Pedro Almodóvar ‘ın Karantina Günlüğü, Bölüm 2: Warren Beatty, Madonna ve Ben

Yazan: Gamze Çakan

Pedro Almodóvar, El Diario gazetesi için kaleme aldığı Covid-19 karantina günlüğünün ikinci bölümünde, 17 gün sonra ilk kez evinden çıkmasını, Madonna, Warren Beatty ve Oscar ödülleri ile ilgili anılarından bahsediyor. Pedro Almodóvar’ın günlüğünün ilk bölümüne aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Pedro Almodóvar tarafından yazılan makalenin ikinci bölümü aşağıdaki gibidir.


Pazartesi gecesi, mevcut karantinanın yeni ve katılaştırılmış şartlarının ilan edilmesinin ardından ilk kez klostrofobi semptomları göstermeye başladım. Geç ortaya çıktılar çünkü bir süredir klostrofobi ve agorafobiden muzdaribim. Bunların birbirine zıt hastalıklar olduğunu biliyorum ancak benim vücudum çeklişkilerle doludur – bu, özelliklerinden biri; her zaman böyleydi.

O gece, ertesi gün dışarı çıkmaya çalışacağımı biliyordum, kasıtlı bir suç işleyecekmiş gibi hissettim. Bu sanki kendinizi yasak bir hazzın kollarına bırakmak gibi ve bundan kaçmak için yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Kulağa ucuz bir roman gibi geldiğinin farkındayım ve gerçekten de öyle, ama bence bu durum hapsedilmiş olmanın etkilerinden kaynaklanıyor.

Bunu küçük ölçekte planladım: Kendi başıma olduğum için yiyecek almaya, gerçek bir alışveriş gezisine çıkacaktım. Böylece salı sabahı dışarı çıkmak için giyindim ve olağanüstü bir şey yaptığımı hissettim. Giyinmek! Son yaptığımdan bu yana 17 gün geçti ve giyinmeyi her zaman samimi ve özel bir deneyim olarak gördüm.

Katılmak için giyinip kuşandığım diğer olayları hatırladım – o günlerden aklımda kalan benim için çok önemli anlar. Mesela 1980’de Pepi, Luci, Bom’un, Conde de Peñalver sokağında bulunan Peñalver sinemasındaki prömiyeri için, Lope de Rueda sokağında giyindiğim zamanı hatırladım. Filmlerin yeniden yayınlandığı bir sinema olmasına rağmen, benim için sanki Los Angeles’daki Kodak Tiyatrosu’nda düzenlenen bir prömiyer gibiydi. İlk kez bir filmim bir izleyici tarafından, ilk kez gerçek bir sinemada ve endüstriyel çarkın bir parçası olarak, koltukları benim ve arkadaşlarımın bir buçuk yıl boyunca hazırladığımız görüntüleri izleyen insanlarla dolu bir şekilde izlenecekti. Ve sinemadan ayrılmayanlar çok güldüler. Londra’daki Portobello pazarından aldığım kırmızı saten bombardıman ceketi giydiğimi hatırlıyorum.

Giyinmek her zaman bir planın parçası olmuyor, ya da en azından her zaman hatırladığınız bir şey değil. Pepi’nin galasından iki yıl sonra hala La Movida*’nın ortasındayken, Malasaña’da hoşlandığım genç bir adamın işlettiği bir bara gitmek için bilinçli olarak gri bir Mao yakalı takım elbise giymiştim. Daha önce hiç Mao yaka giyecek kadar ileri gitmemiştim – gerdanı kapattığı için Perkins’i tercih ediyordum. Mao yakalı takımı hatırlıyorum çünkü söz konusu genç adam önümüzdeki iki, üç yıl boyunca hayatımın bir parçası oldu. Ve bir iz bıraktı.

* La Movida Madrileña (Madrid Sahnesi), Francisco Franco’nun 1975’teki ölümünden sonra İspanyol geçişi sırasında ağırlıklı olarak Madrid’de gerçekleşen karşı-kültürel bir hareket. Birçok sanat hareketinden oluşan Movida’nın; uluslararası alanda en bilinen örneği film yönetmeni olarak elde ettiği başarının ardından Pedro Almodóvar olmuştu.

Ayrıca tasarımcı Antonio Alvarado’nın mor ipek Shantung smokinini ve şimdi Louboutin tarafından yapılanlar gibi çivili ayak bileği botlarını 1989’da ilk Oscar törenime giydiğimi hatırlıyorum. Kazanmadık, Carmen Maura ile ilişkim darmadağın oldu, ama Los Angeles’a yaptığımız gezinin harika olaylarla dolu olduğunu hatırlıyorum.

Törenden dört ya da beş gün önce Jane Fonda’nın evinde akşam yemeği yedik; Women on the Verge of a Nervous Breakdown’u yeniden çevirmeye takıntılıydı. Yemeğe çok az insan davetliydi. Anjelica Huston ve o zamanki sevgilisi Jack Nicholson. Jack Nicholson, Bibiana Fernández’e onu o öğleden sonraki Lakers maçını izlerken gördüğünden bahsetmişti. Cher, makyaj yapmamış gibi görünen doğal makyajıyla hayal ettiğimden daha muhteşem ve daha şirindi.

Pedro Almodóvar
Women on the Verge of a Nervous Breakdown

Ve Morgan Fairchild. Evet! (Bir sonraki konuğun Susan Sontag gibi biri olacağını düşündüm.) Gerçekten şaşırdım, çünkü Morgan Fairchild’in geri kalanlara nazaran daha düşük bir ligde oynadığını düşündüm (Gerçi Flamingo Road ve Falcon Crest üzerinde çalışmış olmak küçük bir başarı değil). Jane Fonda şaşkınlığımı farketmiş olacak ki, kendisinden daha feminist olmasa da Morgan Fairchild ile eskiden gösterilere katıldığını açıkladı.

Gece matinesini kadın konukların ve Jack’in enerjisiyle ağzımız açık halde geçirdik. Onlarla ve Jane’in babası Henry Fonda tarafından yapılan, duvarlarda asılı resimlerle pek çok fotoğraf çektik.

Törenden sonraki gün, otelde bir kadından telefon aldım.

Üzerimde bıraktığı etkinin farkında değilmiş gibi, ama sesinin beni etkileyeceğinden emin halde: “Merhaba, ben Madonna. Dick Tracy filmini çekiyoruz ve seti size göstermeyi çok isterim. Bugün çekimim yok ve günümü size ayırabilirim.” Sahte bir Madonna ya da beni parçalara ayırıp James Ellroy’un romanlarında çok iyi tasvir ettiği bir atık arazisine atacak olan bir psikopat olabilirdi.

(Eğer Siyah Dahla’yı (The Black Dahlia) okursanız ne kastettiğimi anlarsınız: Ellroy’un annesi o çöplüklerden birinde parçalanmıştı. Ya da sevgili Brian De Palma’nın kitaptan uyarladığı Scarlett Johansson ve Hillary Swank’li filmini de izleyebilirsiniz. Gerçek şu ki filmi o kadar da iyi olmadı. Karantina için fena değil, ama ondan önce De Palma’nın diğer filmlerini tavsiye ederim: Sisters, Phantom of the Paradise, Carlito’s Way, Body Double – güçlerinin zirvesinde ve bir tırmık gibi sıska Melanie Griffith ile – ve hepsinden öte Al Pacino’lu Scarface. The Black Dahlia ile uğraşmayın ve tüm bu filmlerle kendinize bir program organize edin. Bana daha sonra teşekkür edeceksiniz. Hepsi izlemesi kolay ve gerçekten eğlenceli birer mücevher. Yazının sonunda size bir tavsiye listesi yapacağım.)

Madonna’ya geri dönersek, her zaman bana şaka yapan biri olabilirdi, ama öz saygım – Oscar’ı kazanamamış olmama rağmen – bu görüşmenin gerçek olduğundan emin olacak kadar yüksekti. Madonna’nın sesi bana filmin çekildiği stüdyonun adresini verdi ve ben de oraya gittim.

Gerçek şu ki Warren Beatty’den Vittorio Storaro’ya kadar tüm takım bana karşı daha nazik olamazdı. Bana sanki George Cukor’muşum gibi davrandılar. Beatty beni üzerinde isminin yazılı olduğu sandalyeye – yönetmen koltuğu – oturttu, böylece çektikleri sekansı izleyebildim. Çocukken cinselliğimi onu Splendor in the Grass filminde gördüğüm zaman keşfettiği itiraf etmek üzereydim. (Pain and Glory’deki inşaatçı hiç varolmmadı) ama kendimi durdurdum tabii ki. Tanınmayan bir Al Pacino’nun durmaksızın konuştuğu bir sekansı çekiyorlardı. Ertesi yıl Oscar’a aday gösterildi ve film üç heykelciğin sahibi oldu.

Pedro Almodóvar
Splendor in the Grass

Madonna bana tüm seti gezdirdi ve derinden hayranlık duyduğum biriyle: o zaman Chariots of Fire, Barry Lyndon ve The Cotton Club filmleriyle çoktan üç Oscar kazanmış (ki ertesi sene Dick Tracy ile yeniden aday gösterilecekti) olan kostüm tasarımcısı Milena Canonero ile tanıştım. Üç filmi de karantinayla baş etmek için tavsiye ederim. Benim favorim Kubrick’in Barry Lyndon filmi.

Milena Canonero dördüncü Oscar’ını da kazanacaktı, hangi filmle olduğunu hatırlamıyorum. Onun atölyesini ziyaret etmek, muhtemelen bu ziyaret sırasında beni en çok etkileyen şeydi. Hollywood’da çalışmak istememin tek nedeni bu olurdu: ayrıntı takıntısı.

Dick Tracy’nin özelliklerinden biri – çizgi romandaki karakter – sarı şapkası. Milena, çizgi romanda gördüğünüz sarının tonuna takıntılıydı. Bana tonları neredeyse birbirleriyle aynı olan yaklaşık iki yüz şapka gösterdi. Detaya olan bu saplantıyı tamamen özdeşleştirdim. Çekim yaparken bir dereceye kadar – tabii yeteneklerim dahilinde – ben de aynısını yaparım. Başka şekilde nasıl çalışırım bilmiyorum (ama daha az parayla nasıl çalışacağımı biliyorum).

Madonna sizi arıyor ve Oscar’ı kazanamamış olmanıza rağmen ertesi günü verebildiği tüm dikkatini size veriyorsa, bu mühim kızın gerçekten size karşı devasa bir ilgisi var demektir. Yeniden karşılaşmamız çok sürmedi – ertesi yıl Blond Ambition turu vesilesiyle bir araya geldik.

Pedro Almodóvar
Madonna, Warren Beatty; Dick Tracy

Madrid’de geçirdiği günlerde onunla dışarı çıktım. Palace Hotel’de La Polaca ile kocası El Polaco ile birlikte onun için büyük bir flamenko partisi düzenledim. Partide Loles León, Bibiana Fernández, Rossy de Palma da vardı, ancak o benim dışımda ilgilendiği tek bir konuk olduğunu açıkça belirtmişti: Antonio Banderas. Ona Antonio’nun orada olacağına dair söz verdim ama onu o zamanki eşi ve Madonna’nın büyük bir hayranı olan Ana Leza olmadan davet edemeyeceğimi söylemedim.

O yani Madonna, oturma planına karar verdi (arkadaşlarım ve onun dansçıları için yuvarlak bir kaç yuvarlak masa vardı) Doğal olarak sağında ben, solunda ise Antonio’nun olduğu ana masaya oturdu. Ve Ana Leza’yo o büyük salondaki en uzak masaya gönderdi.

İkimiz – ve birazcık da ilahi La Polaca – dışında Madonna başka kimseyle ilgilenmedi. Ekibinin bir üyesi her şeyi filme almak için çok kaliteli bir kamera taşıyordu – “hatıra için”, dedi Madonna. Bana biraz garip geldi, ama iyi bir ev sahibi bazı şeyleri sorgulamaz.

Madonna’nın fazlasıyla ilgilendiği Antonio’ya sorduğu bazı soruları tercüme etmek zorunda kaldım. Antonio, o sıralar kariyerinde, bir roket gibi havalanmak üzereydi. Tie Me Up! Tie Me Down! ABD’de gösterime yeni girmişti ve eleştirmenler, Hollywood (ve MAdonna) ona aşık olmuştu, ancak 1990’daki o gecede ağzındantek bir İngilizce kelime çıkmadı.

Pedro Almodóvar
Tie Me Up! Tie Me Down!

Bunu anlattım çünkü bir yıl sonra, In Bed with Madonna belgesel filminin prömiyeri yapıldı, ve filmin büyük bir kısmı benim Palace’taki partimde çekilenlerden oluşuyordu. Haliyle Antonio’nun tacizi ana hikayelerden biriydi ve Ana Leza’yı tek bir cümleyle nasıl yolladığını açıkladı. Akşam yemeğinin sonunda Ana masamıza yaklaşmaya cesaret etti ve ilahi sarışına alaycı bir şekilde, “Görüyorum ki kocamdan hoşlanıyorsun, bu beni şaşırtmadı, çünkü tüm kadınlar ondan hoşlanır, ama bunu dert etmiyorum çünkü ben çok modernim” Madonna’nın cevabı ise “Kaybol” idi.

Tüm bunlar anlamsız görünebilir ki öyle, yaşadığımız izolasyon hakkında yazılandan çok Patty Diphusa tarafından yazılan bir günlüğe benziyor. Ancak hafıza bir şeyleri seçerken absürd olabiliyor. Bu durumun bir intikam yarışı gibi görünmesini pek umursamıyorum: tam tersi de olabilirdi (ben Madonna’yı ve ekibini filme çekip orataya çıkan tüm görüntülerden bir film yaparak dünya çapında gösterime sokabilirdim) Gerçi o zaman hala yaralarını sarmaya çalıştığım bir davayla uğraşıyor olabilirdim. Madonna bize acemi çaylaklarmışız gibi davrandı ve bunu bir gün dile getirmeliydim. Görüntülerimizi kullanmak için iznimizi istemedi ve – İngilizcemi beğenmemiş olacak ki- bana dublaj bile yaptı.

Pedro Almodóvar
Pedro Almodóvar ve Madonna

Hikayeme geri döneyim.

Yemekte bir an, Madonna bana “Antonio’nun kadınları vurmayı sevip sevmediğini sorsana” dedi. (Yemin ederim böyle oldu) Antonio için bu soruyu tercüme ettim. Antonio bir şey söylemedi, mırıldandı ve sanki “Ben İspanyol bir centilmenim, bir hanım benden ne yapmamı isterse yaparım” der gibi bir ifade takındı. Bu sessizlik ve jest benim için anlamlıydı. Ama Madonna daha fazlasını istiyordu. “Sor ona” dedi tekrar, “kadınların ona vurmasını seviyor mu” Onun için tercüme ettim: zaten ‘vurmak’ ve ‘kadınlar’ 1990 yılında aşina olduğum iki kelimeydi. Antonio yine aynı ifadeyi takındı; bu, kadınlara vurmayı da kadınların ona vurmasını da sevmediğini anlatan ama yine de kadınların arzularına hizmet etmeyi tercih ettiğini gösteren bir ifadeydi.

Bunu söylüyorum, her şeyden önce bu doğruydu ve gecenin en eğlenceli anıydı, ama [filmine] dahil etmeyi uygun görmedi. Ve dünyanın o akşam yemeğinin gerçekte neye benzediğini öğrenmesi için bir salgın olması gerekiyordu.

Bu yıl 11 Ocak’ta Los Angeles’ta aynı gün iki ayrı yere gitmek zorunda kaldım. Pain and Glory’nin En İyi Yabancı Film Ödülü’nü aldığı, neredeyse aynı anda gerçekleşen iki törene katılmak zorunda kaldım. Siyah bir Givenchy takım elbise ve altına aynı renkte Perkins yaka bir kazak giydim.

İlki 50 yaş ve üzeri insanların hakları için lobi çalışmaları yürüten AARP tarafından düzenlendi. İspanya’da belirli kolektiflerin lehine tedbirler almak söz konusu olduğunda, hükümet üzerinde baskı oluşturma kültürü pek yoktur.

AARP’nin kendi prestijli ödülleri var ve ödül töreni televizyonda yayınlanacak kadar önemli. Ödüllerine Yetişkin Filmleri Ödülleri adı veriliyor. Ve gerçekten sinemada yılın en iyilerine dikkat çekiyorlar – yani, tabir caizse, çocuklara özgü ya da çocuksu bir şey yok.

Antonio Banderas, Pain and Glory

Bu yıl Annette Bening yaşam boyu başarı ödülü aldı.

The Irishman En İyi Film, Scorsese En İyi Yönetmen, Renée Zellweger Judy için, Adam Sandler ise Uncut Gems için ödül aldı. Sandler masamda oturuyordu ve o kadar zarifti ki Antonio’nun Oscar’a aday gösterilmesinin onu ne kadar rahatsız ettiğinden bahsetmedi, çünkü bu aaylığın onun için olması gerekiyordu, Uncut Gems’de muhteşemdi, ya da Robert De Niro için, ancak Akademi Antonio’yu seçti. Ayrıca Marriage Story’nin muhteşem senaryosu için Noah Baumbach’a ödül verdiler. (Noah ve eşi Greta Gerwig’le çok yakınlaştık ve ne zaman New York’a gelirsem görüşmek üzere sözleştik). Ve Pain and Glory En İyi Yabancı Film ödülünü kazandı.

Ödüller dağıtılmadan önce Annette Bening merhaba demek için masama geldi: ışıl ışıl parlıyordu tıpkı, yanında duran 83 yaşındaki kocası Warren Beatty gibi. Birbirimizi tebrik ettik ve Anenette, Lucia Berlin’e, A Manual for Cleaning Women kitabının haklarını sorduğunu ve ondan hakların bende olduğunu öğrendiğini söyledi. Kitap hakkında konuştuk – ki bu kitabı karantina için öneriyorum, Lucia Berlin’in hikayelerini okurken zaman duruyor – ve ona karakterin yaşlı hali için ideal bir tercih olacağını söyledim. Bunu söyleyebildim çünkü tüm kazananlar olarak 50 yaşımızı çoktan doldurmuştuk.

Açıklanan ilk kazanan bendim, çünkü organizatörler daha sonra başka bir törenim – konuklarının tören öncesindeki kokteyllerde çoktan sarhoş olduğu (daha gayriremi) Los Angeles Eleştimenleri Ödülleri- olduğunu biliyordu. Kabul konuşmamda Warren’den bahsettim – ona cinsel uyanışımdan bahsetmemem bir mucizeydi – Ancak onu sonunda filmlerimden birinde oynatmayı başardığımdan memnuniyetle bahsettim. (Asier Etxeandia’nın monologunda Natalie Wood ve Beatty’nin görüntülerini hatırlayın).

Aynı takımı giyerek ve, memnun olmak ve memnun etmek için aynı iradeyle, kendimi eleştirmnlerin prestijli ödüllerini kutladığı ve bu yıl aslında nelerin olması gerektiği konusunda ders verdiği, Intercontinental Hotel’de buldum. En İyi film Parasite; En İyi Erkek Oyuncu Antonio Banderas; ve En İyi Uluslararası Film Pain and Glory.

Ama asıl noktaya geri dönelim. 17 günlük mutlak hapisliğin ardından ilk kez dışarı çıktım. Yaşadığım hissi kaybetmek istemiyordum ve nedeni hakikiydi: mahallemin köşesindeki dükkandan yiyecek almak.

Tuhaf bir duyguydu, aynı zamanda büyük bir huzur, çok hoş bir sessizlik ve boşluk hissiydi. O anda kayıpları ya da enfekte olanları düşünmedium. Kendimi, Madrid’in eşi benzeri görülmemiş bir manzarası ve nasıl tarif edeceğimi bilemediğim sıra dışı bir durumun huzurunda hisettim.

Kurbanları düşünmemeyi tercih ederim (bu doğru değil – elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum). Hepimiz korkunç rakamları biliyoruz ve tam da bunu unutmak için yazıyorum; bu ileriye dönük bir kaçış biçimi. Gerçekle yüzmeyi bırakırsam, bence ölüp gideceğim. Ve bunu istemiyorum.

Pedro Almodóvar


NOT: Pedro Almodóvar tarafından kaleme alınan günlüğün üçüncü bölümü ilerleyen günlerde sitemizde yayınlanacaktır.

Kaynak: https://www.bfi.org.uk/ (Pedro Almodóvar ‘s lockdown diary)

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir