İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) düzenlediği İstanbul Film Festivali, yalnızca sinema meraklılarının değil; kültürel çeşitliliğe, toplumsal temsiliyete ve alternatif anlatılara ilgi duyan geniş bir kitlenin de her yıl dikkatle takip ettiği önemli bir etkinlik. Bu festivalin uzun yıllardır geleneğe dönüşen bölümlerinden biri olan Nerdesin Aşkım? seçkisinin hepimizin malumu olduğu üzere 2025 yılı programdan çıkarılmasına karar verildi. Bu karar yalnızca editoryal bir yerden değil; kültürel temsiliyet, ifade özgürlüğü ve Türkiye’deki güncel siyasal iklimle doğrudan ilişkili bir müdahale olarak okunmalıdır.
Kültürel kurumlar yalnızca sanatsal üretimi destekleyen platformlar değil, aynı zamanda hangi toplumsal anlatıların görünür olacağına dair karar verici aktörlerdir. Nerdesin Aşkım?, queer temalı filmlere bir vitrin sunmanın ötesinde; bu yapımları toplumsal cinsiyet, kimlik ve direniş eksenlerinde tartışmaya açan, izleyiciye eleştirel perspektif kazandıran bir alan yaratıyordu. Seçkinin kaldırılmasına ilişkin İKSV İstanbul Film Festivali resmi sosyal medya hesaplarından yapılan açıklamada “yeterli sayıda film bulunamaması” gerekçesiyle kaldırılması ise teknik bir açıklamanın ardına gizlenmiş politik bir tercihtir.
Festivalin diğer bölümlerinde benzer niceliksel kriterlerin uygulanıp uygulanmadığı net değildir. Oysa tam da bu belirsizlik, kararın ardındaki ideolojik yönelimi görünür kılar. Queer sinema, yalnızca cinsel yönelimleri konu alan bir tür değil; normatif anlatılara alternatif sistemler kuran politik bir dil ve estetik öneridir. Dolayısıyla bu alandaki temsiliyetin zayıflatılması, ifade özgürlüğüne yönelik dolaylı bir müdahale anlamına gelir.
Nerdesin Aşkım?, yalnızca bir film seçkisi değildi. Aynı zamanda queer yaşamların, ilişkilerin ve aidiyetlerin Türkiye bağlamında nasıl algılandığını, ne tür direniş stratejileri geliştirdiğini gösteren bir hafıza mekânıydı. Bu seçkinin kaldırılması, queer sinemanın festival içerisindeki bağlamsal zeminini ortadan kaldırmakla kalmıyor; bu filmlerin Genç Ustalar, Antidepresan ya da Heyula gibi tematik başlıklar altında dağınık biçimde sunulmasına neden oluyor. Bu da izleyicinin queer sinema ile kurduğu politik bağın silikleşmesine, hatta temas etmesi gereken kitlelerin tamamen ıskalanmasına yol açıyor. Kaldı ki seçkiden arınmış bir gösterim pratiği olsa olsa ucuz bir sinema kapitali stratejisi olarak filmlere bir tür whitewashing müdahalesidir.

Bugün Türkiye’de kültürel üretim, doğrudan sansürden çok dolaylı müdahalelerle baskı altına alınıyor. Seçkilerin isimlerinin değiştirilmesi, içeriklerin programdan çıkarılması, açılış filmlerinin yasaklanması ya da alternatif anlatıların ana programdan dışlanması gibi uygulamalar, kültürel alanın daralmasının araçlarına dönüşmüş durumda. İKSV gibi çok yönlü bir kurumun bu tür uygulamalara yönelmesi, sadece queer sinemanın değil, Türkiye’deki kültür-sanat ortamının genel geleceği açısından da ciddi bir gerilemeye işarettir.
İKSV’nin bu kararının pek tabii sistemsel bir karar olmadığı açıklamakla beraber gerekçesini biraz tartıştığımızda karşımıza iktidarın mutlak ötekileştirme politikasının çıkacağı su götürmez bir gerçek. 2025 yılının “Aile Yılı” ilan edilmesi, iktidarın aileyi heteronormatif, tekil ve kutsanmış bir yapı olarak tanımlayarak LGBTİ+ bireyleri toplumsal alanın dışına itme çabasını açıkça ortaya koyuyor. Bu politik çerçevede alınan her kültürel karar, yalnızca sanatsal bir tercih değil, aynı zamanda bir ideolojik pozisyon alıştır. Queer sinema, bu tür baskıcı anlatıların tam karşısında duran, hayatı, bedeni ve kimliği yeniden tanımlayan bir alan olarak, mevcut iktidar tahayyülüne doğrudan bir tehdit olarak algılanıyor.
Sansür mekanizmaları da bu tehdide istinaden yalnızca içeriği gizlemekle kalmaz; aynı zamanda unutmayı kurumsallaştırır. Hatırlamak ve hatırlanmak ise queer bir eylemdir. Bugün festivalden çıkarılan, ilk gösterim olduğu için festival yasaklatan, kurumsal olarak listelere alınmayacağı açıklanan her bir film; yarın bir bireyin tüm hikâyesinin yok sayılması anlamına gelir. Bu yüzden arşivlemek, kayda almak, anlatmak ve ısrarla görünür olmak politik bir görevdir. Unutmaya karşı ısrarla yazmak, çizmek, oynamak ve anlatmak queer öznenin en dirençli araçlarından birkaçıdır.
Queer hafıza, yalnızca bireysel hatıralardan değil; aynı zamanda bastırılmış, ötelenmiş ve yeniden yazılmış toplumsal hikâyelerden beslenir. Bu yüzden bugünün baskılarını sadece şikâyet konusu değil, aynı zamanda dönüşüm çağrısına dönüştürmek gerekir. Her fırsatta olduğu gibi şimdi de aktörleri dönüşüme, hatırlamaya ve hatırlatmaya davet etmeye devam ediyoruz.
Bugün siyasetinde bize durmadan aileyi yeniden tarif etmeye çalışıyorlar. Oysa biz zaten kendimize has bir dayanışma, bir şefkat ve bir karşılıklı büyüme biçimi oluşturduk. Bizim ilişkilerimiz kalıplardan taşan, tanımların ötesine çıkan, kabulleri sarsan ama oldukça gerçek bağlarla örülüdür. Bize aileyi anlatmayın diyoruz; çünkü biz zaten seçilmiş birer aileyiz. Yaralarımızı birbirimize gösterdiğimizde, kimliğimizi birbirimizin dilinden tattığımızda; biz o bağı çoktan kurmuşuz, aileyi sil baştan yaratmış oluyoruz.
Bütün bu bastırmalara rağmen queer özne sadece hayatta kalmaz; aynı zamanda hayatta kalma biçimini estetikleştirir. Bir bakışta, bir kıyafet seçiminde, bir yürüyüşte, bir replikte yaşama dair ısrar vardır. Queerlik, sistemin bizden almaya çalıştığı ne varsa onun yerine neşeyi, cesareti ve hakikati koyar. Ve bazen bir film, tüm bunların dile geldiği bir mecra olabilir.
Sonuç olarak, Nerdesin Aşkım? seçkisinin kaldırılması, yalnızca bir program değişikliği değildir. Bu, temsil alanlarının daraltılması, queer anlatıların kültürel hafızadan silinmeye çalışılması anlamına gelir. İKSV gibi kurumlar, güncel iktidar ilişkilerine göre değil; ifade özgürlüğü, çoğulculuk ve estetik çeşitlilik ilkelerine bağlı kalarak hareket etmelidir. Festival, yalnızca filmleri değil; aynı zamanda hayatı ve direnişi perdeye taşıma cesaretini göstermelidir.

Perdeyi Aşan ve Hatta Perdeden Taşan Hayatlarımız Şerefine!
Bugün burada yalnızca görünmek için değil; anlatmak, hatırlatmak ve hayatlarımıza yönelen kuşatmayı teşhir etmek için varız. Çünkü artık mesele yalnızca temsiliyet değil. Yaşam alanlarımız daraltılıyor, haklarımız budanıyor, kimliğimiz hedef haline getiriliyor. Sessizleştirme politikaları artık dolaylı değil; yüksek sesle, kararla ve örgütlü bir biçimde karşımıza dikiliyor.
Ancak biz biliyoruz: Hayatımız o sahnelere sığmaz. Öfkemiz, yalnızca bir duygunun değil; bir direniş biçiminin, bir politik bilincin ifadesidir. Maruz kaldığımız ayrımcılık karşısında sadece acı değil, aynı zamanda hak talep eden, mücadeleyi sürdüren ve birbirine kol kanat geren bir varoluş inşa ediyoruz.
Bu nedenle bugün, perdeden taşan hayatlarımızı yalnızca görünür kılmakla kalmıyor; bu hayatların değerli, onurlu ve vazgeçilmez olduğunu ısrarla ve inatla haykırıyoruz. Bizi sahnenin kenarına itenlere karşı, kendi anlatımızın merkezine kendimizi yerleştiriyoruz. Çünkü biz yalnızca sahneye çıkmıyoruz; sahneyi de yeniden kuruyoruz.