Modern İnsanın İnşası, Yolculuğu ve Sonu: The House That Jack Built

Yazan: Deniz Kuş

Lars Von Trier, hiç kuşkusuz ki 20. yüzyılın sonlarında sinema dünyasına adım attığında kimse onun adını sadece sinema tarihine değil, sanat tarihine de yazdırabileceğini düşünmüyordu. Yazıp yönettiği filmlerle daima farklı olanın, aykırının, derinlerde olup bitenlerin peşinden gitti ve sineması genel olarak bunlar üzerine kuruldu. Asla herkesin anlayabileceği, bir defada anlaşılabilecek filmler değil, her zaman defalarca izlenmesi gereken, üzerine saatlerce, günlerce konuşulabilecek, tartışılabilecek filmlerle bizlerin de dünyasını aydınlattı. Buradaki ‘aydınlatma’ kavramı ise kesinlikle bildiğimiz anlamda değil. Buradaki aydınlanma, Lars Von Trier’nin özellikle kendisini sevmeyen, hatta nefret eden insanların da bir nevi kendi gerçekliklerinden kaçmalarına işaret ediyor aslında.

Genel olarak saf kötü insan hikâyelerinin peşinden koşan Trier’in The House That Jack Built (Jack’in Yaptığı Ev) filmini bu yazımızda siz okuyucularımıza mümkün olduğunca derinlemesine incelemeye çalışacağız. Bu süreçte tarihten felsefeye, felsefeden mitolojiye kadar Trier’in de beynindeki tilkileri dışarı çıkarmaya çalışarak filmi de sizlere eksiksiz biçimde aktarmaya çalışacağız.

Bu derinlemesine analizimiz başından itibaren spoiler de içerecektir, o yüzden filmi izlemeyenlerin buradan itibaren yazıyı okumamalarını tavsiye ederiz. İyi okumalar, iyi ‘eğlenceler’ dileriz.

Mimarlık hayalleri kuran ve tek amacı tamamen kendine ait kusursuz bir ev, bir başyapıt inşa etmek olan Jack, aslında soğukkanlı bir seri katildir. Tek amacı bu evi inşa etmek iken karşısına çıkan kurbanlar karşısında Jack kendisini, hayatı, dünyayı sorgulamaya başlayacaktır.

“Ben hikâyemi 12 yıllık periyotlar halinde öylesine seçilmiş 5 olay üzerinden anlatacağım.”

Dedikten sonra Jack bir yolculuğa çıkmıştır. Minibüsü andıran arabasıyla yolda ilerlemekteyken davetsiz bir misafirle karşılaşır. Uma Thurman’ın canlandırdığı bu karakter, aslında Jack’in bilmem kaçıncı, ancak bizim izleyeceğimiz, katledilmesine şahitlik edeceğimiz ilk kurban olacaktır. Arabası bozulan bu kadın, ısrarlarının karşılığını alır ve Jack tarafından araca alınır. Tamirciden dönerlerken Jack, onu bir krikoyla kafasına vurarak öldürür. Kadın son derece kibirlidir ve Jack’i defalarca aşağılar. Bu kibirli davranışının sonucunda ise acımasızca öldürülür. Aslında tamirciye vardıklarında Jack’e dönüşte de onu arabasına bırakmasını istemiştir. Buradan baktığımızda tembel bir insan olduğunu da tahmin edebiliriz.

Sanat Nedir, Sanatçı Nedir?

