Soner Sert ile Filmi “Acı Kahve” ve Sinemanın Toplumsal Yansımaları Üzerine

Yazan: Gamze Çakan

Başrollerinde Nazan Kesal, Buçe Buse Kahraman, Reha Özcan, Şerif Erol, Atay Yıldız, Benian Dönmez ve Name Önal’ın yer aldığı, senarist ve yönetmen koltuğunda Soner Sert’in oturduğu “Acı Kahve”, Chantier Films’in dağıtımıyla 3 Ocak’ta tüm Türkiye’de seyirci karşısına çıkıyor.

Nişan töreni için kız tarafının evinde aileler bir araya toplanır. Kısa sürede gerginliklerini atan aileler rahat tavırlarla sohbet ederken damadın geçmiş yıllarda bir cinayet işlediği ortaya çıkar. Bu gelişme, toplumsal cinsiyet rollerinden sosyal meselelere değin bir dizi tartışmanın açılmasına neden olur. Maskelerin atıldığı bu gecede herkes rolünü layıkıyla yerine getirmeye çalışacaktır.

Yönetmen ve senarist Soner Sert ile filmi “Acı Kahve”, bağımsız film çekmenin zorlukları ve gelecek projeleri hakkında keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Seni makalelerinden, öykü ve kuramsal kitaplarından, kısa filmlerinden tanıyanlar var, ancak ilk uzun metraj filmin “Acı Kahve” ile çok daha geniş bir kitleye hitap ediyorsun. Seninle yeni tanışan sinemaseverler için kendinden bahseder misin?

Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölümü’nde okudum. Okul o dönem teoriden çok pratiğe yönelikti. Kısa filmler çekmeye başladım. Mezun olduktan sonra da uğraşmaya devam ettim. 9 Eylül’de sinema alanında master yaptım. Sonra doktoraya başladım. O tarihten bu yana 8 tane kısa film yazdım, yönettim ve yapımcılığını üstlendim. Bu filmlerle totalde 400’e yakın festivale katıldım. Ulusal, uluslararası 70’e yakın da ödül aldım. İki tane öykü kitabı yazdım. Birkaç tane sinema kitabı yazdım. Sinemanın Teorisi kitabını derledim. Devletsiz Bir Ulusun Sineması ve Yönetmenler İlk Filmini Anlatıyor adlı kitapları yazdım. Şimdi Yeni Sinemanın Felsefesi diye bir kitap derledim Galiba önümüzdeki ay çıkacak. Sinema üzerine yazmayı seviyorum. Teorik alanda çalışmak hoşuma gidiyor. Çeşitli kamu ve özel kuruluşlarda sinema üzerine atölyeler yapıyor, dersler veriyorum. “Acı Kahve” yazdığım, yönettiğim ve yapımcılığını üstlendiğim ilk uzun metraj sinema filmi. Heyecanlıyım. 3 Ocak’ta vizyona girecek.

Az önce bahsettin, yönetmenlerin ilk filmlerini anlattıkları röportajlardan oluşan bir kitabın var. Bu görüşmelerden edindiğin tecrübeler ilk uzun metraj filmini çekerken tercihlerini etkiledi mi?

Gazete Duvar 2016’da açılmıştı. O zaman ben bu teklifle gittim. Daha önceki dönemlerde yavaş yavaş çeşitli dergilerde ya da portallarda sinema üzerine yazılarım, makalelerim yayınlanmaya başlamıştı. Duvar kurulduktan sonra Genel Yayın Yönetmeni Ali Topuz’a “Yönetmenler İlk Filmini Anlatıyor” konseptli bir röportaj dizisi yapmak istediğimi söyledim. Anlaştık ve toplamda 90’a yakın yönetmenle haftada bir yayınlanmak üzere röportajlar yaptım. Kimi yüz yüze, kimi yazılıydı. Bunlardan 14’ünü bir kitapta topladım.

Sinemanın teorisine, prodüksiyon aşamalarına ve üretim biçimine dair çeşitli sorular sordum. Bu röportajlarda bağımsız filmlerin bakanlığın desteğiyle yapılması ya da buna alternatif bir yol bulunup bulunamaması üzerine çeşitli sorular da vardı ister istemez. Bu pratikteki kişilerle bunları konuşuyor olmak seni de düşündürüyor tabii ki. Hem ana akım sinemadan Gani Müjde gibi, hem de bağımsız sinemadan Hüseyin Karabey gibi pek çok isimle röportaj yaptım ve bana da faydası oldu.

