarlanmasını hem de bu tasarımın sonunda insanlığını kaybeden bir figüre dönüşmesini temsil ediyor. Böylece karakter, bir yandan insanın doğaya hükmetme arzusunu grotesk bir şekilde somutlaştırırken, diğer yandan bu arzunun getirdiği varoluşsal kaybı da trajedik bir dille ele alıyor. Film, bedenin sınırsız bir malzeme olarak kullanılmasının psikolojik ve fiziksel sonuçlarını hayranlık (Sue ile) ve tedirginlik (Elizabeth ve Elisasue ile) içinde bırakıyor.

Sonuca gelirken, filmde sinematografik anlamda en beğendiğim sahnenin açılış ve kapanış sahnesi olduğunu söyleyebilirim. Açılışta bir yıldızın doğuşu ve sönüşünü içeren uzun bir sürecin tek bir motif (caddedeki Elizabeth Sparkle yazılı yıldız simgesi) üzerinden anlatılması Casablanca filminin açılışına benzer şekilde oldukça yaratıcı ve estetik. Aynı şekilde kapanışta Elizabeth Sparkle’ın geçirdiği dönüşüm yine aynı motif üzerinden resmediliyor. Bir dönemin en çok ilgi gören yıldızlarından birinin, tıpkı Demi Moore’un kendi kariyerinde yaşadığı türden bir ilgi kaybını ve Elizabeth’in bir yıldızdan, mutanta dönüşmesini yaratıcı biçimde ortaya koyuyor bu ufak geçişler. Senaryo açısından bakıldığında fazlaca uzun bulduğum çözülme ve final bölümünü neyse ki bu sahne zenginleştiriyor. Aynı şekilde perde geçişlerinde ejderha ve kalp gibi figürlerin kullanılması da karakterin dönüşümünü destekleyen stilistik tercihler.

Özetle, özellikle Elizabeth’in kendisiyle yüzleştiği aynaya baktığında bedeninin yıpranmasına ve özünde yaşlanmasına karşı verdiği tepki Demi Moore’un takdire şayan performansıyla filmi yükseltiyor. Her ne kadar filmin çoğu sahnesinin, mesajını doğrudan iletmeye çalışan basit referanslarla kurgulanmış olduğunu düşünsem de absürt bir body horror olarak oldukça sürükleyici olduğunu da söylemem gerekiyor. Yönetmenin o sahneyi, o dekoru, o karakteri ortaya koyarken aklından ne geçtiğini, niçin o aksesuarı ya da diyaloğu koyduğunu kolaylıkla tahmin edebildiğim filmlerin beni içine çekmemesi tamamen kişisel bir durum. Yoksa The Substance kesinlikle 2024’ün izlenmesi gereken çarpıcı filmlerinden biri.