Yaşamaya Bak adıyla Türkçeye çevrilen film poetik siyah beyaz görselleri, soundtrack’leri, fonetik ismi ve Joker’le kariyer zirvesi yapan Joaquin Phoenix’in sonraki ilk işi olması gibi özelliklerle epey heves uyandırıcı bir vitrine sahip. Filmin sinopsisindeki bir radyo muhabiriyle küçük yeğeninin “yol filmi” vurgusu beklentiyi yukarı çekiyor. Ancak peşin peşin söyleyeyim, neresinden tutarsanız tutun bunun bir “yol filmi” sayılamayacağı daha başlardan belli. Hikâye Los Angeles’tan New York’a, oradan New Orleans’a uzansa da yol belleğine dair izler yok. Yalnız bir radyo gazetecisiyle meraklı yeğeninin arasında filizlenen bir “dostluk filmi” izliyoruz.
Johnny (Joaquin Phoenix), Los Angeles’daki kız kardeşi Viv’in (Gaby Hoffmann) ricasıyla yeğeni Jesse’ye (Woody Norman) bir süre göz kulak olmak için onları ziyaret ediyor. Bipolardan muzdarip kocasının tedavisiyle ilgilenmek zorunda olan Viv’i bir süreliğine rahatlatma görevini üzerine alıyor. Kendisi için de bir değişiklik olacağını gözeterek küçük Jesse’nin sorumluluğuyla başbaşa kalıyor. Planın biraz dışına çıkıp Johnny’nin işleri için birlikte seyahat etmeye başlıyorlar. Johnny hazırladığı radyo belgeseli için şehir şehir dolaşarak çocuklarla röportaj yapıyor. Onlara önce nasıl bir gelecek düşlediklerini soruyor. Dileklerini, mutlu anlarını ve hayal kırıklıklarını paylaşmalarını istiyor. Hepsinin hikâyesi birbirinden farklı olsa da arzular benzeşiyor.
Siyah Beyaz Şehirler ve Sorular
Eğer sinematografideki kaşe Robbie Ryan’a ait olmasaydı filmin siyah beyazlığının lüzumluluğu sorgulanabilirdi. The Favoruite’la Oscar’a çok yaklaşan Ryan’ın kadrajları baştan itibaren filmi taşıyor. Güneşli Los Angeles caddeleri ile kaotik New York planlarının siyah beyazın keskin kontrastı altında ayrışmalarını beyaz perdede izlemek güzel. Karakterlerin duygudurumlarıyla uyumlu manzaralarla ilerliyor planlar. 2010’da The Beginners’ta baba oğul, 2016’da 20th Century Women’la anne oğul temalı filmleriyle tanıdığımız Mike Mills yine öykülemeyi sevdiği sakin bir aile içi dramasıyla karşımıza çıkıyor. Bu defa anne ile oğulun arasına kendi halinde yaşayan bir dayı giriyor. Mills bir röportajında “pek konuşmanın olmadığı bir evde büyümüş biri olarak, sadece dünyaya bakmaya alışığım.” demiş. C’mon C’mon’daki Johnny Dayı tam da böyle bir alışkının ortasından bakıyor yaşama. Birkaç arkadaşı dışında yalnız, günlerini sessiz sedasız geçiştirmekten başka tasası yok, soruları hep başkalarına soruyor, kendi cevaplarını düşünmeye vakti yok. Ta ki zor soruları bu defa ona soran meraklı çocuk ortaya çıkana kadar. Aralarındaki dostluğun temeli burada kuruluyor. Bir görevi yerine getirir gibi ona kitap okurken çocuk araya girip neden evlenmediğini soruyor. Biten uzun süreli bir ilişkinin gölgesi geçiyor Johnny’nin okuma gözlüğünün üzerinden. Jesse’ye verecek bir cevap bulamadığında kayıt cihazına yöneliyor. Mikrofona eski sevgilisini hâlâ sevdiğini ve özlediğini itiraf ediyor.