Her birinin deneyimini dinliyor, notluyor ve röportaj taslağı haline getiriyorsun. Yüz yüze görüşmelerde kendi fikirlerini söylüyor, merak ettiklerini soruyorsun. Benim için önemli olan, benim gibi olan çok insan olduğunu bilmemdi. Verimli sohbetlerdi bunlar. Kitap da güzel oldu. Mesela Ertem Göreç’le Kartal’daki bir huzurevinde ilk filmini konuşmuştuk. Çok kıymetliydi. Sinema üzerine otobiyografi ve biyografi okumayı çok seviyorum. Zihin açıcı ve ilham verici oluyor. Çerçevesi kıymetliydi, hala da öyle olduğunu düşünüyorum.

“Acı Kahve”ye gelelim… Filmde, söz kahvesi gibi geleneksel bir ritüeli ele alırken, bu ritüelin içindeki çelişkileri ve toplumsal dinamikleri sorguluyorsunuz. Bu fikir nasıl ortaya çıktı ve neden kara mizahı tercih ettiniz?

Söz kahvesi meselesi sen söyleyince aklıma şunu getirdi: Film için ortak yapımcı aradığım dönemde bu geleneği İngilizce nasıl anlatacağım üzerine çok düşünmüştüm çünkü projeyi bir şekilde anlatmam gerekiyordu. İsteme merasimlerinde damada tuzlu kahve ikram ediliyor diyorum. Haliyle neden diye soruyorlar. Diyorum ki bu geleneğin toplumda şöyle bir gerekçesi var: Erkeğe tuzlu kahve ikram edilir, kadının bunu yanlışlıkla yaptığı düşünülür ve erkeğin bu hatayı görmezden gelmesi beklenir. Mantığı, daha doğrusu mantıksızlığı bu. Bu aslında öz itibariyle erkeği kutsamak için yapılmış bir ritüel çünkü tersi söz konusu değil. Dolayısıyla bu tip bir durumda kutsiyet atfedilen erkeğin bir hatasının olması beni cezbediyordu aslında.

İkincisi bu tip organizasyonlarda çokça bulundum – 58 tane kuzenim var ve çoğunun isteme merasimlerine katılmışımdır. Farklı gelenek, mezhep, din ve kültürden kişilerle yapılan bu tip organizasyonlar doğal olarak benim çok dikkatimi çekiyordu çünkü burada müthiş bir sahtelik var. Herkesin muhakkak ya başından geçmiştir ya da bir şekilde tanık olmuşlardır. Öz itibariyle bu sahtelik beni küçük burjuva taşlaması fikrine kadar götürdü. Bu sahtelik de en iyi kara mizahla anlatılır gibi geldi.

Totalde bir ev kurma, aile olgusu üzerine olumlu ya da olumsuz bir şeyler söyleyen bir film ya da fikir için beni etkileyen şeyler bunlardı. Nazan Abla Antalya’da bunu çok güzel açıklamıştı: “Aile o kadar iyi bir şeyse Narin’leri kim öldürüyor?”

Eskiden, 90’lı yıllarda, bir hemşeri büyükşehire köylülerinin/akrabalarının yanına taşındığında ona arsa ayarlanır, bina yaptırılır, mümkünse kendileri çalışırdı o binada. İlkel topluluklarda da gençler evlenince onlara ev yapılırdı. Kökeninde bir dayanışma vardı. Şimdiyse durum farklı. Yakın çevremden biliyorum, evlenecek çiftler kredi kartlarına yükleniyor, inanılmaz bir borçluluk hali oluşuyor ve neredeyse 2-3 sene sadece bu borçlarını ödemeye çalışıyorlar. Temelde her şey bir gösteriş mantığına dönmüş durumda. Düğün yapmak istemeseler de ilan etmek için yapmak zorundalar, hem de borç harçla, çünkü bunu bir şekilde ilan etmeliler. Bu aile meselesi kafamı kurcalayan bir şeydi. Özellikle isteme merasiminde bunu masaya yatırıp ilişkileri açıklayabilirim ve totalde bir küçük burjuva taşlaması yapabilirim diye düşündüm.

