2013’e kadar yönettiği kısa filmlerle bildiğimiz Can Evrenol, 2013’te hayli ses getiren BASKIN ile Türk Sineması’nda adından söz ettirmeye başlamıştı. Büyük bir sinefil olmasının yanında korku, istismar sinemasına duyduğu derin sevgiyi tüm filmlerine enjekte eden Evrenol Türkiye’de daha önce neredeyse hiç örneği olmayacağını söyleyebileceğimiz korku, istismar, gore ve b-film janralarını birleştiren kendine özgü bir sinema dili yarattı. John Carpanter, Gaspar Noe, George A. Romero ve David Lynch’ten etkilendiği bilinen Evrenol son olarak Sayara ile karşımızda.
İstanbul’da bir spor salonunda temizlikçi olarak çalışan Sayara, ablası Yonca’nın ‘intiharı’ sonrasında kolları sıvayacak ve babasından da çocukluğundan almış olduğu dövüş sanatları eğitimini dışa vurarak son derece kanlı bir intikamın fitilini ateşleyecektir.

Yazının bu noktadan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Öncelikle Sayara hayli zengin bir anlatıya sahip. Hikayesini tamamlayan ve neden sonuç ilişkisine dair akıllarda soru bırakmamayı sağlayan anlamlı flash-back’lerle desteklenen film, başlarda gayet normal ilerlerken birden bire muazzam bir şekilde 180 derece dönerek kanrevan içinde bir senfoniye dönüşüyor. Kadın cinayetlerine değinen hikaye aslında ciddi anlamda Nadira Kadirova olayıyla ciddi şekilde benzerlikler gösterirken bir yandan korku ve gerilim türlerini de başarıyla harmanlıyor. İstismar sinemasının inceliklerini son derece dışa vurumcu ve sürrealist sahnelerle sergilerken film hızla hikayesindeki boşlukları dolduruyor.
Geleneksel muhafazakarlık, toplumsal cinsiyet gibi konuları deşen film başroldeki Duygu Kocabıyık’ın alkışlanası performansıyla su gibi akıyor. Ablasının öldürülmesi sonrasında saçlarını kendi eliyle kesmesi önemli bir metafor olurken Sayara’nın insanlıktan çıkışının, içindeki hayvanı dışarı bırakmasının alt metnini oluşturuyor. Abla Yonca’nın kaybı sonrasında neredeyse tamamı geceye evrilen film, artık tamamen karanlık bir dünyada olduğumuzun habercisi olurken cinayeti işleyen erkeklerin devlet bürokrasisiyle yakın ilişkileri de bu karanlık distopyanın tamamlayıcıları oluyorlar.

Şiddet sahnelerinin hayli dışa vurumcu ve açık oluşu, yer yer yam yamlığa varan anlarıyla Sayara karşısında ciddi anlamda dayanıklı bir seyirciyi beklediğinin haberini de veriyor. Sayara’nın babası Shamil Bazarov’un görüldüğü flashback sahneler de çok önemli şeyler anlatıyor bizlere. Geçmişin, geleneklerin ve muhafazakarlığın bir arada harmanlandığı bu sahneler Sayara’nın motivasyonunu öğrenmemiz açısından son derece önemliyken aynı zamanda karakterin geçmişine dair de bizlere önemli bilgiler veriyor. Babasından sonra İstanbul’da tesettürlü bir hayat yaşayan Sayara’nın ablasının kaybıyla birlikte hayatında edindiği bütün zincirleri kırması, tam anlamıyla katıksız bir insana, katıksız bir hayvana dönüşmesi artık dünyanın da ilkelliğiyle, caniliğiyle doğrudan ilişkili.
Filmin değindiği bir diğer önemli mesele de kadın cinayetleri. Özellikle Yonca karakterinin bir plazanın üst katında vahşice katledilmesi özellikle son 10-15 yılda hayatımıza girmiş olan, lüks plazalarda işlenen kadın cinayetlerine atıfta bulunuluyor. Şule Çet’in ve daha binlercesinin yaşadığı dehşeti yaşayan Yonca da Türkiye’nin pürüzsüz gerçeğiyle karşılaşıyor. Bu sahnelerin de mümkün olduğunca açık şekilde verilmesi günümüzde sosyal medyanın etkisiyle artık bir toplumun hissizliğe, küçük bir sosyopatlığa evrilmiş olmasına da bir eleştiri, bir çeşit uyandırma olarak okunabilir.

Bütün bunların ışığında Can Evrenol’un Sayara’sı, birbirinden farklı janralar arasında kaliteli bir şekilde bizi bir yolculuğa çıkarırken canavarlaşan insan portresini de başarıyla çizmeyi kendine görev ediniyor. Tüm bu dışa vurumcu, hayli zor izlenebilecek şiddet sahneleriyle birlikte kendisine belli bir seyirci ve hayran kitlesi edinme çabasında olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Ülkedeki kadın cinsiyeti üzerindeki kırım yıllardır devam ederken bu film de en azından onların sesi olmaya aday, başarılı bir manifesto.