Toplumsal algılardaki eşitsizlikler mevzu bahis olduğunda üzerinde durulması oldukça önemli olan olgulardan biri Cam Tavan Sendromu’dur. Bu sendroma adını veren deneyde belirli sayıda pire cam bir kavanoza yerleştirilmiş, camdan olan kapağı kapatılmış ve yavaş yavaş kavanoz taban kısmından ısıtılmıştır. Pireler sıcaklığın etkisi ile zıplayarak kaçmaya çalıştıklarında sürekli cam kapağa çarpıp geri sekmiştir. Bir müddet sağlama yapmak için cam kapak açılarak kavanoz tekrar ısıtılmıştır. Ancak bu sefer pirelerin zıpladıkları mesafeyi kasti olarak kısalttığı görülmüştür. Yani artık engel algısı ve de buna çarptıkça yaşanılan acı içselleşmiş ve de engel olmadığı anda dahi hareketler buna göre yeniden şekillenmiştir.
Buradan yola çıkarak sendrom olarak değerlendirildiğinde görünüşte aksini işaret eden bir durum olmamasına rağmen dikkatli bir şekilde bakıldığında belirli bir ve birden fazla grubun bir veya birden çok sebeple diğerlerinden daha hakir görülmesi durumudur. Bu durumu en çok körükleyen tutumlardan biri de hakir görülen gruptaki insanların da bu durum hakkında farkındalığının olmaması veya farkında olup engelleri içselleştirmiş olmalarıdır.
Bağımsız Sinema’nın bize verdiği yetkiyle 8 Mart’ın şerefine kimilerine göre hayatın yansıması olduğu düşünülen film dünyasında kadınlara yönelik cam tavan kamera önünde ve arkasında nasıl ve ne şekillerde kaşımıza çıkar değerlendirmek istedik. Kadınlar Günü kutlamamıza gerek kalmayacağı bir gelecek umuduyla, keyifli okumalar dileriz.
Filmleri Yaratan Kadınlar
Neredeyse her alanda olduğu gibi sinema sektöründe de erkek film yazarlarının, yönetmenlerin, prodüktörlerin sayı olarak büyük üstünlüğe sahip olduğu bariz bir şekilde görülmektedir. Nicelik karşılaştırmasına gidecek olursak 2020’de büyük gişe başarısı elde etmiş 250 filmin yüzde 17’sinin kadın koltuğunda kadın yönetmenler olduğunu görebiliriz. “En İyi Film” dalında Oscar alan ilk kadın yönetmenin 2010 yapımı Hurt Locker ile Kathryn Bigelow olduğunu ve geçtiğimiz sene de Nomadland ile Cloe Zhao’nun aynı ödülü aldığını düşündüğümüzde olumluymuş gibi görünebilir. Ayrıca Akademi Ödülleri bir yönetmenin başarısını tescilleyen yegane platform olarak alınamayacağı, bunun yanı sıra aday gösterilmeye değer yönetmenlik becerilerine denk gelinmediği öne sürülebilir. Ancak kadınların 1896 yılından beri yönetmenlik koltuğuna oturduğunu (bkz: Alice Guy Blache), ve Akademi Ödülleri 1929’da verilmeye başlandığından beri yalnızca 7 kadın yönetmenin aday gösterildiğini düşününce biraz daha gerçekçi ve istatiksel argümanlara ihtiyacımız olduğunu görebiliriz. Bağımsız sinema alanına baktığımızda kadınlar tarafından yönetilen filmlerin oranı yüzde 38 ile Hollywood’dan daha pozitif bir durum gösterse de yönetmen, senarist, prodüktör, idari yapımcı, editör ve görüntü yönetmeni gibi kilit pozisyonlara baktığımızda neredeyse yarı yarıya fark olduğunu görebiliriz.[1]
Sayılardaki orantısızlık ve başarılı olan kadınlara paye verilmede gösterilen gönülsüzlük, kadınların başrolde veya yapımda görünür olduğu yapımların değerlendirilişlerini de olumsuz etkilemekte. Bu tarz yapımların sayısındaki azlık absürt derecede ince ve detaycı eleştirilere maruz kalırken başrollerin kadınlara verildiği yapımlarda Hazal Kaya’nın oyunculuğundan ‘nefret’ ettiğini belirten Ahmet Hakan’ınkinde görüleceği gibi orantısız ve derinliksiz olmakta. Burada değinilmesi gereken bir diğer konu ise bu tarz yapımlardaki başarısızlığın tüm bir gruba mal edilişi. Sinema tarihi boyunca kadınlara verilen “ilk” olma payesinin milenyumdan sonraya kalmasının sebeplerinden biri de bu durumdur. Nitekim 100 milyon dolarlık bütçeye sahip yapımlarda kendisine itimat edilmiş kadın yönetmen sayısı 2019 yılında yalnızca 9’du. Patty Jenkins ise 2017 yapımı Wonder Woman ise bir kadın yönetmen tarafından çekilen ilk büyük bütçeli ve büyük gişe başarısı elde eden film oldu.
Ekranın Önündeki Kadınlar
Proje yapım sürecinde kadınlara ayrılan alanın darlığı senaryodaki kadın tasvirlerini etkilemekte. Bir bakıma toplumsal cam tavan sendromu ile ilgili olan bu duruma göre erkek başrollerin yoğun olduğu yapımların evrensel konuları ele aldığı düşünülürken; kadınları konu alan, kadınlar tarafından yazılan ve/veya yönetilen filmlerin ekseriyetle kadın izleyicilere yönelik olduğu algısı halen varlığını hissettirmekte. Dolayısıyla kadın karakterlerin stereotipik tuzaklara düşmesi bir kenara kamera önündeki ekran süreleri de bu algıdan etkilenmekte. Araştırmalara göre 2020 yılında çekilmiş olan filmlerin yalnızca yüzde 29’u kadın başkahramana sahipti. Aynı şekilde toplumsal estetik algıları sebebiyle kırk yaşın üstündeki kadın karakter sayısı yüzde 32’de kalırken bu oran erkeklerde yüzde 52’ye kadar çıkmaktadır.[2]
Bu noktada ele alınması gereken konulardan biri de erkek yazar ve yönetmenler tarafından yazılan karakterler sorunsalı. Tabiki kadınlar erkekler hakkında ve odağında filmler çekebileceği gibi erkekler de aynı şeyi yapabilir. Ancak bu noktalarda öngörü ve içgörü için, hiç değilse de doğallığı korumak adına danışmanlara sahip olmak oldukça önemlidir. Günümüzün en çok konuşulan yapımlarından biri olan Euphoria’ya baktığımızda bunun negatif bir örneğini görebiliriz. Euphoria’nın büyük bir çoğunluğu çeşitli yaşlarda ve konumdaki çeşitli kadın karakterlerin davranışları ve kararları çevresinde gelişmesine rağmen Sam Levinson’ın 18 bölümü birden kendisinin yazması, bir ‘yazar odası’ veya senaryo danışmanlarının olmayışı da dizi/film sektöründeki ‘mansplaining’ örneklerinden biridir. Keza dizinin ikinci sezonunda birçok kadın karakterin gereksiz cinsellik sebebiyle çıplak sahnelerinin azaltılmasını veya kesilmesini istemesi bu düşünceyi destekler niteliktedir.
Birleşmiş milletlerin Emma Watson önderliğinde başlattığı He for She gibi kampanyaların sinema dünyasında yankı bulmasının yanı sıra MeToo ve Time is Up hareketi ile birlikte oldukça görünür ve konuşulur hale gelen kadın-erkek eşitsizliği, kadın oyuncuların da ciro sağlama konusunda erkeklerden eksik kalmalarına rağmen ücret konusundaki eşitsizlikle de birleşince günümüzde Lady Bird, Fleabag, Bridesmaids gibi farklı kanallarda birçok güzel örnekler olmakla birlikte süregelmiş olan stereotiplerin varlığı ve yerleşikliği yadsınamaz bir durumdur. Karakterlerin derinlikleri ve gelişimleri ele alınacak olduğunda akla ilk gelen stereotipiler aseksüel kariyer kadınları (Devil Wears Prada’dan Meryl Streep) , zeki vs güzel ikilemine oturtulan kadınlar (ikisi birden olunabilineceğini sanırım ilk defa Legally Blonde’da eğlenceli şeklde görmüştük), genellikle azınlık karakterler tarafından canlandırılan ‘çılgın’ kız arkadaş kadınlar (en taze örneklerinden biri Emily in Paris’ten Ashley Park), erkek karakterin gelişimi için kullanılan ve gözden çıkartılabilinecek kadınlar (Supernatural, Mr. Robot ve Game of Thrones’daki birçok kadın karakter) , eski sevgili olduğunu hazmedemeyen kadınlar (Vicy Cristina Barcelona’dan Penelope Cruz, Orange is the New Black’ten Lorna Yael Stone), ‘manic pixie dream girl’ kadınlar (500 Days of Summer’dan Zoey Deschanel) ve daha nicesi olacaktır. Bu karakterlerin hayatta karşımıza çıkabilecek ve anormal olmayan karakterler olmakla birlikte burada getirilen eleştiri söz konusu kadınların tek boyutlu şekillerde kaleme alınmaları ve canlandırılmaları. Öne çıkan özelliklerini destekleyen veya açıklayan hikayelerin genellikle paylaşılmaması ve “bu da işte böyle bir karakter” tadında sunulması. Bu noktada cam tavandan çok toplumsal algıların devreye girdiğini kabul etmekle birlikte söz konusu sendromun kalıpların dışına çıkmayı hoşgörüyle karşılamadığı ve bu şekilde denklemde yer aldığını düşünebiliriz.
Cam Tavanları Yıkmak Üzerine
Buraya kadar var olan ve yavaş bir değişim halinde olan sinema sektörünün kadına bakışını konu aldık. Peki nasıl hızlanır bu değişim? Greta Gerwing, Sofia Coppola, Agnes Varda, Jane Campion, Tina Fey, Mindy Kaling gibi oldukça çeşitli ve başarılı işler sunan kadın yönetmen, yazar, yapımcının varlığı nasıl daha görünür kılınır?
Bu metni bile internet üzerinden paylaştığımızı, altına da sosyal medya
aracılığı ile yorumlar yazılacağını düşündüğümüzde olumlu etkiler yaratmak için
ilk araç yine sosyal medya olacaktır. Tektipleştirilen kadın karakterlerin
olduğu yapımların ne kadar eskide kalan fikirlere ait olduğunu vurgulamanın
yanı sıra kadınların kamera önünde ve arkasında yer aldığı ve de beğendiğimiz
yapımları da öne çıkartmak bir seçenek olacaktır. Nitekim Cannes Film
Festivali’nde ve BAFTA’da kadın yapımlarının gerektiği kadar yer almadığını
eleştirmeleri sonucu eleme ve seçim sistemlerini değiştirme noktasına gelmeleri
bu konuda izleyici görüşlerinin ne kadar kale alındığını göstermektedir.
Sistemsel destek ise kadınların görünür olduğu yapımlara ayrılan bütçenin
arttırılması, gişede eşit şanslar sunulması, sinema sektörüne ait karar verici
mercilerdeki kadın sayısının artması olumlu yönde gelişime destek olacak olan
aksiyonlardan sayılabilir. Dünya Ekonomik Forumu verilerine göre güncel ivme
hızıyla devam etmesi halinde kadın ile erkek emeği arasındaki farkın kapanması
için yüz yıl kadar sürecek olduğunu düşündüğümüzde cam tavanlar kolay kolay
yıkamasak da neden çatlaklar oluşturmayalım?
[1] https://variety.com/2020/film/news/women-directors-writers-independent-films-study-shows-1234805682/
[2] https://variety.com/2021/film/news/martha-lauzen-mans-celluloid-world-report-2020-female-protagonist-movies-representation-1234950153/