Filme ilerleyen sahnelerde yayılacak şekilde Jack’in kurbanları, 7 Ölümcül Günah’ı barındıran insanlardan oluşacaktır veya oluşmayacaktır. Ancak film ilerledikçe Jack’in aslında bunların hepsine sahip filmdeki, yani ‘dünyadaki’ tek Homo sapiens olduğunu da göreceğiz. Film boyunca belli aralıklarla Jack’in yapmaya çalıştığı, kırsal bir alanda orman içindeki evin inşaatını da görürüz, ancak bu inşaat bir türlü tamamlanamayacaktır. Yani Jack tembeldir. Filmde dahil olduğumuz, hayatının bu 12 yıllık sürecinde işlediği ve dolayısıyla işleyeceği tüm cinayetlerle de aslında son derece kibirlidir. Cinayetlerin arasına giren Glenn Gould’un piyano sekansları ise sanat dünyasıyla ilgili kafasının içinde düşündüğü şeylerden ötürüdür. Jack, film boyunca Verbe ile konuşurken sanat tarihinden ve mimarlık tarihinden dem vurur. İkisi de karşılıklı olarak bu iki birbirinden farklı sektörle ilgili son derece entelektüel tartışmalara girerler. Jack’e göre özellikle Almanya’daki Nazi döneminde insanlık en modern, kusursuz başyapıtlarını yaratmıştır. Bunu yaparken ise elbette Nazi döneminin silahlanma bakanı, mimar Albert Speer’in adını da anmadan geçmez. Speer, hiç kuşkusuz ki Jack’in rol modelidir; onun için gerçek bir idoldür. Nazilerin yaşantısı, birebir olarak Jack’in hayal ettiği yaşantıyla uymaktadır. Verbe ile olan sohbetleri esnasında devamlı olarak parmak bastığı kural ve düzen kavramları Jack’in istediği dünyaya işaret etmektedir. 1933-1945 arasında Almanya, Hitler önderliğinde tam olarak Jack’in, Jack gibilerin hayal ettiği dünyayı önce yaratmış, yaratmakla da kalmayıp bu dünyanın içinde yaşamışlardır da.

Bu sohbetler olurken cinayetler de devam etmektedir. Jack genel olarak kadınları öldürmektedir çünkü aslında kendisi katıksız bir üreme karşıtıdır aslında. İçinde yaşadığı dünyadan, insanlardan, hayvanlardan, kısacası her şeyden nefret etmektedir. 21. yüzyıldan nefret etmektedir. O aynı zamanda katıksız bir narsisisttir. Cinayetlerini işleyiş şekilleri içindeki sadizmi ortaya çıkarırken, cinayetlerden önce ve sonra kurbanlarıyla ve Verbe’le yaptığı konuşmalar Jack’in karakteriyle ilgili çok fazla şey söyler. İlk başlarda aslında çocukluğuna da değinir, ancak çocukluğuna dair çok fazla konuşmak istemez çünkü Jack en çok ailesinden ve çocukluğundan nefret etmektedir. Babasının despotluğundan çok fazla çekmiştir; bu yüzden o yılları konuşmak istemez.

Bir başka hedef olarak bir anne ile çocuğunu seçer Jack. Anneyi ikna ederek oğluyla birlikte onu bir pikniğe götürür. Orada çocuğa dürbünlü bir tüfekle avcılık öğretirken, aslında ona öldürmenin ‘inceliklerinden’ bahsetmekten kendini alamaz. Sonrasında ise önce çocuğu, sonra da kadını acımasızca tepeden vurarak öldürür. Bu cinayet sekansında fark etmemiz gereken ise şudur: Dünya asla ama asla güvenli bir yer değildir. Bir piknikte, açık havada, anormal hiçbir şey yokken bile bir cani tarafından canımız alınabilir. Piknik cinayetlerinin işleniş şekli, Schindler’s List (Schindler’in Listesi) filminde hayatına değinilen sadist Nazi komutanı Amon Goethe’nin kurbanlarını kuleden dürbünlü tüfekle keyif için öldürme şekilleriyle bire bir benzerlik göstermesi açısından son derece önemlidir. Trier’in bize burada anlatmak istediği, Jack karakterinin aslında bir belgesele konu olabilecek biri olduğudur. O gerçek bir saf kötüdür. Bu yüzden çocukluğuna yeterince değinmek istemez; değinirse empati ihtimali doğabilir ve Trier bunu yapmaz. Bunu yapmayarak aslında amacını da açığa vurur. Bu filminde bizlere, kusursuz bir modern başyapıt yapmak isteyen ‘mimar’ Jack’in öyküsünü anlatır. Jack dünyada şimdiye dek yaşamış biri değildir; film ‘gerçek hikayeden uyarlama’ değildir ama aslında tam da gerçek hayattan uyarlamadır.

Jack’in ambarı andıran mekânına geldiğimizde burasının bir buzhaneye dönüştürüldüğünü görürüz. Buzhanede öldürdüğü onlarca, yüzlerce insanın kalıntılarını saklamaktadır Jack. Bütün bunları, yapmayı planladığı, ‘sanatçı’ ruhunu verdiği kişisel başyapıtı için saklamakta ve üzerlerinde oynamalar yapmaktadır. Bedenleriyle yaptığı oynamalar, eseri için düşündüğü mükemmeliyetçiliğin en ufak bir kazaya dahi kurban gitmemesi için tamamen kendi planlamasının başarılı olması içindir. Bunlar devam ederken Verbe’in merakı da bitmemektedir.

