Lars von Trier sinema tarihinin gördüğü en radikal yönetmenlerden biri. Trier filmleri aracılığı ile insanları kutuplaştırma, rahatsız etme ve onların sınırlarını zorlama konusunda gerçekten bir usta. Bu yolda bir sürü metod ve tekniğe başvursa da bu filmlerin hepsini ortak noktada birleştiren bir özellik var bence; Duyguları Radikalleştirmek. Lars von Trier filmlerinde spesifik duygulara ve hislere yoğunlaşmayı seçen bir yönetmen; orgazmın verdiği zevk, öldürmekten alınabilecek haz gibi. Trier filmlerinde bu hissiyatları ve duyguları alıp onları radikalleştirene kadar, izleyicisini rahatsız ettirecek noktaya getirene kadar işliyor ve üzerine gidiyor.
Melancholia filmi de tam olarak bu anlayışa dayanıyor. Lars von Trier kendini çok melankolik bir kişi olarak tanımlıyor. “Çocukken her uçak sesi duyduğumda üçüncü dünya savası başlıyor sanardım” diyen yönetmen filmde kendisini hayatı boyunca sarıp sarmalayan bu hissiyatı sonuna kadar işleyip genişleterek izleyicisinin kemiklerine kadar hissetmesini sağlıyor. Trier kendine has methodları, oyuncularını kullanmaktaki ustalığını yine konuştursa da anlatımını bu kadar güçlü kılmasını gerçekleştiren, dahiliğini ve sanatsal bilincini bize yansıtan sinemanın farklı medyumları kullanabilme özelliğini mükemmelleştirmesi oluyor. Trier resim, müzik ve farklı akımlardan öyle örnekler seçiyor ki filminde kullanmak için bize sanatın aslında ne kadar sınır tanımaz olduğunu gösteriyor.
Film Peter Bruegel’e ait olan “Kardaki Avcılar” tablosu ile başlıyor.
Tablo başarısız bir avdan köylerine dönen birkaç avcının hikayesini anlatıyor. Mızraklarının boş olmasından anlaşılabileceği üzere avları başarısız geçen avcılar yorgun, umutsuz bir şekilde köylerine bakıyorlar. Hayatı ve akıcılığını muazzam detaylı bir kompozisyon ile anlatan Bruegel, tabloyu avcıların perspektifinden düzenleyerek yalnızca avcıların ve gözlemleyicilerin farkında olduğu umutsuzluk durumunun, melankolinin yakın zamanda sisli bir kış gecesi gibi köye çökeceği hissiyatını gözlemleyicilere aktarıyor. Trier de filminde tam olarak bunu yapıyor. Bruegel’in tablosundan sonra, adeta bir opera uvertürü olarak hazırladığı kompozisyonlar serisi izleyiciye filmin sonunda ne olacağını anlatıyor ve melankolinin film boyunca yavaş yavaş izleyiciyi ele geçirmesini sağlıyor.
Filmin açılışında Alman Romantizmi akımının en büyük bestecilerinden Wagner’in “Tristan ve İsolde” operasının uvertürü duyuluyor. Evinden koparılıp hiç tanımadığı, istemediği bir kral ile evlenmesi için bir yolculuğa çıkarılan İsolde’nin hikayesini ele alan bu opera, akımın ana temalarından olan kişinin gerçekler, yeni hisler ve kendi ruhuna açılan yeni pencereler peşindeki umutsuz yolculuğunun en önemli örneklerinden biri. Müzik de hikaye gibi üzücü ama bir o kadar kuvvetli ve Trier’in filminde yakalamak istediği ritmi oldukça sağlamlaştırıyor.
Lars von Trier filminde bu iki farklı medyumun muazzam örneklerini filmin yapısını sağlamlaştırmak ve anlatımını güçlendirmek için oldukça harmonik bir şekilde kullanıyor. Film melankoli hastalığından müzdarip olan Justine’in düğünü ile başlıyor. Justine’in gerçekliğe ve hissetmeye olan özlemini düğün sahneleri ile çok detaylı bir şekilde anlatan Trier sürekli olarak bu hissiyatları tablolar ve müzik ile güçlendiriyor.
Bir sahnede düğüne ve içindeki karmaşalara dayanamayan Justine kendini evin içindeki bir kütüphaneye kilitliyor.
Odanın içinde Kandinsky, Mondrian gibi sürrealist sanatçıların abstrakt eserlerinin açık olduğu kitapları gören Justine bunları Carravagio ve Bruegel gibi realist sanatçıların eserleriyle kapatıyor ve Trier bir kez daha tablolar aracılığı ile izleyicisyle konuşuyor, Justine’in modern toplumun anlamsızlığından kurtulmak için verdiği savaşı gösteriyor.
Düğünü iptal eden ve hastalığı gittikçe kötüleşen Justine, düğünün de gerçekleştiği ablası Claire ve eşi John’un evinde kalmaya devam ediyor. Bu sırada ise Melankoli isimli bir gezegen dünyaya doğru ilerliyor. John bilim insanlarının araştırmalarının doğru olduğunu ve gezegenin dünyaya çarpma ihtimalinin olmadığını söylüyor olsa da Trier bize filmin sonunu daha en baştan veriyor.
Melancholia, gittikçe yaklaşıp insanların hayatlarını, mücadelelerini anlamsızlaştırsa da Justine bir şeyler hissetmeye, bazı anlamlar bulmaya başlıyor. Trier filmde sürekli ve doğru zamanlamalı noktalarda Wagner’in bestesini çalarak varoluşu yok edecek olan bu tehlikenin aslında Justine’in peşinden koştuğu anlam olduğunu anlatıyor biz izleyicilere. Filmin sonunda, artık her şeyin kesin olduğu, yaşamın ve hayatın anlamsızlaştığı noktada hikaye ters dönüyor.
Filmin başından beri Justine’in ruh halini ve tavırlarını anlamakta güçlük çeken karakterler ve biz seyircilerin çoğunluğu, tanımlaması güç ama oldukça kuvvetli bir umutsuzluk, bir korku kaplarken Justine oldukça sakin ve huzurlu gözüküyor. İnsanlar ellerinden kayıp gidecek olan yaşamları, sevdikleri için çaresiz bir kaygıya kapılırken, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan Justine bir Alman Romantizm hikayesinde olduğu gibi peşinden koştuğu gerçekliğe kavuşuyor.