Fransız yönetmen Louis Malle’nin, Le Feu Follet (1963) adlı filminin yeni bir uyarlaması olarak karşımıza çıkan, Oslo, 31 August’un yönetmenliğini Joachim Trier yapıyor. Reprise (2006) filmi ile büyük beğeni toplamış ve 2006 İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanmış olan Norveçli yönetmen, günümüz Norveç sinemasında şimdiden önemli bir yere sahip. Joachim Trier’in bu filmi Oslo, 31 August; 31. İstanbul Film Festivali Uluslararası bölümünde yer almış. Film, aynı zamanda 1931 yılında, Pierre Drieu La Rochelle tarafından yazılan, Will O’ The Wisp adlı kitabın da modern bir uyarlaması.
Filmin konusuna gelirsek, bir klinikte madde bağımlılığından kurtulmak için tedavi görmekte olan Andres’in kendine ve hayatına karşı acımasız tavrı, filmin omurgasını oluşturuyor. Kaldığı klinikten, Oslo’da bir iş görüşmesine gitmek için bir günlük izin alan Andres, bütün gün ve gece boyunca geçmişiyle ve hatalarıyla yüzleşir. Adeta yaşamının sınırlarında dolaşmaya çıkar. Herkesin bir yer edindiği, artık bıraktığı gibi olmayan Oslo’ya adapte olmayı 31 Ağustos günü son bir kez daha dener.
Filme daha detaylı bakarsak ilk sahnelerde Oslo manzaraları ve hikayeleri dinliyoruz. Bu açılış, mekanın farklı aidiyetlerinden sadece birine tanık olduğumuzu hissettiriyor ve filmin geneline yayılan varoluşçu atmosfere katkı sağlıyor. Filmin başlarında gerçekleşen, Andres’in başarısız intihar girişimi, mevcut durumu kolay ve sarsıcı bir şekilde açıklıyor. Yapımın bu tercihi, anlatının üzerine çok şey koyabileceği bir zemin hazırlıyor. Nitekim ilerleyen sahneleri, ilk sahnelerin oluşturduğu karamsar bir gölgenin altında izliyoruz. Bu anlamda filmin sağlam bir açılışa sahip olduğunu söylemek mümkün.
Andres’in Oslo’ya dönüşü ve yakın bir arkadaşını ziyaret etmesiyle film ilerlemeye devam ediyor. Andres bu dönüşüyle birlikte kaçtığı durumları ve bürünmekten korktuğu rolleri yeniden hatırlıyor. Onu karşılayan olumlu sayabileceğimiz bir çevreye sahip olmasına rağmen Andres, içindeki açmazlardan sıyrılmayı bir türlü başaramıyor. Normal şartlar altında, sıcak bir his uyandırma potansiyeline sahip olan yuvaya dönüş teması, bir bunalımlar zincirine dönüşüveriyor. Film bunu yaparken işin suyunu çıkarmadan Norveç sinemasının kendine özgü donukluğuyla bizlere sunuyor. Arkadaşı ve arkadaşının eşiyle paylaştığı konularda Andres’in yalnızlığını ve geç kalmışlığını fark edişini artık soğumuş bir duyguyla izliyoruz.
O gün Oslo’ya yeni bir hayata başlamak için gelmesine karşın bu ziyaret, Andres’e treni çoktan kaçırdığını gösteren, ona yüzeyselliğini ve tatminsizliğini hatırlatan bir tablo sunuyor. Neredeyse başarılı olan iş görüşmesini kendi elleriyle reddetmesi, karakterin yapısını güçlendiren bir karar olmuş fakat bu sahne filmin geneline Andres’e uymayan bir yapıda çekilmiş. Bu sahnede yönetmen, karakterinin bu yaşam şeklini kendinin seçtiğini göstermek isterken bunun dozajını biraz kaçırmış ve filmin birkaç yerinde de hissedilen karakterin çocuksu tavırlarıyla göze batmasına neden olmuş. Göze batan bu fevri sahnelerde karakterin çizdiği donuk ve vazgeçmiş görüntü az da olsa yıpranıyor.
Filmin ilerleyen sahnelerinde, Andres’in çaldığı kapıların birer birer boşluğa açıldığını görmeye devam ediyoruz. Yine de Andres’in Oslo’ya dönüp orada bıraktığı her şeye kırılgan temaslarda bulunması, vazgeçtiği hayatının etrafında hafif adımlarla güzel bir yolculuğa çıkmış gibi hissettiriyor. Bu anlamda filmin güzel bir yaz gününde, harika Oslo manzaralarının içinde geçmesi bizi tezat bir kabusun içine sıkıştırıyor. Andresle birlikte sıkıştığımız bu yerde gün boyunca sürüklenip duruyoruz. Arkadaşlar, partiler, aile ve aşk… İnsanın ilk seferde aklına gelen birçok tutunma denemesi, bir şekilde Andres’e iyi gelmiyor. Bu durum aynı zamanda bir senaryo içerisinde insanın aklına gelebilecek tüm açıkların üzerini kapatmaya benzeyen bir şekilde, yaşamdaki tüm açıkların bir günde kapanmasını sağlıyor. Senaryo, bize vazgeçmenin bir nedeni olarak görebileceğimiz neredeyse hiçbir şey bırakmıyor. Andres’in içindeki hiçbir yere gitmeyen sancının saf bir şekilde görülmesine olanak tanıyor. Yönetmenin bu kadar yoğun deneyimler içeren bir günü minimum hatayla yaratması oldukça zor ve başarılı bir iş. Joachim Trier’in bu anlatım gücünü, benzer temalar içiren Reprise filminden edindiği tecrübeye ve 1963 yapımı olan uyarlamaya borçlu olduğunu da es geçmeyelim.
Genel hatlarıyla film güneşli bir günde geçmesine rağmen İskandinav şehirlerinin donuk atmosferini de içinde barındırıyor. Yoğun sahne ve duygu geçişlerine rağmen dingin ve durağan bir ritme sahip. Gece yarısı boş yolda sürülen bisiklet sahnesi, kısa fakat oldukça akılda kalıcı bir duygu uyandırıyor. Ayrıca Andres’in bir kafede insanların gündelik diyaloglarını dinlediği sahne, karakterimizin bayat bir tabirle kalabalığın içindeki yalnızlığını vurguluyor. Aynı zamanda Andres rolünün gerek oyunculuk gerekse yapı itibariyle Reprise filmindeki Phillip karakterine oldukça yakın olduğunu söyleyebiliriz. Farklı bir lezzet yaratmasa da Andres karakterinin bu iki yönden de filmi taşıyabilen bir kumaşı var. Bunların yanında filmin, atmosfere uygun başarılı bir müzik kullanımına ve makul kalitede, filmin temposunu dengeleyen bir kurguya sahip olduğunu atlamayalım.
Son olarak toplumun tercihlere, tercihlerin de topluma nasıl baktığını sorgulayan dokusunun yanında, Oslo 31 August, içsel bir savaşın, hayatın etrafında dallanıp budaklanmasının ve bütün bunların neticesinin çarpıcı bir hikayesi. Yakın dönem Norveç sinemasının, halihazırda üst düzey örneklerinden biri olarak yerini alan Oslo, 31 August, kendisinden önce var olan yoğun bir materyalin süzülmüş ve saflaştırılmış hali.