Tabii kara mizah da böyle bir anlatı için çok elverişli.

Evet. O sahtelikle kara mizahın çok uyumlu olduğunu düşünüyorum. Sahteliği ciddi bir şekilde anlatmak da mümkün olabilirdi, ama kara mizah bana daha cazip geldi. Sadece küçük ilişkiler üzerinden değil, örneğin Şerif Erol’un canlandırdığı Başkomiser Ekrem karakterinin kravatını düzeltmesi ya da Nazan ablanın ufak mimikleri ve kahkahaları gibi detaylarla da bu anlatım biçimi doğrudan ilişkiliydi. Bu yüzden türünün kara mizah olmasını istedim.

İlk uzun metraj filminde Nazan Kesal, Şerif Erol, Reha Özcan gibi güçlü oyuncularla çalıştın. Senaryoyu yazarken aklında bu oyuncular var mıydı? Oyuncu seçim süreci nasıl ilerledi?

Oyuncu seçimi şöyle gerçekleşti: İki farklı jenerasyon vardı. Üst jenerasyondaki oyuncular neredeyse yazarken bile kafamda belliydi. Onlara çeşitli aracılar vasıtasıyla ulaştım. Örneğin, Nazan Hanım’ı tanımıyordum ama Ercan Abi’yi tanıyordum, dolayısıyla onunla konuşup Nazan Hanım’a bir senaryo göndermek istiyorum, nasıl olur diye sordum. Genç karakterler için de tanıdığım insanlar vardı. Örneğin, filmde yenge karakterini canlandıran Name Önal; üniversiteden arkadaşım. Buçe de öyle. 9 Eylül’de ben yüksek lisans yaparken onlar lisans öğrencisiydi. Yazarken oyuncuları düşünmek benim için çok etkili bir yöntem. Tanıdığın bir oyuncunun ritüelleriyle yarattığın karakterin davranışları arasında bağ kurmak işi daha sahici bir hale dönüştürebilir.

Bir maskeli balo olarak başlayan hikaye, dramatik kırılmalar neticesinde maskelerin düşmesiyle birlikte tabiri caizse barbarların mücadelesine dönüşüyor. Filmdeki bu çatışmalar aslında modern Türkiye’nin yaşadığı dönüşümün bir mikrokozmosu gibi. Bu paralellikleri kurarken nelere hassasiyetlerin ya da endişelerin oldu mu?

Film, aslında bir topluluğun hikayesini anlatıyor. Yedi karakter var, arada girenler çıkanlar oluyor ama özünde iki ailenin birbirini yeme süreci bu. Ancak sinematik olabilmesi için sadece grupların hikayesi değil, karakterlerin kendi iç çatışmalarının da olması gerekiyordu.

Örneğin Birgül – hayatı yoksullukla geçen, kocası polis olan bir kadın. Kızını görece zengin biriyle evlendirmek istemesi onun açısından kötü bir şey değil. Ya da emekli başkomiserin İstanbul’da olası deprem riski nedeniyle eski evinin kentsel dönüşüme girmesini istemesi, veya diğer adamın çocuğunun arzularını yerine getirmek istemesi… Bu iç çatışmalar sinema açısından kullanışlı araçlar. Ben de karşıtlığı bunun üzerinden yaratmak istedim. Karakterler hem erdemsizlikleriyle hem erdemleriyle, hem iyilikleri hem kötülükleriyle var. Bu durum hikayeyi anlatmak için beni cezbetti, yoksa topluluğa olumlu bakmıyorum, kendimce onlarla dalga geçiyorum.

Bolca gri alan var, evet.

Diğer yandan da şu var. Bulunduğun dönemden etkileniyorsun, bu normal. Müteahhitin varlığı mesela – bir dönem her sokakta bir müteahhit vardı. Emlakçılıktan biraz anlıyorsan, insan ilişkilerine dair fikrin varsa, komşularını ikna ederek işe başlayabilirsin gibi. Saçma ama gerçek. Filmdeki durum da bundan bağımsız değil. Herkes sürecin bir parçası oluyor – “İnsan ilişkilerinde iyisiniz, burayı birlikte yapalım, siz işçilerin başında durun” gibi. Bundan 15-20 sene önce “kolektif film yapıyoruz, sen de işin ucundan tutarsın” diye filmler çekilmişti. Müteahhitlik meselesi de buna benziyor: Az biraz sıva, tuğla, doğramadan anlayan birine “hadi sen de yaparsın” deniyor. Günün sonunda da hepsi enkazın altında kalıyor, filmde olduğu gibi.

Tek mekanda geçen bir hikaye anlatmak hem senaryo hem de yönetmenlik açısından belirli zorluklar ve fırsatlar sunar. Bu durum senin için yaratıcı bir sınırlamam mıydı yoksa anlatıyı güçlendiren bir unsur mu oldu?

Yaklaşık 10 yıldan, hatta daha uzun bir süredir, tek mekanda geçen bir cezaevi hikayesi yazmayı düşünüyordum. Sanırım 2011 yılıydı, bu fikri karalamaya başlamıştım. Zamanla bu tür hikayelere daha fazla yoğunlaştım. Acı Kahve öncesinde yazdığım bir senaryo da tek mekanda geçiyordu. Bu yaz ikinci filmimi çektim, o tek mekanda değil ama yine aşina olduğum bir alandaydı. Sanırım dünyadaki tüm kayda değer tek mekan filmlerini izlemişimdir. Bunun üzerine fikir yürütmeye başlamıştım: Nasıl olur, nasıl anlatılır, bu tür yapılar nasıl işler?

Bir yandan da tiyatroya aşinalığımın etkisi oldu. Kendimce çok oyun izlediğim bir dönem geçirdim. Klasik ve çağdaş tiyatro metinlerini okuyarak, bu metinlerin neyi tartıştığını ve bunu nasıl yaptığını incelemeye başladım. Diyalog yazımı ve sahnelemeyle ilgili ciddi bir hazırlık süreci geçirdim. Ancak, tek mekan işlerde finansman bulmanın zorluğunu da deneyimledim.

Sistem açıkça şöyle işliyor: Bir ana akım yapımcı, 20 milyon lira yatırıp 50 milyon kazanabileceğini öngörürse projeye dahil oluyor. Ama tek mekan bir işe 1 milyon lira yatırıp 2 milyon kazanacaksa buna değmeyeceğini düşünüyor. Klasik kapitalizm mantığı. Eğer prodüksiyonu kendi ilişkilerinizle yapıyorsanız, avantajınız süreci daha hızlı tamamlayabilmek oluyor. Örneğin, ortalama bir film 3-4 haftada çekilirken, biz Acı Kahveyi 10 iş gününde çektik. Bunun dışında tek mekanın prodüksiyonel anlamda ciddi bir avantajını görmedim.

“Acı Kahve” bağımsız bir film. Bağımsız yapımların özellikle bütçe, mekan, dağıtım gibi konularda sektör filmlerine kıyasla daha fazla zorlukla karşılaştığı malum. Bu süreçte senin en büyük mücadelen neyle oldu ve bunları nasıl aştın?

Aslında şey gibi bu çağdaş sinemanın en büyük sorunu. Bunun kişisel cevabı nedir? Bağımsız sinema konusu dönem dönem tartışılıyor. Bir oyuncuya sorsan, özellikle hali vakti yerinde bir oyuncuysa en büyük sorun olarak “senaryo”yu gösterir. Bağımsız sinemacıya sorarsan para der, başka bir şey demez. Halihazırda tanıdığım, film yapan ya da yapmak isteyen yönetmen veya senarist arkadaşlarım için en önemli sorun para – para bulurlarsa film yapacaklar.

Benimle ilgili süreçte de en belirleyici olan kısım buydu. Filmi 10 günde çektik. Çok param olsaydı süreyi uzatabilirdim. Farklı seçenekleri zorlamak için 3 tekrar yerine 5 tekrar alabilirdik. 10 gün boyunca ağırlığı sen çekiyorsun. Çünkü en başta bir kişinin iradesi lazım oluyor. Bu süreçte hiçbir şeyi kayıp gibi görmüyorsun. Ben diyorum ama iş daha kolektif alana yayılmaya başladı. Ön hazırlık sürecini daha uzun tutsak, hata olasılığı olan durumları en aza indirebilme şansı artardı. Görüntü yönetmeniyle ışık için daha çok prova yapma şansı olurdu. Kriz yönetiminde bu tip riskleri azaltmak doğrudan parayla ilişkili.

Önceki bir röportajında taşra sinemasından ziyade şehir hayatını ve aile ilişkilerini anlatmayı tercih ettiğini belirtmiştin. Son yıllarda Türkiye sinemasında sıkça karşılaştığımız taşra anlatıları hakkında ne düşünüyorsun? Sence bu yönelim ülke sinemasını nasıl etkiliyor?

Eğer bu konuyla ilgili fikrimi soruyorsan, ben taşrada yaşamadım. İzmir’de doğup büyüdüm, ki bu şehir İstanbul’dan sonra en şehirleşmiş yerlerden biri. Dolayısıyla Acı Kahve’deki gibi tanık olduğum, bildiğimi düşündüğüm alanlar genelde şehirler. Anlatmaya çalıştığım şeyler genelde şehirlerde geçen, gözlemlediğim veya bildiğimi düşündüğüm alanlarla ilgili oluyor. Belki de insanlar taşra ile bağlantı kurduğu, taşrada yaşadığı ya da taşra daha görünür olduğu için böyle bir algı var. Bu durumun birden fazla dinamiği olabilir; samimi olanlar da var, olmayanlar da. Ancak ben böyle bir gelenekten gelmediğim için taşra temasıyla bağlantı kuramıyorum. Diğer yandan taşra hikayelerinin çok iyi örnekleri de var, çok kötüleri de. Üç tane taşra filmi izleyen biri de taşra filmi yapıyor gibi. Ama tersi de mümkün.

Bu tartışmada en çok dikkatimi çeken, Avrupa’da Türkiye’nin nasıl algılandığı. Özellikle Avrupa’da Türkiye sinemasının algılanışında taşra teması önemli bir yer tutuyor. Avrupa’daki festivallerde taşrada geçen filmler daha çok dikkat çekiyor gibi görünüyor. Elbette bunun istisnaları da var, ama genel eğilim bu yönde. Bu durum sinemamız açısından ilginç bir nokta.

Bence burada esas mesele, Türkiye sinemasının özgün bir dil oluşturamaması. Örneğin İran sineması kendi geleneklerini yaratmış durumda. Ancak Türkiye’de Avrasya’da konumlanmış olmasından mıdır bir ‘arada kalmışlık’ hissi var.

Estetik ortaklıktan bahsediyorsun. İran sineması örneğinde, Abbas Kiyarüstemi ve sonrasında gelen jenerasyon bir dönem ortak bir sinematik dil oluşturmayı başardı. Şimdiyse hepsi ya ayrıldı, ya film yapamıyor ya da zorlama filmler yapıyor. Dolayısıyla bu dil ya zorla sürdürülüyor ya da tamamen kaybolmuş durumda. Kuzey Avrupa Sineması ve Romanya Yeni Dalga gibi akımlar, tema ve estetik açıdan ortaklık kurarak bir denklik oluşturabiliyor. Çağdaş sinema için bu tür bir ortak dilin varlığı önemli. Ancak Türkiye dahil diğer ülke sinemaları için bu tür bir birliği sağlamak zor görünüyor; temel tartışmalar ve hikaye anlatım biçimleri bu noktada belirleyici oluyor.

Güney Kore örneği de ilginç. Benzer bir bir geçmişimiz var – darbeler, savaşlar. Onlar darbeler ve savaşlar gibi toplumsal travmalarını sinemalarına yansıtmayı başarmış bir ülke.

Öyle. Bence bir toplumsal sorunla önce kültürel olarak hesaplaşmak gerekiyor. Hesaplaşıldığında yeni bir hikaye, anlatım biçimi geliştirilebilir. Sen Güney Kore dedin. Latin Amerika’da da benzer bir durum var; darbeler ve geniş kitleleri etkileyen toplumsal meseleler üzerine yapılmış birçok film var. Ancak bu filmlerin çoğunda bu meselelerle kültürel bir hesaplaşma vardı. Örneğin, Fernando Solanas ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı ama geri döndüğünde büyük bir saygıyla karşılandı. Bu önemli bir eşik bence. Yılmaz Güney bugün yaşıyor olsaydı yine cezaevinde olurdu.

Bu durum, bağımsız sinemanın maliyetli ve zor bir alan olduğunu da gösteriyor. Film yapmak için yatırım bulmak zor, çünkü geri dönüş ihtimali düşük. Platformların film satın alma miktarları ortada. Bağımsız sinemada birkaç kişi dışında kimse para kazanamıyor. Halbuki ana akım sinema, bir filmin gelirinden yeni bir film için bütçe ayırma mantığıyla ilerliyor. Bu döngü bağımsız sinemada neredeyse imkansız hale geliyor.

Dijital platformlar izleyicilerin sinema ile olan ilişkisini büyük ölçüde dönüştürdü. Bir sinemacı olarak dijital platformların sunduğu bu değişime nasıl bakıyorsunuz?

Bu konu üzerine kitap yazılır değil mi? Kendi filmimden hareketle söyleyeyim. Çıkmadan önce defalarca sinemada izleme şansım oldu. Çünkü sesle, görüntüyle ilgili hatalar arıyorsun. Bizim jenerasyon için söylüyorum, oradaki süreçte sıklıkla izledikçe, filmi sinema için yaptığını anlıyorsun. Bu çok kıymetli bir şey. Ekrandan izlediğin zaman hiç aynı hissiyatı vermiyor. İkinci filmimi yaptığım zaman bunu fark ettim. İlk filmi yapmak çok ciddi bir deneyimdi, ikinci filmde ona o kadar fazla dikkat ediyorsun ki. Çünkü ekranda değil, perdede izlenecek. En ufak bir jest, mimik, el hareketi detaylarının ayrı bir anlamı var. Sacın bir ayağında bu estetik tartışması var.

İkincisi, özellikle Covid sonrası sinemanın görece tedavülden kalkmasıyla gelişen bir süreç. Platformlar o anda dünyayı ele geçirdi. Ama bir yandan da sinema ciddi bir kamusal alan, bir sosyalleşme alanı. Bunu reddetsek bile böyle bir karşılığı var.

Üçüncüsü, şimdi kendi filmim özelinde 3 Ocak’ta vizyona gireceğimiz için ister istemez sinema üzerine daha kapsamlı düşünmeye başladım. Bundan 6-7 sene öncesine kadar insanlar için sinemaya gitmek bir alışkanlıktı ve orada afişe bakıp filme giriyorlardı. Artık filme gidiyorlar. Kimse “sinemaya gideyim de bir bakayım afişte kim var” demiyor. Aslında şu an rakamların radikal anlamda değişmesinin temel sebebi bu. Çünkü o filmden haberdar olacak, ona gidecek. Ben oraya gideyim de orada başka bir afiş ya da ne bileyim bir şey görürsem ona gideyim gibi bir durum söz konusu değil ne yazık ki.

Sinemaya gitmek başlı başına bir kültürdü.

Evet hakikaten öyle. Şu an o kültür görece yok olmuş durumda. Bu önemli bir şey. Hakikaten kamusal alan, bir sosyalleşme alanı bizim için. Kendi öğrenci olduğum dönemden yola çıkarak söylüyorum, sinema okuduğum için değil, biz yine az film izleyen insanlardık. Yani sinemada az film izleyen insanlarız. Ama başka bölümlerde olan arkadaşlarım sinemadaki anı anını takip eden insanlar olarak çok daha fazlaydı. Hukukta okuyan, sosyal bilimlerde okuyan arkadaşlar daha çok sinemaya gidiyordu ve üzerine yeni bir tartışma alanı oluyordu o filmle ilgili. O bambaşka bir kültür. Şimdi tabii görece o azalmış durumda.

Son olarak gelecek projelerin hakkında bilgi verir misin?

“Acı Kahve”yle ilgili bir süreç var. 3 Ocak’ta vizyona girecek işte. Onun haricinde de geçen yaz “Annem Hakkında” diye yeni bir film yazıp yönettim. Onun süreci var, onunla uğraşıyoruz. Şimdilik bu kadar.

Çok teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir