Yaşamak için çalışmak zorunda olanlar dışında çoğumuz evimizdeyiz. Tıpkı usta yönetmen Pedro Almodóvar’ın Madrid’deki evinde olduğu gibi. 13 Mart tarihinden bu yana tüm zamanını Dolor y Gloria filminde de gördüğümüz evinde geçiren Pedro Almodóvar, İspanyol El Diario gazetesinde yayınlanan bir makalede, karantina deneyiminden bahsetti. 23 Mart tarihinde kaleme aldığı, Covid-19 karantina yolculuğunun ilk bölümünde yönetmen, teselli bulduğu Goldfinger’dan 1950’lerin Amerikan B filmlerine, Chavela Vargas ile olan anılarından Victor Erice’nin belgeseli El sol del membrillo’ya pek çok detaya yer verdi. Pedro Almodóvar imzalı günlüğün ilk bölümü olan Geceye Uzun Yolculuk’un tamamı aşağıda.
Şu ana kadar yazmayı reddettim. Tecritte geçen bu birkaç günün bende yarattığı kışkırtıcı duyguların yazılı kanıtını bırakmak istemedim. Belki bunun nedeni bu durumun günlük rutinimden farklı olmadığını keşfetmemdi. Kendi kendime ve tetikte yaşamaya alışkınım; ki bu pek mutlu bir keşif sayılmaz. İlk dokuz gün, not bırakmayı reddettim. Ancak bu sabah haberlerde bir kara mizah dergisinde şuna benzer bir başlık vardı: “Madrid’in buz pateni pisti derme çatma bir morga dönüşüyor”. Kulağa bir İtalyan polisiye filmi gibi geliyor ancak Madrid’de oluyor, “Günün Uğursuz Haber Öğelerinden Biri”.
Bugün tecritte geçen 11. günüm; 13 Mart Cuma günü başladım. O zamandan beri geceye, karanlığa karşı koymak için kendimi organize ediyorum, çünkü sanki yabanda yaşıyor gibiyim, pencelerimden ve balkondan gelen ışığın ritmini takip ediyorum. Mevsim ilkbahar ve hava gerçekten bahar gibi! Bu muhteşem günlük duygulardan biri, varolduğunu unutmuş olduğum bir şey. Gün ışığı ve geceye kadar süren kapsamlı yolculuğu. Geceye dek süren bu uzun yolculuk, korkunç değil neşeli olmalı.
Saatimi kontrol etmeyi bıraktım, sadece koridorum boyunca attığım adımları saymak için bakıyorum. Ki bu koridor Julieta Serrano’nun Antonio Banderas’a -aslında bana- iyi bir evlat olmadığı konusunda serzeniş ettiği koridor. Dışarıdaki karanlık bana zaten gece vakti olduğunu söylüyor, ama ne gündüz ne de gece programı var. Acele etmeyi bıraktım. Tüm günler arasından, bugün, 23 Mart, duyularım bana günlerin artık daha uzun olduğunu söylüyor. Gün ışığından daha uzun süre keyif alabilirim.
Kurgu yazmaya başlayabilecek kadar neşeli değilim – her şey zamanında gerçekleşiyor – yine de birkaç plot düşünebilirim, ki bazıları daha samimi bir tarza sahip. (Tüm bunların sonunda doğum oranlarının artacağından eminim, ama çok sayıda ayrılığın yaşanacağından da aynı şekilde eminim. “Cehennem diğer insanlardır.” der Sartre. Bazı çiftler aynı anda iki durumla -ayrılık ve yeni parçalanmış aileye yeni bir üyenin gelişi- birden yüzleşmek zorunda kalacak.)
Şimdiki gerçekliği bir fantezi kurgu olarak anlamak, gerçekçi bir hikaye olarak algılamaktan daha kolay. Yeni küresel ve viral durum, 50’li yıllardaki – Soğuk Savaş yılları- bir bilimkurgu hikayesinden çıkmış gibi görünüyor. En kaba komünizm karşıtı propagandaya sahip olan korku filmleri. Genellikle mükemmel olan Amerikan B filmleri (özellikle Richard Matheson’un romanlarına dayanan filmler: The Incredible Shrinking Man, I Am Legend, The Twilight Zone); yapımcılarının kötü niyetlerine rağmen. Yukarıda belirtilenlerin yanı sıra, The Day the Earth Stood Still, D.O.A., Forbidden Planet, Invasion of the Body Snatchers ve içinde Marslılar bulunan diğer herhangi bir filmi de düşünüyorum.
Kötülük her zaman dışarıdan geldi (komünistler, mülteciler, Marslılar) ve kaba popülizm için bir argüman olarak kullanıldı (yine de bahsettiğim tüm filmleri şiddetle tavsiye ediyorum, hala mükemmeller) Aslında, Trump virüse “Çin virüsü” adını vererek yaşadığımız bu durumun, 50’li yılların korku filmleri gibi hissettirdiğinden emin oldu. Trump, çağımızın en büyük hastalıklarından bir diğeri.
Eğlence aramaya karar verdim.
Normalde doğaçlama yaparım (ama bu bir hafta sonu değil, her zamanki yalnızlık ve tecrit günlerim), bu yüzden şimdi gün boyunca filmler, haber bültenleri ve okuma programıyla dolduruyorum saatlerimi. Evim bir kurum ve ben onun tek sakini. Bir de geç saate bazı ev egzersizleri ekledim. Şimdiye kadar çok memnundum ve yaptığım tek egzersiz uzun koridorda yukarı ve aşağı yürümekti, tıpkı Julieta Serrano ve Antonio Banderas’ın Pain and Glory’de yaptığı gibi.
Öğleden sonra filmimi, Melville flic’i (Dirty Money / Un flic) seçiyorum ve kşam seçimimle kendimi şaşırtıyor ve bir James Bond filmi olan Goldfinger’a gitmeye karar veriyorum. Böyle günlerde, en iyi şeyin saf eğlence, saf kaçış olduğunu düşündüm.
Goldfinger’i izlerken seçimimden memun kaldım; aslında ben onu seçmedim, beni seçen filmdi. Sean Connery ile tanıştım, Cannes’da akşam yemeğinde yan yana oturduk, ve film bilgisi ve özellikle de işimle ilgilenebileceği gerçeği beni şaşırttı. Artık Marbella’da yaşamıyordu, ama yine de İspanya’ya hayran kaldı. Arkadaş olarak ayrıldık ve telefon numaralarımızı alıp verdik – ki ikimizin de o numaraları kullanamayacağımızdan emindim.
Ve yine de birkaç ay sonra – 2001 veya 2002 idi – Konuş Onunla’nın gösteriminden çıkarken beni aradı. Ben bir fetişist, bir mitoman değilim, ama onu filmim hakkında konuşurken duyduğumda kendimi kaybetmiştim. İyi bir aktör ve çekici bir adamın sesini dinlerken. O akşam Goldfinger’i izlerken tüm bunları düşünüyordum. Karantina, gece, Sean Connery ve ben, yarışan düşünceler ve kesintiler…
Filmler arasında televizyonu açtım.
Lucia Bosé’nin, şu ana dek yalnızca adını duyduğumuz bu kasırga tarafından götürüldüğünü öğrendim. Ve günün ilk gözyaşını döktüm. Lucia beni hem oyunculuğu hem de kişiliğiyle büyülemişti. Onu Antonioni’nin Story of a Love Affair filminde, o zaman için tuhaf ama eşi görülmemiş güzellikte bir kadın, ve -oğlu Miguel Bosé’nin annesinden miras aldığı- o erkeksi ve hayvani yürüyüşüyle hatırlarım. Yarın için programıma Antoinoi’nin filmini ekleyeceğim.
Miguel’in çok sayıda arkadaşından biriydim ve ebedi görünen bu güçlü kadının büyüsü altındaydım. Jeanne Moreau, Chavela Vargas, Pina Bausch ve Lauren Bacall gibi Lucia da modern kadının Olympus / Podyumunun bir parçasıydı, özgür, bağımsızdı ve hepsi onları çevreleyen erkeklerden daha erkeksiydi. ‘İsim’ çağlayanı için özür dilerim ama hepsiyle tanıştığım ve onlara yakın olduğum için şanslıydım. Evde mahsur kalmanın dezavantajı, nostalji için kolay bir av olmak.
Mexico City’de Miguel’e gidiyorum ve uzun süre konuşuyoruz. Son konuşmamızdan bu yana yıllar geçti ve trajik duruma rağmen, son otuz yıldır doğum günlerim için bana gönderdiği beyaz orkide için ona teşekkür etmek istedim. Nerede olduğumdan bağımsız olarak -neredeyse her zaman Madrid’in dışındaydım- her 25 Eylül’de MB [Miguel Bosé]’den büyük bir kartla birlikte aylarca hayatta kalan bir beyaz orkide sepeti alırdım.
Hapsedilme sırasında zaman çizelgesi olmamasının iyi yanı, acelenin ortadan kalkmasıdır. Baskı ve stresin de öyle. Doğal olarak endişeliyim ve şimdiye kadar hiç daha az endişeli hissetmedim. Evet, pencerelerimin dışındaki gerçeğin korkunç ve belirsiz olduğunu biliyorum, bu yüzden endişelenmediğime şaşırdım ve bu yeni korkumu ve paranoyamı yenme hissine sıkı sıkıya sarılıyorum. Ölüm ya da ölüler hakkında düşünmüyorum.
Ana görevim – benim için yeni bir şey, çünkü genel olarak, mesajlara cevap vermeme ya da sadece birkaçını cevaplama gibi kötü bir alışkanlığım var – bana yazan ve ailemi soran herkese cevap vermek. Çünkü ilk defa konuşmalar banal değiller ve kelimelerin bir anlamı var. Cevap vermeyi çok ciddiye alıyorum ve her gece ailemin ve arkadaşlarımın neler yaptığını öğrenmek için bir tur atıyorum.
Pencereden artık ışık gelmediğinde Goldfinger’ı izlemeye başlıyorum.
Bir kez daha Shirley Bassey’den ve bir diğer Shirley; Bond’un kollarına düşmek için çok yüksek bir bedel ödeyen güzel aktris Shirley Eaton’dan büyülendim. Vücudu altınla boyanmış, vücudunda nefes alabilen bir gözenek kalmamış halde yatakta yatışı, arzu/açgözlülük/erotizm ve tek amacı dünyayı yok etmek olan süper güçlü kötü adamların deliliğini göstermek için Bond yapımcıları tarafından yaratılmış en güçlü görüntülerden biri halen.
La 2 [İspanya Devlet Televizyonu’nun ikinci kanalı] belgeselinde beni izlediğini söyleyen kız kardeşim Chus’un telefonunu cevaplamak için (Goldfinger’ı) izlemeyi bırakmalıyım. Çoktan yarısındayım. Videodan televizyonun ikinci kanalına geçiyorum ve Daresha Kyi ve Catherine Gund’un Chavela hakkında yaptıkları belgeseli buluyorum.
Tüm gördüklerim ve duyduklarım beni gözyaşlarına boğdu. Belgeseli o zamanlar izlemiş olmama rağmen, beni şaşırttı. Ama bu an yaşadığım her şeyden farklı; hiçbir şeyle karşılaştıramıyorum. Tek bildiğim, aynı zamanda hem kilit altındayım hem de dışarıda. Haberleri her geçen gün daha az izliyorum. Panik ve kaygıyı uzak tutmaya çalışıyorum. Bahsettiğim kaçamak (eğlence ve kaçış yoluyla) monoton bir şey değil. Chavela ile ilgili belgeseli daha önce izlemiş olsam bile, bana öyle bir duyguyla çarpıyor ki kontrol edemiyorum, etmek de istemiyorum. Son kareye kadar ağlıyorum. Onu Sala Caracol veya Albéniz Tiyatrosu’nda (bir şarkıcı olarak ayak bastığı ilk tiyatro; onun pantolon ve bir panço ile sahnede olmasına izin vermeyen -çünkü o kıyafetle gerçek bir kadın olamazdı- lanet Meksikalı cinsiyetçiliği) tanıdığım tüm o gecelerin hatırasından kendimi kaybettim.
Onu Paris’teki Olympia’da takdim etmiştim.
Zordu ama tiyatroyu doldurmayı başardık. Sabah, ses kontrolü sırasında, Chavela, çalışanlardan birine Madame Piaf’ın mekanda performans sergilediği sırada nerde durduğunu sordu. Ve tam o pozisyonda şarkı söyledi. O akşamdan itibaren, Chavela’nın Piaf’im olduğu, kendi ritüelimin bir parçası olarak, Chavela’nın sonradan sahnede bulunacağı o birkaç santimetrelik alanı öperek gösteriye başlayacaktım. Doğrudan eğlenceli James Bond’dan gelerek, Büyük Şaman’ın sesini şarkı söylerken, konuşurken ya da kendimi onunla Vámonos’u söylerken ve Madrid ve Meksika’daki hayatının pek çok anını paylaşırken görmeye hazır değildim.
2007 Noelinde onu Tanca’dan aradığımı hatırlıyorum; sesi, konuştuğu birkaç kelimenin eklemlenmesi beni korkuttu. Chavela’nın birçok özelliğinden biri onun muhteşem Kastilyan şivesiydi, kelimeler ağzında tamamlanırdıi, bir harf bile eksilmeden. Telefonda konuşmanın yalnızca “Seni çok seviyorum” ve “zaman geçtikçe” kısımlarını net söylemeyi başardı. Endişelendim ve iki hafta sonra çocukluk arkadaşının himayesinde olduğu Tepoztlán’daki Quinta La Monina’ya geldim. En kötüsü için hazırdım, üç gün önce hastaneye kaldırıldığını biliyordum. Ama onu görmeye geldiğimi duyduğunda bir gece önce taburcu olmak istediğini söylemiş -Chavela’ya hayır demenin hiçbir yolu yoktu- ve işte oradaydı, Tepoztlán’daki küçük evinde ışıldayan, cilalı ve her zamanki sesiyle bizi karşıladı ve ziyaret ettiğimiz üç saat boyunca konuşmayı bırakmadı.
Öğleden sonra ayrıldık ve tek başına kaldı, kendine hapsedildi. O yöreden bir kadın öğlen saat beşe kadar yanındaydı. Sonra onu ertesi güne kadar yalnız bırakıyordu, çünkü Chavela hiç kimsenin gece onunla ilgilenmesi için işe alınmasına izin vermiyordu. Annem de ölümünden önceki yıllarda aynıydı – bazı anlaşılmaz nedenlerden dolayı güçlü kadınlar cimri ve mantıksız hale geliyor, onları uzun geceler hakkında uyarmanın bir yolu yok, çünkü diğer şeylerin yanı sıra onlar geceyi yeterince iyi biliyorlar, ama dayanıklılık konusunda süper güçleri var.
Hastalığı ve ölümü hakkında konuştuk ve bana iyi bir şamanın söyleyeceğini söyledi: “Ölümden korkmuyorum Pedro, biz şamanlar ölmeyiz, ötesine geçeriz.” Haklı olduğundan kesinlikle emindim. Bana ayrıca “Sakinim” dedi ve devam etti: “Bir gece duracağım, yavaşça, tek başıma ve bundan keyif alacağım.”
Ertesi gün bizi ayakta ve öğle yemeğini dört gözle bekler halde karşıladı. Chavela diriliş konusunda uzman bir kadındı. Tamamen iyileşti, Chachiptl tepesinden başlayarak yaşadığı yerin karşısına kadar (John Sturges, The Magnificent Seven filmini o bölgede çekmişti) Tepoztlán’ın çevresini göstermeyi memnuniyetle teklif etti. Efsaneye göre, bir sonraki kıyamet geldiğinde tepe, kayaların ve yabani otların arasında gizlenmiş kapılarını açacak ve sadece rahmine girmeyi başaranlar kurtarılacak. Ona baktım, bir kez daha şaşırdım. Çoktan bir sonraki kıyamet için hazırlanmaktaydı ve şu anda yaşadığımız şeyi düşünmekten başka bir şey yapamıyorum.
Gözyaşlarım hala yanaklarımdayken, James Bond’a dönmeden önce bir nefes alıyorum, ama bu gece, RTVE’nin La 2’si acımasız.
Chavela’dan sonra başlığında ışık içeren başka bir belgesel yayınlıyorlar: La luz de Antonio / Dream of Light. Antonio, La Mancha’dan bir ressam; Antonio López ve gözlerinin ışığı, her zaman Antonio’nun ve 50’lerin dev gerçekçi ressam grubunun arkasında ve kenarda kalmış büyük gerçekçi ressam karısı María Moreno. Belgeselleri şiddetle tavsiye ediyorum ve ben de enfes programından dolayı La 2’deyim.
María Moreno birkaç hafta önce öldü. Onu bir melek olarak hatırlıyorum, Chavela’nın tam tersi; çalışmaları Antonio López’un aynı temaları paylaştığı resimlerinden çok farklı, hoş, gizemli bir atmosfere sahip. Belgesel, ayrıca Víctor Erice’nin yapımcısı olduğu The Quince Tree Sun – dünyamızı şekillendiren nesneler üzerindeki doğal ışığın mucizesi ile uğraşan başka bir film – için yaptığı çalışmalarına da değiniyor. Işık, her zaman ışık, geceye doğru uzun bir yolculukta, farklı mevsimleri deneyimliyor.
Erice’nin başyapıtında Antonio López’i stüdyosunu süpürürken, yeni işinde kullanacağı tuvalini hazırlarken görebiliriz. Muhteşem bir ritüeldir. Antonio, bir kadeh şarap tutarak evinin mütevazı avlusuna çıkıyor ve onu ayva ağacının -çirkin bir ağaç- sarı meyvesinden mest olmuş, tamamen alçakgönüllü ve biraz perişan halde görürüz. Ayvalar parlak sarı, koyu yeşil yapraklar ile çevrilidir.
Sabah, Antonio ağacın etrafında döner ve ayvaların pürüzlü cildine odaklanır, büyülenir, efsunlanır. Ve çalıştığı görüntüyü bir tuvale aktarmanın imkansız olduğunu bilmesine rağmen boyamaya karar verir, çünkü meyve yaşıyor ve her gün değişmeye devam edecek ve ışık da aynı olmayacak. Film, ayvadaki güneş ışığını yakalamaya çalışan bir ressamın çok kaybettiği mücadelesini anlatıyor.
1992’de Erice’nin filmi Cannes Film Festivali’nde oynadı ve ben jüri üyesiydim. Film çok adil bir şekilde Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Jüri başkanı Gérard Depardieu ile neredeyse kavga ettim, çünkü filmi hiç beğenmedi ve bir belgesel olarak nitelendirdi. Neyse ki, diğer jüri üyelerinin desteğini aldım.
La 2’yi kapattığımda zaten çok geç, ama sorun değil: hapsedilme süresi dairesel ve James Bond’u hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum, Sean Connery’nin Machiavellian ve şişman Goldfinger’ın planlarını engellemeden ve hepimizi kurtarmadan yatağa gitmek istemiyorum.
Pedro Almodóvar
NOT: Pedro Almodóvar tarafından kaleme alınan günlüğün ikinci bölümüne aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Kaynak: https://www.bfi.org.uk/