Dünya Promiyeri 41. Uluslararası Moskova Film Festivali’nde yapılan Kapan’ın yönetmeni Seyid Çolak ile ilk uzun metrajlı filmi hakkında konuştuk. Başrollerinde Onur Dilber, Münibe Millet, Serkan Altıntaş ve Sami Aksu’nun yer aldığı Kapan’ın senaryosunu Güven Adıgüzel ile birlikte kaleme alan yönetmen ile, taşranın mekânsal izlerini sürdüğü hikâyesi ve sinema serüveni hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Filmde, A. Touraine’nin şu sorusu akıllara geliyor, “acaba insanlık doğayla olan ittifakını yıkmakla, kendisini geleneksel baskılardan kurtulmuş ve yazgısının efendisi zannettiği bir anda yabanıllaşmakla mı meşgul?” Filmde, beni etkileyen ve biraz da günümüz insanını hatırlatan bir sahne de var. Cenaze çıkışı ana karakterlerden birinin kalabalığa, sipariş ettiği küveti taşıttığı sahne. Bu sahne sanki, sınırlarını kaybetmiş, postmodern insanın absürt halinin bir tasviri gibi karşımıza çıkıyor. “Saçma”nın vurucu parodisi gibi.
Filmin hikayesinin çıkış noktası neye dayanıyor? Nasıl karar verdiniz?
Uzun metraj senaryo yazım aşamasında farklı farklı hikâyeler yazdım ancak içime sinmedikleri için onları çöpe attım. Bir farklılık arıyordum. Özgün bir karakter ya da mekân. Mada Adası’ndan Atlas Dergisi’nin bir sayısında haberdar olmuştum. Daha sonra Mada isimli belgesel seyretmiştim. O dönemde kısa film çektiğim için ada üzerine çok düşünmüyordum. Sonra Mada’ya hikâye ve karakterler kurguladım. Güven Adıgüzel’le konuştuktan sonra birlikte senaryolaştırabileceğimize karar verdik. Mada hem görsel anlamda hem de lokasyon anlamında çok cazip bir yer.
Filminizin 41. Moskova Uluslararası Film Festivali’nde başlayan ve sonrasında devam eden bir festival macerası oldu. Bu yolculuk hakkında neler söylemek istersiniz?
Uzun metraj film çekmek ve dünyanın sayılı festivallerinden birinde açılış yapmak büyük bir hayalimdi. Filmimizin daha görünür olması için dünya prömiyeri yaptığınız festival önemli oluyor. Moskova Film Festivali’ne seçilme sürecimiz hatırladığımda dahi beni tekrar tekrar mutlu eden detaylarla dolu. Fildişi Sahilleri’nde bir iş için gittiğimde almıştım haberi. Yolculuk halindeydik. Haberi alır almaz içim içime sığmayan çocuklar gibiydim. Uzun süre festivalin bizim filmin seçildiğini açıklamasını bekledik. Bizim haberimiz vardı ancak paylaşamıyorduk. Festival paylaşınca biz de sevdiklerimize söyledik. Oyuncu ve ekip arkadaşlarımızla Moskova’ya gittik. 20 Nisan 2019 günü ilk uzun metrajım seyirciyle buluştu. Bu tarihi hayatım boyunca unutmayacağım. Daha sonra dünyanın çeşitli ülkelerinde ve ülkemizdeki festivallerinde seyirciyle buluştu. Kimi festivallerden ödül aldık kimisinden de elimiz boş döndük. Kısa filmlerimde de deneyimlediğim bir gerçek vardı. Filmimizin seyirciyle buluşması gerçekten en büyük ödüldü. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. İlk başlarda ödüllere fazla önem veriyordum. Hatta almadığım için çok üzülüyordum. Sonra ödüllerin değil de seyirciyle film üzerine konuşmanın ve tartışmanın daha güzel olduğunu fark ettim. Ödüller onun için geri planda kaldı. Butik ya da prestijli festival. Benim için fark etmiyor, gidip seyirciyle filmimizi seyrediyorum.
Filminizin senaryosunu Güven Adıgüzel ile birlikte yazdınız. Senaryoda iki kişinin imzasının olması yazım sürecinde zorluklar çıkardı mı? Süreçleriniz nasıl gelişti?
Aslında en başta iki farklı şehirde olduğumuz için zorlanacağımızı düşündük. Daha sonra telefonla yol almaya başladık. Bu şekilde de ilerlediğini görünce buluşmaya ihtiyaç duymadık. Geceleri telefon görüşmeleri yaparak senaryo üzerine tartışıyorduk. Senaryoyu 14-15 kere değiştirdik. Önemli isimlerle senaryo konusunda destek aldık. Okuttuğumuz bazı kişilerin eleştirilerini dikkate alıp değişiklikler yaptık. Süreç başlı başına yeni tecrübelerle geçti. Senaryonun 16. hali filme aktarıldı.
Filmin oyuncu kadrosunda henüz ilk uzun metrajında oynayan isimler de mevcut. Bu isimlerle çalışmak ve onlara rollerini doğru bir şekilde aktarmayı nasıl gerçekleştirdiniz?
Aslında Kapan’ın ilk olgunlaşma evresinde Isparta Üniversitesi’nde oyunculuk bölümünde okuyan arkadaşlarla görüştük. Orada okuyan bazı arkadaşları filmimize dahil ettik. Çeşitli tiyatro oyunları seyredip sinema filmlerinde dikkatimi çeken oyuncuları not ediyordum. Filme gidebilecek oyuncular az çok olgunlaşmıştı. Ancak süreç çok farklı ilerledi. Kast ajansıyla çalışmaya başladık. Onların önerdiği isimler üzerinden deneme çekimleri gerçekleştirdik. Benim önerdiğim isimlerle de iletişimler kuruldu. Ancak çoğu oyuncunun ya devam eden bir dizisi ya da beklediği bir projesi vardı. Farklı oyuncularla anlaştık. Ancak set tarihini ertelediğimiz için o oyuncular da dizilere girdiler. Sete girmeden birkaç gün önce yeni oyuncularla anlaşıp o şekilde yola çıktık. Halit karakterini canlandıran Yüksel Akça’yla daha önce kısa filmlerimde çalışmıştık. Onu tanıyor ve neler yapabileceğini biliyordum. Onur Dilber, Serkan Altıntaş, Münibe Millet, Sami Aksu, Yasemin Girgin kısa zamanda karakterlerini özümsediler ve gerçekten çok iyi oyunlar verdiler. Bazı zamanlar doğaçlamaya izin veriyor kimi zaman da senaryoya sadık ilerliyorduk. Oyunculuk anlamında süreç iyi ki de beni bu şekilde devam etmeme neden oldu. Hem çok iyi oyuncularla çalışmış olduk, hem sinemada yeni yüzler görmüş olduk hem de ben güzel arkadaşlıklar kazandım.
Filmin çekildiği hava koşulları da bir hayli sert görünüyor. Göl üzerindeki çekimler görsel açıdan çok etkileyici. Ama izlerken çekim zorluklarını da düşündürüyor. Çekimleri olumsuz yönde etkileyen durumlarla karşılaştınız mı?
Filmin buzlu ve karlı sahnelerini Ardahan’ın Çıldır Gölü’nde çektik. Bu benim için ilginç bir deneyim oldu. Çünkü uzun metrajımın ilk gününde soğuk bir havada, sürekli esen rüzgarla birlikte buzun üstüne final sahnesini çekerken buldum kendimi. Hava koşulları ve atmosfer zorlu gibi görünse de işimizin bir parçası olduğu için çok da hayıflanmadım. Kimi oyuncularımızın rahatsızlanması sıkıntı oldu. Sami ve Serkan’ı hastaneye götürmek zorunda kaldık. Ancak her ikisi de çabuk toparladı. Büyük bir problem olmadan Ardahan çekimlerimizi tamamladık. Mada Adası çekimleri de ulaşım anlamında kimi problemler yaşadık. Ancak oradaki çekimleri düşündükçe hala duygusallaşıyorum. Benim için unutulmaz günlerdi. Çok güzel insanlar benim hayalime ortak oldular ve sorunsuz bir şekilde hayata geçirdik projeyi. Emeği geçen herkesi ömrüm boyunca unutmayacağım.
Genelde alışık olduğumuzun dışında bir taşra izledik. Tabi hikâye gereği gölün merkez olduğu bir taşra. Mekân seçimini nasıl gerçekleştirdiniz?
Taşra, 2000 sonrası bağımsız sinemacılarımızın kullandığı en önemli karakter aslında. Karakter kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü genellikle taşrada geçen filmlerde mekân çoğunlukla karaktere dönüşüyor. Şehirde ise bu çok mümkün olmuyor. Şehrin içinde karakteri seyredebilirsiniz ancak şehri bir karakter olarak kolay kolay yansıtamazsınız. Hem anlatı hem de görsel anlamda taşra, size bir derinlik olanağı sağlıyor. Bir nevi yönetmenin elini güçlendiriyor. Taşra karakterleriyle, şehirli karakterleri de aynı değil. Bana göre taşra insanları daha özgün hayatlar yaşıyor. Şehir insanı ise daha stabil ve keşfe pek açık olmayan yaşam sürüyor. Tüm bunları göze alındığında sinemacıların taşra sevdasını da az çok anlamış oluruz. Ben sadece güzel resim verdiği için değil. Derinliği buralarda daha iyi yakaladığımız için kamerayı taşraya çevirdiğimizi söyleyebilirim. Ancak hep taşra hikayesi anlatmak da istemem. Fark türlerde ve şehirde geçen hikayeler de çekmek isterim. Sinema yolculuğum nasıl şekil alacak çok bilmiyorum ve bu anlamda bir planlama da yapmadım.
Ülkemizde bağımsız filmlerin salon bulamama gibi bir problemi bulunuyor. Siz bu noktada salon bulmada sorunlar yaşadınız mı pandemi etkisini de göz önüne alırsak?
Bağımsız sinemacılar “İnsana ve hayata dair bir şey söyleyeceğim” iddiasıyla yola çıkıyor. Aslında kendi kendimize özgün ve özgürlük alanı açıyoruz. Bunun da olumlu ya da olumsuz karşılıkları oluyor. Kapan filmimiz festivaller vasıtasıyla toplamda yaklaşık 25 farklı ülkede seyirciyle buluştu ve toplamda 35 festival gezdi. Aslında seyirci dediğimiz şey sadece rakamlardan ve biletlerden ibaret olmadığını düşünüyorum. Yine Türkiye’de festivaller aracılığıyla 10’dan fazla şehirde seyircilerle söyleşi yapma imkânı yakaladık ve onlarla filmimizi seyrettik. Yaptığım film bir vesileyle seyirciye ulaşıyor aslında. Hele de teknoloji çağında ve dijitalleşmenin hızlı bir şekilde gerçekleştiği günümüzde seyirciyi sadece “biletli” olarak algılamak yanlış. Bunun pek bir anlamı kalmadı artık. Üniversiteler, belediyelerin sinema salonları, dijital platformlar artık bağımsız sinemacılar için seyirciye ulaşılabileceği alanlar oldu diyebilirim. En azından ben bu şekilde hareket ediyorum. Salgın dijital platformlara olan ilgiyi artırdı. Bununla birlikte insanlar belirli bir konfora da alışmış oluyor. Zaten hemen hemen herkes evini sinema salonuna çevirmeye çalışıyor. Teknolojinin gelişmesi ve ulaşımı anlamında maliyetlerin giderek düşmesi sinema salonları için aslında tehlike çanlarının çaldığının işaretiydi. Salgınla birlikte ‘sinemaya gitmek’ olgusu da büyük ket yiyecektir.
Önümüzdeki sürece dair projeleriniz hakkında bilgi alabilir miyiz? Obruk diye bir çalışmanız olduğunu biliyoruz. Onunla ilgili çalışmalarınız nasıl ilerliyor? Bu çalışmanıza dair bizimle paylaşabileceğiniz ipuçları var mı?
Obruk isimli ikinci uzun metraj üzerine çalışıyorum. Onu hayata geçirmek için çabalayacağım. Obruk filmimiz özellikle de İç Anadolu Bölgesi’nde oluşan devasa çukurların bölge halkına yaşattığı olumsuzlukları anlatan bir film olacak. O çukurları korku unsuru olarak kullanacağız ve bölgedeki dönüşümü bir kadın karakter üzerinden anlatmaya çalışacağız. Beni heyecanlandıran bir iş. Ayrıca İstanbul’da hayatlarını devam ettiren Şaman (Kham) Akagu Cenk Sertdemir’in birkaç gününü gözlemleyerek ve ayinlerine katılarak Ataların Uykusu isimli bir belgesel hayata geçirdik. İlk ciddi belgesel çalışmam. Şimdilik kurgu aşamasında. Obruk’u çekmeden önce Donuk Kule isimli bir kısa film hayata geçirmek istiyorum. Uzun metrajdan sonra belgesel ve kısa film çekerek kendimi bu türlerde yeniden sınamak istiyorum.
Etkilendiğiniz dünya sinemacıları var mı? Ya da günümüz sinemasından takip ettiğiniz yönetmenler kimler?
Aslında sinemaya bakış açımı değiştiren akımlar ‘İtalyan Gerçekçiliği’ ve bizdeki ‘Toplumsal Gerçekçi’ filmlerdir. Özellikle de Vittorio De Sica’nın dünyasını seviyorum. Fritz Lang’e ve filmlerine ise gıptayla bakıyorum. İlk dönem filmleri dahice geliyor bana. Tim Burton’un masalsı anlatısı da çok cazip duruyor. George Romero da farklı türler anlamında keşfedilesi bir yönetmen. Krzsyztof Kieslowski, Abbas Kiyarüstemi, Ingmar Bergman, Michalangelo Antonioni, Yasujiro Ozu ve Akira Kurosava derinlikli sinemanın bendeki karşılıklarıdır. Bizde ise Memduh Ün (özellikle de ilk dönem filmleri), Lütfi Ömer Akad, Metin Erksan, Ömer Kavur, Reha Erdem ve Nuri Bilge Ceylan’ı sayabilirim. Andrey Zvyagintsev, Alejandro González Iñárritu, Dardenne Kardeşler, Darren Aronofsky, Emin Alper, Mustafa Kara, Vuslat Saraçoğlu, Erdem Tepegöz, Yeşim Ustaoğlu gibi isimler de yeni film çekse de seyretsem dediğim yönetmenler. Rahmetli Seyfi Teoman da bu listenin içindeydi.