“Değerler yaratarak varoluşun kendisini bir değer olarak oluşturan, erkeğin etkinliğidir. Bu etkinlik yaşamın bulanık güçleri karşısında üstün gelmiştir, Doğa’yı ve Kadın’ı köleleştirmiştir.” [1]
Simone de Beauvoir
“Love is the key we must turn
Truth is the flame we must burn
Freedom the lesson we must learn
Do you know what I mean?
Have your eyes really seen?”
Alex Garland’ın Ex Machina ve Annihilation’dan sonra üçüncü uzun metraj filmi olan Men, açılışını Lesley Duncan’ın Love Song’u eşliğinde yapar. Açılış sekansında bizi karşılayan, neredeyse yüzündeki kana yaklaşan kırmızı tonlar içindeki o eve, kendi üzerine örttüğü kapı ile iyice sıkışan Harper’ın özgürleşmek için çıktığı yoldur. Kendini kapattığı o ev, yağmur damlalarıyla birlikte düşen James’in suçlayıcı bakışlarından onu koruyamaz. İngiltere’nin kırsalına yaptığı bu yolculukla Harper, aşk adı altına sığınan tüm bu tahakkümü aşmanın tek yolunun patriarkal düşünceye ve düzene bir balta indirmekten geçtiğini öğrenecektir. En nihayetinde özgürlük, öğrenilmesi gereken bir derstir ve bu yolculuk, Harper’a yalnızca bakmayı değil aynı zamanda görebilmeyi de öğretecektir.
Harper, cennet bahçesine vardığında, insanlığın ama özellikle de kadının omuzlayacağı ilk günahı işler. Tanrı’nın yasakladığı, iyiyi ve kötüyü ayırt edebilmeyi sağlayacak olan o bilgi ağacının meyvelerinden insanın yemesinin bedeli, özellikle de erkeğin hükmü altında yaşamaya mahkûm edilen kadın için oldukça ağır olacaktır. Bu ilk günahı bize hatırlatacak kişi ise film boyunca kadını ev ve evlilikle özdeşleştirip sözde güç gösterileri üzerinden iktidarını tekrar kurmaya çalışan ev sahibi Geoffrey’den başkası değildir. Bu suçlama anında Harper, reddettiği taleplerin onun üzerine yıktığı vicdan azabının bir simgesi olan James’in ölü bedeniyle karşılaştığı yerin yani Tower Bridge’in çiziminin hemen önünde konuşlanmaktadır. Harper, anıları kadar kırmızı duvarların içinde, yağmurla akan James’in bakışlarında kendisini boğan sessiz çığlıklarıyla yüzleşmek durumundadır. Tabii yüzleşme hem doğanın hem de zihnin ormanlarında dolanmadan mümkün olmayacaktır.
Harper evden uzaklaşıp ormanda yürüyüş yapmaya başladığında, yağmur, James’in onun üzerinde bıraktığı yükten ziyade doğanın gücünün ve güzelliğinin bir göstergesi hâline gelir. Kırsala kurumuş dallar içinde yaptığı yolculuk, ormanda yağmurla daha da belirginleşen yeşilin tonlarında kendini keşfe dönüşür. Karşısına çıkan tünele değişime duyduğu arzuyla adım atar; ilerledikçe oluşturduğu notalar, tüneldeki yankıyla beraber bir melodi oluşturur. Ormandan çıktığı zaman da bu bütünleşmeyi çalmayı bilmediğini söylediği piyanoda Noktürn (Do Diyez Minör, No.20) ile doğayı dans ettirerek kuracaktır. Ne var ki harmoniyle tünelin sonundaki o yemyeşil aydınlığa attığı tutku dolu adımları, çıkışta bekleyen bir erkek tarafından engellenir. Tünelden çıkamaz, bu değişiminin önünde mücadele etmeden aşamayacağı toplumun her yerine sirayet eden o eril zihniyet vardır.
Harper’ın tüneldeki adamdan kaçışı, uçan bir karahindiba tohumunun onu tuğla örülmüş başka bir tünelin önünde durdurmasına kadar devam eder. Bu tohumları ilk olarak açılış sekansında, Love Song’un “Aşk, açılan bir kapıdır. Aşk, dünyaya geliş sebebimizdir.” sözlerine eşlik ederek baharın gelişini ve bu aşkın peşine kapılan bitkileri bildirircesine kırlarda uçuşurken görürüz. Harper’ın dönüşümünün önündeki demir kapı ve tuğla duvar olarak karşısında olan bu tohumları filmin sonuna doğru Green Man, Harper’ın üzerine kendi üreme hücreleri gibi saçar. Aynı orman, Harper’ın karşısında yer alan eril tehditle beraber oldukça korkutucu bir hâle dönüşecek ve oluşan güvenlik kaygısı onu bir yanılgıyla kadınların belki de en çok kontrol edildiği yere, evin içine sığınmaya yönlendirecektir. Bu film, temelde bir özgürleşme hikâyesidir ve özgürlük hem bilinçdışı odalarda sancılı bir yolculuğu hem de ev ve evlilikle birleşen kadını azat etmeyi gerektirecek zorlu bir süreçtir.
Green Man ve Sheela na gig
Green Man ve Sheela na gig, kilisede aynı taşın iki ayrı yüzüne yontulmuş iki figür olarak bizi karşılarlar. Green Man, bir yeniden doğuş simgesi olarak yapraklarla yüzü kaplı bir erkek ya da erkek biçimli bir varlık olarak doğudan batıya birçok farklı kültür içinde kendine yer edinir. Filmde Green Man, kiliseye gelenleri karşılar ve arkasına aldığı tüm dini sembollerle kutsanırken görünenin arka planında kalan Sheela na gig ise elleriyle açtığı vulvasını gösteren dişi bir figür olarak karşımızdadır. Sheela na gig’in tam olarak ne zamana tarihlendirileceği konusu muğlak olsa da 12. yüzyılda günümüz Britanya ve İrlanda topraklarındaki kiliselerde ve evlerin duvarlarında birçok heykeline rastlanmıştır. Günümüzde getirilen bir yorum ile feminist bir sembol olarak da kullanılan bu figürle ilgili Alex Garland, vulvasını göstererek bakışlarımızı esir alan Sheela na gig’de bu hareketi kadar doğrudan ve apaçık bir şeyler olması gerektiğini düşünür. Genel kanı, Sheela na gig’in kötülükleri uzak tuttuğuna duyulan inançtır ki kadının vulvasını göstermesinin şeytanı korkuttuğu ve uzaklaştırdığına dair yaygın bir inanıştan bahsetmek pekâlâ mümkün. Ancak kiliseyi temsilen, gelenleri karşılayan Green Man’e karşı Sheela na gig’in yüzü bizi onlardan korumak istercesine dini sembollere dönüktür.
Alex Garland, Viktoryen mimariden Orta Çağ’daki kiliselere hatta günümüz Britanya’sında birçok barın isminde bile Green Man’in sıkça karşısına çıktığından söz eder. Garland’ın etrafını çevreleyen bu figüre fazla sayıda insan da günlük yaşantısında rastlar, ona bakarız ama fark etmeyiz tıpkı etrafını saran aynı suretteki erkeklere Harper’ın bakması ama görmemesi ve tıpkı bizim, günlük yaşantımızda her yere işleyen eril zihniyete sürekli bakıp aradaki benzerliği göremememiz gibi. Garland’ın Rory Kinnear’a oynattığı tüm rolleri seyirciye tek kişi olarak sunarken yine yönetmenin Harper’ın gözlerine bir perde çekmesi boşuna değildir. Çünkü gözünü açması gereken yalnızca Harper değil, onunla beraber sürekli yeniden doğan bu baskıya karşı bizleriz.
Patriarkal Düzenin Çehreleri
Yemyeşil ormanın içinde kendisine tezat oluşturacak kadar yapraksız bir ağaçla terk edilmiş binanın önünde ilk kez belirir, Green Man. Onun da başta anlamlandıramayıp içine doğduğu bu dünyadaki dönüşümü, yasak meyveyi yemesiyle başlayacaktır. Harper’a kapının ardından ısrarla ulaşma çabası, James’ten gördüğü şiddeti ona anımsatır. Harper, ne zaman kendini sıkıntıda hissetse arkadaşı Riley’nin desteğini arar ancak her seferinde bu destek bir erkek tarafından engellenir. Özel alanı olarak kurduğu telefonu ya James tarafından şiddete varacak olan bir soruna dönüşür ya da diğer erkekler tarafından iletişim sırasında araya girilerek engellenmeye çalışılır. Dayanışmanın önünde duran, işte bu eril yapıdır. Yine Rory Kinnear’ın oynadığı bir diğer karakter olan rahip, Harper’ın gördüğü şiddete tepki verdiği için James’in öldüğünü öne sürerek James’in Harper’da yaratmak istediği suçluluk hissini olumlar. James, tartışmaları sırasında bir güç olarak kilisenin suçluluk ve vicdan üzerinden özneleri kontrol etmesine kendini yaslar: “Kilisede birbirimize söz vermiştik.” Suçluluk ve borç ile öteki üzerinde kurulan iktidar pekiştirilmeye çalışılarak gizlenmeye çalışılan arzu, haçtan oluşma kocaman bir fallik nesneyle karşımızda durmaktadır.
Güneşin batması ve karanlığın çökmesiyle beraber Geoffrey’nin çözdüğü bulmacada, aradığı cevabın “nar” olduğunu görürüz. Nar, aynı zamanda Harper’ın hapsolduğu anılarında da karşımıza çıkar. Bu sefer Antik Yunan mitolojisinde bir yasak meyve olan nar, Hades’in Persephone’yi zorla yeraltının karanlığında tutmasına gösterdiği bahanedir. Bir kural olarak Yeraltı Dünyası’nda bulunan kişi ola ki orada herhangi bir şey yerse bir daha yüzeye çıkması mümkün olmaz. Hades de bu kuralı fırsat bilerek arzuları doğrultusunda yeraltına kaçırdığı Persephone’nin orada yediği nardan ötürü bir daha ayrılamayacağını öne sürer. Demeter’in kızı için verdiği mücadele sonunda Persephone’nin sadece yılın üç ayını o karanlıkta geçirmesi konusunda Hades ikna olur. Bu yüzden Geoffrey’in aradığı cevabın nar olması şaşırtıcı değildir. Geoffrey, Harper’ı ve dolayısıyla kadınları eve hapseden zihniyetin bir temsilidir. Kaçmaya çalıştığında Harper’ı ayakları altına alarak ona hâlâ evliymiş gibi hitap eder, arabasına el koyar ve onu kadının yeri olduğunu düşündüğü yere yani eve geri kovalar. Harper evin dışına çıktığında, Antik Yunan mitolojisinde Hera’nın Herakles’i emzirirken çektiği acıyla bir kısmını gökyüzüne fışkırttığı sütünden oluşan Samanyolu ile baş başadır ve yıldızlarla gökyüzünün enginliği, bir tanrıçadan diğerine güç verecektir.
Çocukken babası tarafından yitirdiği iktidarını bir kadın üzerinden tekrar kurmaya çalışan ev sahibinden, kadına yönelik tehdidi salıveren polis memuruna, kadınları eğlence için araca çeviren çocuktan bastırılmış arzularıyla kadını metalaştıran rahibe hepsi bir ve aynı kişidir. Kanadı kırık kuzgunun öldürülmesi gerektiğini düşünen Geoffrey, gördüğü anda ona dişiymiş gibi seslenir. Aynı kuzgunun ölü bedeninin üzerine çocuğun taktığı kadın maskesinin ifadesi çıkardığı ses ile birleştiğinde kuzgun, acı içinde ve karşı koyamayan bir eğlence aracına dönüşür. Yasak meyveyi yemenin cezası olarak zaten erkekten yaratılmış olan kadının cezalarından birinin erkeğe hizmet etmek olması gibi filmdeki tüm erkekler Harper’dan kendi istekleri doğrultusunda boyun eğmesini beklerler. Çocuk, arzularını ne bastırır ne de saklar. Ne olursa olsun kadının onun isteklerini yerine getirmesi gerektiğini düşünür ve bu hâliyle eril hegemonyadan türeyen erkeklerin idini yansıtır. Ev sahibi, küçük güç gösterileriyle kadının üzerinde iktidarını pekiştirmeye çalışır. Eril yapının kurduğu en güçlü kurumlardan biri olan devletin güvenlik gücü, kadının içinde bulunduğu tehdidi ciddiyi almaz hatta bizzat kendisi o tehdide dönüşür.
A shudder in the loins engenders there
The broken wall, the burning roof and tower
And Agamemnon dead.
Rahibin alıntıladığı William Butler Yeats’in Leda and The Swan (Leda ve Kuğu) isimli şiiri, Zeus’un Leda’ya bir kuğu biçiminde tecavüzünü anlattıktan sonra yukardaki dizelerle devam eder. Leda’nın bu ilişkiden doğan kızı Helene’nin kaçırılması Troya savaşını tetiklemiş ve Agamemnon’un sonu da Troya’ya bu yolculuk için kızını Tanrılara kurban etmesinden dolayı bizzat kendi karısının yani Leda’nın diğer kızı olan Klytaimestra’nın elinden olacaktır. Alex Garland, Ex Machina’da kendini tanrı yerine koymaya çalışan erkeği bu sefer rahibi aynada kendisiyle yüzleştirerek konuşturur. “Nesin sen?” sorusuna rahibin verdiği yanıt, bir kuğudur ve Samuel Daniel’ın Ulysses and the Siren (Ulysses ve Siren) şiiriyle devam eder:
I must be won, that cannot win,
Yet lost were I not won;
For beauty hath created been
T’ undo, or be undone.
Baştan çıkarıcı sesiyle denizde erkekleri tuzağına düşüren insan benzeri bir dişi olan Siren söyler bu sözleri, Ulysses’i yanına çekmek için. Rahip, Harper’a sesine karşı koyamadığı bir Siren’miş gibi yaklaşır, ondan gelecek ölümü de arzunun bir parçası sayarcasına boğazındaki bıçakla diz çöker. James’in ölümünün Harper’ın peşini bırakmayan bir görüntüsü olan yırtılan koluyla yani onu suçluluğa sürükleyen bu imgeyle bu sefer rahip, Harper’ı boğazından yakalayıp ona tecavüz girişiminde bulunur. Harper’ın rahibe sapladığı bıçak sadece ona değil, aynı zamanda kadını yalnızca itaat etmesi gereken bir arzu nesnesi olarak gören bu zihniyetedir. Rahibin bıçaklanıp yere yığıldığı sahne, Marat’nın Ölümü’nü ve doğal olarak İsa’nın Mezara Konuluşu’nu çağrıştırır, mezara konulan kilisedir.
Harper’ın üzerinde baskı kuran James’in sadece yaşayan değil, aynı zamanda ölü bedenidir. Çıkan ayak bileği ve yırtılan kolu, Harper’a eziyet ederek onu kovalayan imgelere dönüşür. Bu imgelerle Green Man’den çocuk, rahip, ev sahibi ve polis tek tek acı içinde ürer. “Bu Green Man’ler genellikle sevecen olarak karakterize edilse de bana acı içinde, kızgın veya çığlık atıyormuş gibi görünüyor – en azından benim gözlerime böyle görünüyorlar.” Garland’ın bu sözleri, dişisiz bir yeniden doğuş simgesi olarak Green Man’in ızdırabını, kendinden sürekli yeniden doğduğu bu sahnede açığa vurur. Harper, acılar içinde birbirinden doğan bu eril zihniyetten artık korkmaz, hatta onun bu biçimsiz çabasına acımaya başlar. Çok uzun zamandır birbirinden doğan bu zihniyet, farklı şekillerde tezahür de etse hepsi bir ve aynı kişidir, en nihayetinde de James’tir. James, Harper’ı bu sefer de ölü bedeni üzerinden suçlayarak onun aşkını dilenir. Harper, filmin sonuna kadar ona yüklenen suçluluğun altında ezilmektedir ve simgesel olarak öldürmesi gerektiğinin ne olduğunun artık farkındadır. Patriarkiye inecek baltada kadınların kolektif mücadelesi önemlidir ve Harper’ın kurtuluşu da Riley’nin ona gösterdiği balta ile olacaktır. Film, açılış müziği ile ama bu kez Elton John ve Lesley Duncan’nın düeti ile kapanır. Aşk, açılan bir kapıdır ama bu kapı kanlı bir sürüklenmeyi içinde barındırır. Harper, durmaksızın yeniden doğmaya çabalayan bu baskının çirkinliğine karşı doğal olanın güzelliğini görmektedir. Bu film, birçok farklı miti içinde yoğurmasıyla kadına talepkâr bir şekilde arzu nesnesi olarak bakan ve onu ötekileştiren bakışın özünü ortaya koymaya çalışır. Aşk artık yalnızca tahakküm için bir söyleme dönüşmüştür. Böylece bu filmin başrolü ne Green Man ne de Harper’dır, sürekli yeniden doğan toplumun derinlerine işlemiş o yıkımdır.
Kaynaklar:
- Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet I, İstanbul, KoçKam, 2019, Çev. Gülnur Savran, s. 93.
- Metinde, Alex Garland’ın film üzerine bahsi geçen yorumları için bakınız: denofgeek.com, vox.com.