Olduğun Gibi Görünme, Göründüğün Gibi Ol: El Planeta

Yazan: Pelin Oduncu

Amalia Ulman’ın ilk uzun metraj filmi El Planeta (2021), MUBI seçkisinde yerini aldı. Yaz sıcaklarında var oluşsal konularla, insanı derin düşünsel bir sürece yönlendiren ağır felsefi filmlerin yerine yine eleştirel ancak üslubu daha mizahi olan filmler izlemek isteyenler için El Planeta birebir diyebiliriz. Film, İspanya’nın kuzeyindeki Gijón’da yaşayan Leo ve annesi María’nın hikayesini anlatıyor. Kredi kartı ve kira gibi borçları sebebiyle evlerinden tahliye edilmek üzere olan iki kadının öyküsü. Leo, moda tasarımı okuyarak geçimini sağlamaya çalışırken, María da çeşitli yalanlar ve manipülasyonlarla hayatta kalmaya çalışıyor.

Bir iki yazıda filmin (belki de fiziksel görünümlerine özen gösteren iki kadının başrolde olması sebebiyledir) toplumsal cinsiyet kavramıyla açıklandığını gördüm. Ancak bana kalırsa filmin doğrudan toplumsal cinsiyet özelinde ya da feminist bir anlatı çerçevesinde açıklanabilmesi için konuya işaret eden daha çok gösteren olması gerekirdi. El Planeta feminist bir anlatı olarak değerlendirilebilecek ya da kadının toplumsal olarak ikincil konumda olmaya zorlandırıldığı patriarkal ilişkiler bağlamında anlatılacak bir film değil bana kalırsa. Toplumsal cinsiyete 2-3 yerde (ünlü bir erkeği referans alarak güç kazanmaya çalışmaları, evli bir erkeğin bunu belirtmeden Leo’yla birlikte olması, Leo’nun kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için seks işçisi olmayı düşünmesi ya da her daim fit görünmek, güzellik, moda gibi kadınları baskılayan değerlere olan düşkünlükleri) vurgu yapılmış olsa da bu göndermelerin filmin ana temasını doğrudan toplumsal cinsiyet ayrımı üzerine kurduğunu söylemek güç. Görmezden de gelmemek gerekir elbette.

Kendisinin Reklamını Yapan Özne

“Teşhircilik toplumunda her özne kendi reklam nesnesidir, her şey sergi değeriyle ölçülür. Teşhircilik toplumu pornografik bir toplumdur. Her şey dışa çevrilmiş, ifşa edilmiş, çıplaklaştırılmış, soyulmuş, ortaya serilmiş durumdadır” [1]

Filmin ana teması, kendini metanın değişim değerine yani satın aldığımız ürünün asıl kullanım amacının yanı sıra bize kazandırdığı saygınlık, zenginlik, entelektüellik gibi sosyal statülere sahip olmak isteyen zamane bireyine dayanıyor. Bu anlamda film, tüketim kültürü ve tüketilen değerlerin teşhirciliği ile ilgili aslında. Kapanan boş dükkanlar, saygın markalar, vitrinler, yeni nesil kahve tüketim alışkanlıkları gibi görseller ve içeriklerle bu eleştiri filmin geçiş sahnelerine kadar taşınmış durumda. Temel derdi; çılgınca tüketme anlayışının kişiyi yoksulluğa düşürmesine rağmen, güzel bir elbiseye sahip olduğu için bu yoksulluğu bile fark edemeyen ya da tolere edebilen tüketim toplumunun bireyleri. Tüketilen metalarla kendi kendisinin reklamını gönüllü olarak yapan bireyler hakkında film. Evet ona ne yapacağını söyleyen bir iktidar mekanizması yoktur ortada modern toplumlarda olduğu gibi ama postmodern toplumlarda iktidar, kişinin kendi benliğidir zaten. Byung-Chul Han, sosyal medyayla her anını ifşa eden toplumlar için şöyle der: “Onu çalışmaya zorlayan ve sömüren bir tahakküm mercii yoktur. O kendisinin efendisi ve girişimcisidir”[2].

Sosyal medyadaki güzellik, estetik ve zenginlik algısına uyumlanmak onun temel bir ihtiyacı olmuştur. Evde yemek olmaması değil, filtre kahve olmamasıdır önemli olan. Evde borçlar nedeniyle elektrik kesilmesi değil, erkek arkadaşıyla buluşmaya giderken kesilen elektrik yüzünden ıslak saçla çıkmak zorunda kalmaktır önemli olan. Saygın ve varlıklı görünmek için hırsızlık bile yapılmıştır filmde Leo’nun annesi tarafından. Leo, para karşılığı tanımadığı bir adamla birlikte olmayı bile göze almıştır üstelik temel olmayan ihtiyaçları için. Yoksul olmalarına rağmen yoksul görünmeleri kabul edilemez onlara göre. Ki Leo bir sahnede kilolu olmakla, yoksulluğu paralel bulmuş, “fakir vücudu” olarak tanımlanmıştır. Çünkü kilo almak karbonhidrat tüketimi demektir aslında. Yani makarna, pilav, ekmek, simit vs. gıdaları daha fazla tüketilmesidir ki yoksul insanlar biliriz ki doymak ve esasen daha niş yemekleri yiyemedikleri için bunları daha çok tüketirler.

Beden İşçiliğinin Değeri

Yazılarımı daha önce okuyanlar bilir ki, bir filmde estetik değil de sosyolojik, psikolojik katmanlar daha öne çıkıyorsa yazılarıma bunu taşırım. Çünkü bana göre yönetmen filmini, düşüncelerini aktarmanın bir aracı haline getirmiştir bu yolla. Bu filmde de monokrom (siyah- beyaz), wipe effects (sahne geçişlerinde silinme efektleri), az, fakat filmin ritmine uygun standardize bir müzik kullanımı, sıkıcı bitişik mekanlar (yükselen binalar), geniş açılı planlar karakterlerin içinde olduğu duygu durumu ve mekânsal nitelikleri yansıtması açısından önemli estetik tercihler. Filmin siyah-beyaz olması hem hikayeyi zamansızlaştırıyor hem de İspanya’nın içinde bulunduğu krizi temsil ediyor. Karakterleri dar alanlarda geniş açı objektife sıkıştırarak, içinde bulundukları maddi ve manevi durumu da anlatmaya çalışıyor yönetmen bana kalırsa. İspanya, Avrupa’nın beşinci büyük ekonomisine sahip olmakla birlikte, Yunanistan’dan sonra en büyük işsizlik oranına sahip ülkelerinden de biri.

Ekonomik olarak bu kadar gelişmesinin yanında 1970’lerden günümüze en yüksek işsizlik oranına sahip ülkelerden biri olması, ekonomik uçurumu da gösteriyor. Bu durumun oluşmasında 2007- 2008 mali krizin de etkisi büyük. Filmde ülkenin ekonomik durumunu kapanan dükkanlar, boş vitrinlerin olduğu görsellerin yanında, genç yaşına rağmen New York gibi yerlere çalışmaya giden işsiz gençlerden anlamak mümkün (Leo ve bir mağazada tanıştığı genç adam gibi). Kaldı ki filmin ikinci sahnesinde Leo, sadece okumak istediği kitabı almak için seks işçisi olmak adına bir adamla görüşmüştür. Adamın kendisine oral seks için verdiği fiyat ise neredeyse kitabın fiyatıyla eşdeğerdir. Bu durum, ekonomik zorlukların bireyleri nasıl çaresiz ve radikal kararlar almaya itebileceğini gösterirken, daha genel anlamda yoksulluk ve sosyal eşitsizlik gibi makro düzeydeki ekonomik faktörlerin, bireysel yaşamlar üzerindeki etkilerini de gösteriyor. Ayrıca kitap ile beden arasında kurulan bu ilişki kapitalist toplumların geldiği son noktayı da yansıtıyor. Kapitalist toplumlarda her şeyin, hatta en kişisel ve özel olanın bile, ticari bir değere indirgenebileceğini ortaya koyuyor.

Olumlama Toplumu

Filmde sık sık vurgulanan alt temalardan biri de Leo’nun annesi tarafından yapılan spiritüel pratikler. Bildiğimiz gibi spiritüalite, bireylerin ruhsal deneyimlerini, inançlarını ve içsel dünyalarını ifade eden bir kelime. Din, meditasyon, yoga gibi pratikler aracılığıyla ruhsal gelişim, anlam arayışı ve kendini keşfetme gibi konuları içeriyor.  Kapitalist toplumlarda daha katı pratikleri ve inançları içeren büyük dinlerin yanı sıra spiritüel uygulamalar da alternatif bir inanç sistemi anlamına geliyor diyebiliriz. Filmde de spiritüaliteyi hayatının merkezi haline getirmiş (mumlar, dolabın üstüne konulan elmalar) bir anne görmekteyiz.

Bu son derece normal, çünkü faturayı ödeyemediği için elektrikleri kesilen, aldığı kıyafetler, ürünler sebebiyle borç batağında bir insanın reel yaşamda çalışmadan ya da kendisine başkalarından bir miktar para gelmeden bu borç batağından çıkması imkansız. Spiritüalite bu noktada kadının, içinde bulunduğu umutsuzlukla başa çıkma tekniği aslında. Tanrı’nın her şeyi düzelteceğine dair olan inancın seküler hali aslında. Bu yaşadığımız çağda sık sık karşılaştığımız bir mücadele biçimi değil mi? Katılanlarınız olacaktır ki, “olumsuz konuşma”, “negatifi çağırma”, “olumlama yap” şeklinde direktifleri hepimiz duyuyoruz sanırım. Filme dönecek olursak, anne-kızın tüketim çılgınlığı ve bu çılgınlıkla vardıkları sıfır noktası, anneyi, görünmeyen bir enerjinin onları kurtaracakları düşüncesine götürüyor.

Performatif Bir Sanatçıdan, Gözlemci Bir Yönetmene

Bir filmin yönetmenin kişisel dünyasından izler taşıdığını, dünyaya bakış açısını bir ölçüde yansıttığını gözden kaçırmamak gerekir. Film eleştirisi yaparken bu nedenle yönetmenin belki magazinsel yaşamı değil ama yaşadığı çağda neyi eleştirdiği, neyi sevdiği, nelerden ilham aldığına bir bakmak gerekir. Amalia Ulman’ın ilk uzun metrajı olan bu filme bakmadan önce kendisi araştırıldığında, sosyal medyanın çağımızdaki merkezi konumunu nasıl sorguladığını ve hatta bu merkezi konumun bizzat öznesi haline gelerek onu performatif bir sanat haline nasıl getirdiğini görüyoruz.

Sevgilisinden ayrıldıktan sonraki süreci Instagram hesabında günlükler şeklinde sergileyen Ulman’ın profili, aynadan çekilmiş bedeni ve kombinlerine, atarlı-giderli sözlere dayanıyordu. Ulman günlük yaşamından basit fotoğraflar paylaşarak 5 ayda 90 bin kişinin kendisini takip etmesini sağladı ve bu sergilemeyi, performatif bir sanata dönüştürdü. Yani aslında yönetmen, filmde eleştirdiği meseleyi bizzat yaşamış ve sosyal deney haline getirmiş iyi bir gözlemci ve sanatçı. Dolayısıyla bana kalırsa çektiği bu ilk film, kadınlık-erkeklik gibi cinsiyet rollerinin ötesinde çağımızın şeffaflık, teşhircilik, gösteri toplumunun bir eleştirisini içeriyor. Bu eleştiriyi de kendi yaşamından yola çıkarak yapıyor ve sonuç olarak Leo’yu da kendisi oynuyor.

Sonuç Olarak

Bazı diyalogların fazla açıklayıcı olduğunu (filmin niyetini, mesajını açıkça bildiren) düşünsem de yönetmenin 20’lerinde bir Instagram kullanıcısı olmasının da verdiği deneyimle yerinde gözlemler yaptığını düşünüyorum. Anne-kızın tüketim çılgınlığı absürt ve abartılmış bir durum gibi görünüyor olsa da biraz durup düşününce yakın çevrenizde sadece başkaları için nasıl göründüğünü önemseyen -lüks düşkünü insanları- hemen anımsayacaksınız. Bir tür olarak kara mizahın amacı da bu değil midir zaten? Kişinin içinde olduğu olay ve olguları mizahi bir üslupla eleştirmesidir aslında kara mizah. Kaldı ki karşımızda Instagram kitlesini oldukça yakından tanıyan, beğeni ve etkileşim kazanmanın yolunu keşfeden ve bunu az önce de dediğim gibi performatif bir sanat haline getiren genç bir yönetmen var: Amalia Ulman.  New York’ta yaşayan video net-art gibi çalışmalarla öne çıkan Arjantin-İspanyol kökenli bir sanatçı. Basit ve gündelik paylaşımlar yapan bir Instagram kullanıcısı gibi görünse de Ulman; sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsellik, kusursuzluk, mükemmellik gibi konulara dikkat çeken gözlemci bir Instagram kullanıcısı hatta bir sanatçı aslında.

Filmde kişisel yaşamı üzerinde bu denli durmamamın sebebi hem filmde kendisi ve annesini başrol yaparak filme biyografik bir nitelik kazandırmış olması hem de çağımızın gösteriş kültürünü bir sanat haline dönüştürmesi.  Sevgilisinden ayrıldıktan sonra tüm sosyal medya kullanıcısının dikkatini çekecek şekilde paylaşımlar yapan bir gencin ilk uzun metraj filmi, çağımız tüketim toplumu ve Z kuşağını anlamak açısında önem arz ediyor bana kalırsa, zira film doğrudan internet kuşağı içinden çıkan bir yönetmenin, internet kuşağına olan bakış açısını incelikle yansıtıyor.

1 Byung-Chul Han, (2020). Şeffaflık Toplumu, (Çev. Haluk Barışcan), İstanbul: Metis Yayınları.
2 Byung-Chul Han (2020).


Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir