İngiliz mizahını komedi ve realizmin bir araya gelip acı gerçekleri yüzümüze vururken aynı zamanda güldüren espri anlayışı olarak tanımlarsak eğer Rick Gervais’i şüphesiz bu türün en büyük isimlerinden biri olarak gösterebiliriz. Kendisini Meet Ricky Gervais ve Ricky Gervais Live: Animals gibi komedi şovlarından takip edenlerin de bildiği gibi kıvrak bir zekanın eseri olan kinaye becerisine The Office, Extras gibi dizilerde kara mizah yetkinliğini de ekleyerek zirvesine ulaşan Gervais’in tarzı muazzam övgülerin yanı sıra eleştirilere de sebep olmuştu. Özellikle 67. Altın Küre sunuculukları sırasında canlı yayın ile TV izleyicisine ulaşan Gervais; çizgiyi aşmakla, aşağılayıcı espriler yapmakla ve de kutsallara değer vermemekle itham edilmişti. Ancak bu eleştiriler üç kere daha sunuculuk yapmasının önüne geçemedi. Sebebi ise oldukça basit aslında: Gervais düşüncelerini, realitesini hiçbir çekincesi olmadan hatta bazen güldüğünüz için utanmanıza sebep olacak şekilde dile getiriyor. The Invention of Lying ve Derek gibi işlerinde ise tarzını korumanın yanı sıra “Neden doğru söylüyoruz?”, “Neden yalan söylüyoruz?”, “Neden doğru olanı yapmalıyız?” gibi birkaç temaya biraz daha ağırlık vererek “insani” yönünü bir nebze daha fazla ortaya çıkartıyor. Ancak Ricky Gervais’i tüm yönleriyle bir insan gibi görmek isteyenler için komedi-dram türündeki After Life’dan daha iyi bir seçenek olamaz.
Birinci sezonu 6 bölümden oluşan After Life, eşi Lisa kansere yenik düştükten sonra yaşamak için hiçbir sebep bulamayan ve intihar etmeye karar veren Tony’nin hikayesini anlatıyor. Küvetinde oturmuş bileklerini kesmek üzereyken çok sevdiği eşinin iyi bakmasını ve aç bırakmamasını tembihlediği köpeği ile göz göze gelen Tony jileti yerine bırakır, intihardan vazgeçer. Ancak bu noktaya kadar gelmiş olmasının ona bir nevi süper güç kazandırdığına inanır; ne düşünüyorsa, ne hissediyorsa artık çekinmeden dile getirmeye, ne istiyorsa onu yapmaya karar verir. Zira iyi, düşünceli ve tutarlı bir insan olmanın hiçbir avantajı yoktur, hatta olsa olsa dezavantajı vardır. Davranışlarının yükünü taşıyamaz hale gelirse de kendini öldürür biter. Nasıl olsa yaşamaya değer hiçbir şey yoktur hayatında. Örneğin sırf okulun yanından geçtiği için kendisine pedofili diyen tombul bir öğrenciye “Pedofili olsam bile, dönüp de senin gibi bir şişmana bakmazdım.” diyebilecek noktaya gelmiştir.
Yerel gazetedeki işinin boşuna olduğunu düşünmeye ve iş arkadaşlarına embesil muamelesi yapmaya başlayan Tony için her şey ve herkes tahammülünü zorlamak için karşısına çıkmaktadır. Kısacası Tony, Gervais’in gerçek hayattaki halinin çok ama çok üzgün haline dönüşmüştür. Yaşadığı realite artık onu mutlu etmez ve hatta kaçmak için eroin bile kullanır. İlk bölümden itibaren sergilediği tavrın bir dönüşüm olduğunu da Lisa’nın Tony’ye bıraktığı videolarda ne kadar iyi kalpli bir insan olduğundan bahsetmesinden, çevresindeki insanların ona yardımcı olma çabalarından, yeğenine ve yeni tanıştığı kimi insanlara oldukça insani davranmasından anlayabiliyoruz aslında. Dolayısıyla bütün antipatik hareketlerinin, yanlış kararlarının, tutarsız davranışlarının altında yatan sebebin hissettiği ve üstesinden gelemediği kayıp olduğu düşüncesi oldukça yoğun bir şekilde gösterilmeye çalışılmış. Bu hisler içindeyken ölümden sonrasına inanmayan bir ateist olarak (ki bu “İyi bir insan olursan cennette Lisa’ya kavuşursun” denklemini ekarte eder) neden insanlara iyi davranmaya devam etmesi gerektiğini, nasıl yoluna devam edebileceği başlarda istemeyerek de olsa yeniden öğrenmeye başlar.
Gervais tarafından senaryosu yazılan ve yönetilen After Life, özeti okunduğunda kesinlikle komedi unsuru barındırmadığını düşündürmesine rağmen özellikle haber araştırma sahnelerinde, Tony’nin huzurevindeki babasını ziyaretlerinde ve Tony’nin psikoloğuyla girdiği diyaloglarda dram unsurunu hafifletip komedi unsurunu arttırarak duygu karmaşasını garantileyen bir dizi.
Tom Basden, Paul Kaye, Tony Way, Kerry Godliman, Roisin Conaty, Ashley Jensen gibi Gervais’in önceki işlerinden tanıdığımız isimlerin yanı sıra Penelope Wilton ve David Bradley gibi ustalarla güzelleşen kadronun dinamiğini izlerken dizi yer yer The Office, Extras ve Derek’teki dinamikleri hissettiriyor. Gervais’in aşına olduğumuz bu dinamikleri sayesinde temelde birbirinden farklı, hatta bazen dayanılmaz karakterlere sahip insanların bir araya gelişini anlatan After Life, hayatta sahip olduğumuz tek şeyin etrafımızdaki insanlar olduğunu, onlara ölene kadar yardım etmemiz gerektiğini, kendimiz için üzülüp hayatı başkaları için de çekilmez hale getirmenin bir mantığı olmadığını savunuyor. Dolayısıyla izleyicisine daha ilk bölümden nasıl biteceğinin sinyalleri veriyor olsa da izlemesi oldukça keyifli olan, insani duygularımız, acılarımız üzerine düşündüren, sıradan hayatları, sıradan insanları kutlayan bir dizi olmasıyla övgüyü hak ediyor.
Bununla birlikte Hammock’un eserlerinin ağırlıkta olduğu, George Ezra, Nick Cave, James Taylor gibi isimlerle güzelleştiği hiç de sıradan ve rastgele seçilmiş olmayan müzikleri ile yalnızca hikaye anlatmıyor After Life, aynı zamanda izleyeni farkına vardırmadan mini bir müzik ziyafetine çekerek de mest ediyor.