Tek başınalığa uyumlu hayatı küçük Jesse’yle paylaşmak heyecan verici olduğu kadar da tedirgin edici. Arada kız kardeşini arayıp günlük raporlar geçiyor. Jesse’yle ilgili karmaşık durumları nasıl idare etmesi gerektiğini soruyor. Annelerinin ölümünden sonra bir yıl görüşmeyen iki kardeş bu telefon konuşmalarında yakınlaşıyor. Yeniden birbirlerini dinlemek için Jesse güçlü bir sebep veriyor onlara. Bir yandan da annesine dayısını anlatıyor telefonda. Onun yalnız ve sessiz hayatını sorguluyor. Orada ne kadar yer bulabileceğini merak ediyor. Sonra dayısının yanına uzanıp annesini anlatıyor. Anneye duyulan gizli hayranlık Jesse’nin dilinden bir şiir gibi akmaya başlıyor. Her çocuğun karşı cinse duyduğu ilk aşkının annesi olduğunu söyleyen Freud’u akla getiriyor. Annesinin gönülsüz banyolarını, mutfakta çıkarmayı sevdiği gürültüyü, stres atmak için pişirdiği biftekleri, yazdığı kitapları, söylediği şarkıları anlattığı sekans birçok yönden filmdeki en iyi anlardır.
Yazının bu kısmından sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içerebilir.
Çökkün Ebeveynler, Alfa Çocuklar
Dayı ile yeğen arasındaki ilk kırılma kısa bir kaybolma sahnesinden sonra gerçekleşir. Johnny’nin yaşadığı panik uzun sürmese de Jesse’ye ilk kez çıkışmak zorunda kalır. X, y, z tartışmaları sürerken Alfa kuşağı olarak etiketlenen üçüncü milenyum çocuklarının çok daha büyük bir öngörülmezlik içinde dünyaya uzaydan yaklaşan cisimlere benzediklerini düşündürür bu sahneler. Jesse’yle arası açılan Johnny, Viv’le konuyu tartışırken annenin “lanet hayatıma hoş geldin, kimse ne yaptığını bilmiyor, kimse bu çocuklarla ne yapması gerektiğini bilmiyor” sözleri denklemin büyük bilinmeyenini işaret eder. Çünkü insanlık tarihinde kimse bu çocuklar gibi hızlı ve dağınık bir bilinçakışıyla gelişime maruz kalmamıştır. Yani ortada Turgenyev’in Babalar ve Oğulları’nı romantik bırakacak keskinlikte son derece kompleks jenerasyon geçişleri vardır.
C’mon C’mon dinlendiren ve palyatif iyimserliklere başvurmadan gülümseten bir film. Joaqhim Phoneix bütün samimiyetiyle oynadığı karakterle sinemanın çökkün, yalnız adamlarına bir yenisini ekliyor. Gündelik hırslara sırtını dönmüş, hayatı bir yarış gibi görmeyen, Jesse’nin de fark ettiği gibi iki arkadaştan fazlasına sahip olmayan, yalnız yemek yiyen, yalnız uyanan, arada geçmişiyle hüzünlenen, kendinden başka kimseyi darlamayan, kaybettiklerinin bütün suçunu kendinde gören, tartışmaları uzatmayan, abartılardan hoşlanmayan, bir çocuk tarafından suçlandığında bile derinden üzülen müşfik bir adam.
Dayısıyla geçen günlerin ardından annesinin yanına dönen Jesse bütün bu özelliklerin çocuk farkındalığıyla onu ilk günden özlemeye başlar. İki kardeşin yaşam boyu kuramadığı türden empatik bir bağ dayı ile yeğen arasında sahici biçimde kurulmuştur. Ve Jesse artık onun hayattaki üçüncü arkadaşının kendisi olduğunu düşünür. Johnny’nin röportajlarda çocuklara sorduğu ilk soruyu filmin sonunda kendine soran Jesse’nin kayıt cihazına verdiği cevap belki yaşama neden siyah beyaz bir çerçeveden bakmamız gerektiğinin de kanıtı: “Ah, ne yapmayı planlıyorsan asla olmaz. Hiç aklına gelmeyecek şeyler olur. Yani yapman gereken sadece… Hadi ama… Hadi, hadi, hadi: Yaşamaya bak!”