Mesela Jack, otoyolda rastladığı yaşlı bir kadını öldürdüğünde, Verbe ona bunu neden yaptığını sorar. Jack ise burada entelektüel manipülasyon tarafını ön plana atarak birdenbire William Blake’den bahsetmeye başlar. William Blake, 19. yüzyılda İngiltere’de yaşamış bir şair, ressam ve mistik vizyonerdir. Özellikle İngiliz şiirindeki romantizm akımının bayrak taşıyanlarındandır. Blake’in romantik şiirdeki ustalığı, en azından Jack’in söylediğine göre, bu cinayetinde kendisine ilham vermiştir. Yaşlı kadını bırakıp gidemeyişini, reddedemeyişini bu şaire ve onun şiirlerindeki romantikliğe bağlayarak Verbe’e karşı kendisini aklamaya çalışır.

Katiller, Sanatçılar ve Teröristler & The House That Jack Built

Lars Von Trier, film boyunca cani seri katillerin sanatla kurmuş olduğu ilişkiye göndermeler yapar. The Silence of the Lambs (Kuzuların Sessizliği), A Clockwork Orange (Otomatik Portakal) gibi modern başyapıt filmlerde seri katillerin klasik müzik başta olmak üzere sanat dallarıyla olan ilişkilerinin, gerçek katilleri de etkilediğini ve manipülasyon yeteneklerini müzikle, sinemayla ve sanatla iç içe geçirdiklerini anlatmaya çalışır. Burada, Jody McAuliffe ve Frank Lentricchia’nın birlikte yazdığı Katiller, Sanatçılar ve Teröristler kitabına atıfta bulunmamız gerekir. Kitapta, gerçek katiller ve teröristlerin, dünya çapındaki sanatçılardan nasıl etkilendikleri cesurca ortaya konur. Fyodor Dostoyevski’nin Suç ve Cezası ile Martin Scorsese’nin King of Comedy (Kahkahalar Kralı)’nı eleştirirken, Francis Ford Coppola’nın Apocalypse Now setinde yaşanan ‘aşırı’ olayları da dillerine dolamadan edemiyorlar ancak asıl tartışma şuradan başlıyor. 11 Eylül Saldırıları’ndan hemen sonra ünlü Alman besteci Karlheinz Stockhausen’in Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılma anını sanatsal bir başyapıt olarak nitelendirmesiyle açıyorlar.

Bu filmi izlerken bu kitabı da çok düşündüğümü söyleyebilirim. Günümüzde, sinema başta olmak üzere sanat eserlerinde kötüyü sevmek, yaşanan anti-kahraman patlamaları, seri katil programlarının gece gündüz izlenmesi gibi konular ister istemez Trier’in The House That Jack Built filmini hatırlatıyor. Filmdeki seri katil Jack, Nazilerden ve başyapıt vermiş sanatçılardan örnekler vererek kendisini meşrulaştırmaya çalışır. Çünkü mimarlığının yanında, amaçladığı şey sadece bir ev inşa edip içinde yaşayıp gitmek değildir. Jack, bu evde yaşarken hayatının sonuna dek öldürmeye devam etmenin hayalini kurar. Burada, yukarıda da biraz değindiğimiz doğum karşıtlığı gibi konulara geri döneriz. Jack’in Yaptığı Ev, bir evi değil, bir dünyanın metaforuna evrilir. Bu dünyada artık insanın yaşamasına izin yokken, tüm ‘fazlalıkların’ öldürülmesi—ki Jack’in genç sevgilisini öldürmeden önce onun göğüslerini kesmesini—de es geçmemek gerekir. Bu seçim bile bilinçaltının nasıl çalıştığına ve idealizmini neyin üzerinden ilerlettiğine dair bize çok şey söyler.

“Din insanlığı mahvetti. Çünkü Tanrınız içinizdeki kaplanı inkâr etmeyi öğretir. Ve hepimizi kabullenmekten utanan kölelere dönüştürür.”

Yukarıdaki cümlelerden gördüğümüz üzere filmin, dolayısıyla Jack’in değindiği ve dert yandığı tek şey sanat değildir. Dinler ve inanç sisteminin dünyaya, dolayısıyla insanlığa getirdiklerine de öfke kusmaktadır. Tanrı ve dinlerin insanlara koyduğu kurallarla birlikte, insanın hakikati reddettiğini iddia eden Jack, cinayetlerini işlemekteki en büyük motivasyonlarından birinin de içindeki kaplan olduğunu söyler. Jack’e göre, dünya üzerindeki her insanın içinde bir kaplan yırtıcılığı vardır ve kimisi bunu dışa vururken kimisi vuramamaktadır.

Jack’e göre inançların ve Tanrı’nın insana en büyük handikabı, bu noktadan itibaren başlar. Din, insanın hayatının merkezine oturduğunda ve despot bir tanrı tek lider olduğunda, insan kendi olmaktan vazgeçmiş ve sahte bir hayat yaşamaya başlamıştır. Bu bağlamda, Jack’in duruşu üzerinden bir “şeytanın yoluna sapma” veya satanizm göndermesi yapılabilir. Tarih boyunca şeytan, insanı Tanrı’nın yasakladıklarıyla yaşamaya iten bir varlık olarak betimlenmiştir.

Bu noktadan devam ederken, Jack’in cinayet işleme sürecindeki şehvet motivasyonuna da değinmemiz gerektiği kanaatindeyim. Cinayet işlerken yoğun şekilde hissettiği şehvet duygusu, öldürmekten zevk almasıdır ve aslında şehvet, cinayetler nedeniyle Jack’in hayatının merkezindedir. İşte bu yüzden 7 ölümcül günahtan biri olan şehvetin de Jack’te olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Tanrı kuzuyu ve kaplanı yarattı. Kuzu masumiyeti temsil etti, kaplan ise vahşeti. İki taraf da son derece gerekliydi. Kaplan cinayet ve kan üzerine yaşar, kuzuyu öldürür ve bu aynı zamanda sanatçının doğasıdır.”

Jack’in yukarıda söyledikleri her şeyi birleştirdiğinin, aslında Trier’nin de bunlardan hiçbirini birbirinden farklı olarak okumadığının önemli bir göstergesi olarak göze çarpar. Big Bang sonrasındaki dünyanın oluşumundan itibaren canlı hayatı başlar ve her şey birbiriyle bağlantılı olarak gelişir. Tanrı’nın yarattığı insan ve hayvanların, canlıların hayatı birbirleriyle bağlantılı olarak ilerlerken dünyadaki yaşam savaşının sonsuzluğuna da atıf yapılır. Jack de burada cinayetlerinin sözüm ona doğallığına, ‘gerekliliğine’ vurgu yapar ve elbette tüm filmde olduğu gibi yine üste çıkmaya çalışır. Bunu yaparken işlediği cinayetleri izlemeye de devam ederiz. Cinayetlerini işlerken fotoğraf çekmeye de sıkça başvurmaya başlamasıyla Jack’in adeta sanatını icra eden sanatçı gibi dünyaya imzasını bırakırcasına bunu yaptığını anlarız. Arkada mutlaka bir kanıt bırakır, ‘ben bunu yaptım’ dercesine narsisizmini ve kibrini sonuna kadar bizimle paylaşır.

Filmin Ressamlar ve Tablolarla İlişkisi

The House That Jack Built üzerine yazarken, filmin modern sanat tarihine yaptığı göndermelere de değinmek gerekir. Özellikle son bölümde cehenneme iniş sahnesinde Dante’nin Cehennem tasvirlerinden ve bu tasvirleri etkileyen ressamlardan ilham alındığı görülür. İngiliz ressam John Martin’in Sadak Unutulma Sularını Ararken (1812) adlı yapıtı, filmin finaline doğru karşımıza çıkan, Jack & Verbe ikilisinin yine bir tartışmasında gözümüzün önüne gelen dağdan ormana doğru akan ırmak görüntülerinde aklımıza gelir. Burada Jack kendi dünyasının hayalini kurmakta iken aslında Verbe ile birlikte inmiş olduğu cehennemin kapılarından birinde gezmektedirler. Dünyada yaşamakta olan herkes cehennemin belli yerlerine hapsedilmektedir ancak Jack’in yeri elbette bu şelaleli olan yer olmayacaktır. Yolculukları devam ederken popüler din anlatılarında- buna İslam’ı da dahil edebiliriz- cehenneme en yakın olan bir yerle karşı karşıya geliriz. Koyu kırmızı bir renk paleti ağırlığını hissettirmektedir, her taraf alevlerle kaplıdır. Burada da yine John Martin’in bu sefer 1841’de yaptığı Pandemonium adlı eser aklımıza gelir. O resim aslında Paris’i göstermektedir ancak tasvir ediliş şekli ile tam bir cehennemi andırmaktadır. İşte buraya gelindiğinde artık Verbe de Jack’e veda eder, çünkü burası artık Jack’in kalacağı yerdir, yerin en altıdır, cehennemin en alt katıdır. Jack burada sonsuza kadar kalmaya elbette niyetli değildir ve yine kibirine yenik düşerek duvarlara tırmanmaya çalışarak buradan kurtulmaya çalışır ancak bu göreceğimiz üzere son derece beyhude bir uğraştır.

Trier’in Karakteri, Sanatçılığı Üzerine Dünyadan Örnekler

Lars Von Trier’in The House That Jack Built’i, birçok yönden yönetmenin kendi hayatı, dünya görüşü ve tartışmalı görüşlerinin sembolizmleriyle dolu diyebileceğimiz, izlerken bizi adeta birbirinden farklı seansları olan bir sanat tarihi dersinde olduğumuzu düşündürecek kadar kapsamlı, ama tabii ki tam olarak Trier’vari aykırılığından da hiçbir şey kaybetmeyen modern bir başyapıt olarak görülebilir. Yönetmenin 2009’da Melancholia filminin Cannes Film Festivali basın toplantısında kovulmasına neden olan Nazi sempatizanı sözlerini hatırlatan sahnelere sahip olan film, aslında yönetmenin kendi biyografisi diyebileceğimiz kadar iğneleyici göndermeler de içerirken, seyircileri de kızdırması gerekirken hayran da bırakabileceğini ispat etmiştir. Sinema tarihinde, Trier gibi savaş döneminde çektiği Olympia 1-2, Triumph of the Will (İradenin Zaferi) ile göklere çıkarıldıktan sonra yargılanan ancak yargılanan Leni Riefenstahl, kuşkusuz ki bugünkü sinemaya da çok büyük şeyler bırakmıştır. Olympia filmlerinde kullandığı yüceltme açısı olarak bilinen, 1936 Berlin Olimpiyatları’nda alt açıdan çektiği Alman ‘üst ırk’ sporcuları, yıllar sonra Tarantino ile özdeşleşen bagaj açısına ön ayak olmuş ve dünyanın ilk epik filmlerinin de önünü açmıştır. 1915 yapımı olan Birth of a Nation da ideolojisiyle elbette yerden yere vurulması gereken bir filmken, sanatsal anlamda inkâr edilemeyecek derecede güçlü bir filmdir.

Buradan baktığımızda, Lars Von Trier, çoğu insanın bildiği üzere faşist fikirlere sahip bir yönetmen olarak karşımıza çıkmasının yanı sıra, özellikle The House That Jack Built filmiyle bizlere kendisini anlatmış olabilir. Bunu yaparken kadın karakterlerin çokça öldürmesi, dünyadaki genel anlamda her zaman olan kadın kırımına bir gönderme olarak okunabilir. Böyle okunurken sanatın ve sanatçının yozlaşmışlığına açık bir pencereden tamamen aslında bir sanat, sanatçı ifşası olarak da değerlendirilebilir. Yani Jack’in film boyunca genellikle kadınları öldürmesi, sanatlarını icra ettikleri yıllar boyunca yaptıkları istismarlar ve yıktıkları etik kurallar nedeniyle artık dağı aşmış olan her sanat dalından sanatçılara bir gönderme olarak da okunabilir. Görüldüğü üzere, film üzerine gerçekten çok konuşulabilecek bir film olmasının yanında, katıksız bir sanat eseri olduğu da yadsınamaz bir gerçektir.

Tüm anlattıklarının ışığında Jack ile Verbe’in entelektüel tartışmaları da aslında belli bir yere varmaz, varamaz. Çünkü sanat da, sanatçı da her zaman muğlak olarak ifade edilmiş kavramlardır ve bu yüzden filmde Jack’in boşluğa düşüşünden sonra yapmaya çalıştığı kişisel başyapıtı, karşılıklı atışmaların dolu dizgin ilerlediği uzun süreli sohbetler, cinayetler, suçluluğu, hayatta kalan kurbanlar vb. gibi şeyler tamamen muğlak olarak kalır. Aslında hepsi Jack ile birlikte alevler içerisindeki sonsuzluğa gömülür, sonuçları net olarak açıklanmaz ama biz bunu tam anlamıyla biliriz.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir