İlk filmi “Oray” ile Berlin Film Festivali’nden “En İyi İlk Film Ödülü”nü kazanan Mehmet Akif Büyükatalay İstanbul Film Festivali kapsamında İstanbul, ardından Ankara Uluslararası Film Festivali için Ankara’daydı. Her iki festivalde de yoğun ilgiyle karşılaşan yönetmenle “Oray” filmi ve gelecek projeleri hakkında keyifli bir söyleşi yaptık.
Sinemayla tanışmanız nasıl oldu? Bize biraz bahsedebilir misiniz?
Sinemayla bağlantım bilinçli bir şekilde oluşmadı. O zamanlar işçi sınıfında sanatın yeri çok azdı. Almanya’ya çanak antenin gelmesiyle birlikte Türk kanalları oturma odalarına kadar ulaştı. O dönem Türk kanallarında 60’lı 70’li yıllarda çekilen Yeşilçam filmlerini seyrediyordum. 18-19 yaşıma geldiğimde The Simpsons dizisini izlemeye başladım. Fanatiği oldum diyebilirim. The Simpsons’ın referans verdiği sinema filmlerini araştırmaya başladım. En başta Tarantino. O filmleri izlemeye başladığımda zamanla bilinçli bir sinema kültürüm oluştu. Zaten sanata ilgim vardı. Çizimler yapıyordum, sanat okuluna da çizimlerimle başvurdum. Ama hiçbir zaman sanat okuyabilirim gibi bir düşüncem olmadı.
Güzel. Peki ilk kısa filminizi ne zaman çektiniz?
Okulda bir kısa film yarışması düzenlenmişti. Yarışmaya cep telefonumla çektiğim bir filmle başvurmuştum. Film çok amatörceydi. Bir günde çekmiştik. Sonra Almanca öğretmenim sinemaya, sanata yönelmemi önerdi. Ancak az önce de söylediğim gibi işçi sınıfında böyle bir şeyi düşünemiyorsun bile. Film okumak…
Bir lüks gibi miydi?
Evet lüks bir şey. Sanki astronot olmak istemek gibi. Başka bir dünya… Almanca öğretmenim beni iki haftalık bir yaz okuluna yönlendirdi. Orada pek çok tiyatrocuyla tanışma imkanı buldum. Bir de destek alınca kendime güvenim geldi. Ondan sonra okula başvurdum. Kabul edildim.
Gerisi gelmiş. Türk asıllı Almanya doğumlu bir yönetmensiniz. Çok kültürlü bir ortamda yetişmenin sanatınıza nasıl bir etkisi oldu?
Öncelikle hiçbir kültürün bir diğerinden üstün olmadığını farkediyorsun. Sadece Türk müziği dinlemiyorsun, sadece Türk mutfağını tatmıyorsun. Mütevazi oluyorsun. Doğup büyüdüğün kültürden başka kültürlerle tanışıyorsun, devletlerin suni sınırları dışına çıkmış oluyorsun. Bunu sanatta hissediyorsun. Daha evrensel düşünüyorsun. Mesela Oray’da 4-5 dil konuşuluyor.
Evet gelelim Oray’a. Oray’ın senaryosunu yazarken vermek istediğiniz bir mesaj var mıydı? Neyi hedeflediniz? Ya da hedefinize ulaştınız mı şu noktada?
Vermek istediğim bir mesaj yok aslında. Ancak senaryoyu yazarken beni rahatsız eden bazı konuları göz önünde bulundurdum. Örneğin Avrupa’da İslam çok popüler bir konu şu an. Ancak İslam konuşulurken çok üstten bakılıyor, yani müslümanlık temsil edilmiyor. Ben çok İslami bir kesimden geliyorum ve bu neredeyse bir paranoyaklık ile karşılanıyor. Avrupa İslama oryantalist bir bakış açısı ile yaklaşıyor. İslam sadece bir politik sistem olarak algılanıyor ancak manevi yönüne hiç bakılmıyor. Maneviyatsiz, duygusal bağ oluşmadan zaten politik bir sistem oluşamaz. Bireye indiğin zaman, sistemi daha kolay anlayabiliyorsun. Ben de o yüzden böyle bir film yapmaya karar verdim.
Peki Oray’ın bu başarısıyla birlikte, özellikle Berlin Film Festivali’nden aldığınız ödülle bu konuda bir farkındalık yarattığınıza inanıyor musunuz?
Evet insanlarla film hakkında konuştuğumda İslamiyetin bu yönünü hiç bilmiyorduk dediler. Çünkü dediğim gibi İslamı gazetelerden, haberlerden biliyorlardı. Almanya islamı ya terör üzerinden ya da çarşaf yani kadın üzerinden tartışıyordu. Ancak filmle birlikte ilk kez kişisel bir olay ve insanın yaşadıkları üzerinden islamın vicdani yönü gösterilmiş oldu. Mahalle baskısından çok inanç krizini anlatmak istedim. İnsanlar bundan etkilendiklerini söylediler. Müslümanlar artık Avrupa’nın bir parçası. Avrupa bu durumu yavaş yavaş kabullenme aşamasında şu an. Ben de bu konuyla ilgili kendi bakış açımı sunmak istedim.
Müslümanların yaşamlarını konu edinen filmler özellikle İslami topluluklar tarafından tepkiyle karşılanabiliyor. Sizin bu konuda endişeleriniz oldu mu?
Var tabii. Almanya’da İslamofobi gittikçe yükseliyor. Onu tetiklemek istemedim. Diğer taraftan da reklamını, propagandasını yapmak istemedim. Filmin en zor noktası buydu, bıçak sırtında yazdım, çektim, montajladık. Ama beklediğim gibi ki filmin İslami bir çevrede geçmesinde dolayı negatif tepkiler de oldu. Özellikle Almanya’daki sağ kesimden filme çok saldırı oldu. Diğer yandan filmi doğru okuyanlar da var. İslami kesimden de filmi çok sevenler ve karşı çıkanlar oldu. Ezber bozduğu için filmi takdir edenler oldu. “Dört gün geçti hala filmin etkisindeyim. Düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum.” diye yazanlar oldu. Beni en çok mutlu eden buydu.
Oray, genellikle İslamiyet açısından değerlendiriliyor. Aslında filmde göçmenlik, kimlik arayışı, ait olma ihtiyacı gibi evrensel kavramlar da var. İslami tartışmaların bu gibi konuların önüne geçmesinden endişe duydunuz mu?
Oldu evet. Filmde anlattığım Oray karakteri sadece müslüman değil. Bunu vurgulamak istedim. Filmde sadece islami kimliği öne çıkmıyor. Geçmişi, ruh hali, canlılığı, espri anlayışı var. Tabii ki islamiyet konunun merkezinde ancak filmde vurgulamak istediğim asıl tema kimlik arayışı. Örneğin Oray futbol holiganı da olabilirdi, bir solcu gruba da katılabilirdi, rap de yapabilirdi ancak İslam hem manevi yönüyle hem de en dışlanmış kişiye bile verdiği değerle en cazibelisiydi. Çünkü her şeyden önce bir kimlik oluşturuyor. Oray gibi bir figüre diyor ki toplum yanlış, sen doğrusun. Bu karakteri alıp toplum üzerine koyuyor. Bu nedenle oldukça cazibeli. Bu verdiği kimlik ve özgüven için insanlar sevdiği bir insandan bile ayrılabilir.
Çekim süreci zor oldu mu? Yapım öncesi, sırası ve sonrasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Çekimler hem maddi hem manevi açıdan zorlu geçti. Mesela bize destek veren Alman kanalıyla bazı anlaşmazlıklar yaşadık. Her şeyden önce filmin adı sorun oldu. Kanal “Oray”a karşı çıktı. Kimse Oray’ın ne demek olduğunu bilmiyor, ismini değiştir dedi. Hatta “Only God Can Judge Me” koy bile dediler. Oryantalist bir bakış açısı vardı diyebilirim. Bir de ilk filmim olduğu için maddi desteğimiz de çok yüksek değildi. Çekim bitti, paramız bitti.
Mekanları nasıl seçtiniz?
Çoğunlukla arkadaşların evlerinde çektik. Cami de Köln’ün ilk camisiydi. Şimdi kullanılmıyor. Biz camiyi komple yeniden dekore ettik.
Oyuncu seçimi nasıl oldu peki?
Oyuncular için Almanya’da çok araştırma yaptık. Neredeyse bir sene oyuncu aradık. Hem Oray rolü için hem de Deniz Orta’nın canlandırdığı Burcu rolü için. Zejhun başlangıçta filmdeki Ebu Bekir için başvurmuştu. Öncesinde Alman bir dizisinin birkaç bölümünde rol almıştı. Slapstick komedi tarzında rollerde yer almıştı. Seçmelere geldiğinde ilgimizi çekmişti. Çok iyi Arapça konuşuyordu. Ebu Bekir rolünü aldı direkt. Daha sonra onu arayıp Berlin’deki Oray seçmesine davet ettim. Oray’a seçmelere katılan tüm oyunculardan daha uygundu. Dönüş yolunda Oray rolünü canlandırmak istediğini söyledi. Benim de aklıma yatmıştı bu fikir. Kanalla bir süre bu konuyu görüştükten sonra Zejhun Oray rolü için seçildi. Aynı şekilde Burcu rolü için de uzun bir sürecimiz oldu. Burcu karakterinin Türk asıllı olma zorunluluğu yoktu. Çok büyük bir cast süreci yürüttük. Orada da en büyük handikap şuydu. Zejhun sahnelerinde çok güçlü ve baskın bir oyunculuk sergiliyordu. Karşısındaki kadın figürü bayağı zayıf kalıyordu. Hiçbir oyuncu dengeyi kuramamıştı. Filmdeki tartışma sahnesini canlandırdıklarında Zejhun bağırdığında karşısındaki oyuncu zayıf kalyordu. Daha sonra Deniz geldi. O sahnede Zejhun sesini yükselttiğinde Deniz de bağırmaya başladı. Çok güzel bir denge yakaladılar. Güzel bir çatışma oldu. Daha sonra Ebu Bekir rolü için seçtiğimiz için Mikael Bajrami Youtube’da bayağı popüler biri. Almanya’da 1 milyon takipçisi var. Hatta pazar yerinde çekilen sahne bayağı zorluydu. Çok fazla hayranı vardı mekanda. Resmen izdiham yaşandı. Filmde yer alan figüranlar da arkadaşlarım, ailem, akrabalarımdan oluşuyordu.
Etkilendiğiniz yönetmenler kimler? Size ilham veren sinemacılar?
Tabii ki var. Önce Tarantino’yla başlıyorsun. Klasik. Sonra Tarantino’nun esinlendiği yönetmenleri araştırıyorsun. Akira Kurosawa gibi. Daha sonra sinema dilin gelişiyor. Artık Tarantino filmleri veya Amerikan sinemasi seni tatmin etmemeye başlıyor. Benim için en önemli sinemacı Pasolini oldu. İlk önce kisiligi ve politik duruşu. Gerek anlatım dili gerekse seçtiği konular beni çok etkiledi. Kayıp, dışlanmış gençleri anlatığı filmleri beni çok etkiledi. Hala da etkiliyor. Her gün birkaç film izlediğim için daha çok isim sayabilirim. Ancak Pasolini ve Fassbinder’in yeri ayrıdır benim için.
Peki, sonraki projeleriniz neler? Var mı aklınızda bir şeyler?
Şu an iki senaryom var. Hangisini çekeceğime daha karar vermedim. Biri daha kolay geliyor. Yine bildiğim ortamda geçen bir hikaye. Ancak bir yandan gelişmek istiyorum. Türk – Alman yönetmen kimliğinden de çıkmak istiyorum. Evrensel dile yakın olmak istiyorum. Bu zaten en büyük problem. Otuz yılım Türk-Alman toplumda geçti, haliyle anlatmak istediğim hikayeler bu ortamdan çıkıyor. Ancak bu tarz filmler yaptığımda toplum etiketliyor. Bu duruma maruz kalmak da istemiyorum. O yüzden henüz kararsızım diyebilirim.
İleride Türkiye’de bir film çekmek ister misiniz?
Tabii ki isterim. Sonuçta Türkiye’yle duygusal bir bağım var. Geçen sene İzmir’de Deren Ercenk’in yönettigi “Berzah” adinda kısa film çektik aslında. Biz yapımcılığını üstlendik. Bastian Klügel ve Claus Reichel ile Filmfaust adında bir firma kurduk. Bağımsız ve uluslararasi sinemanın önemine ve gücüne inanıyoruz. Şu anda Lübnan’da bir projemiz ve Cem Kaya’nin yöneteceği, beraber yazdığımız 60’li ve 70’li yıllardaki Almanya’daki Türk müziği hakkında bir belgesel çalışmamız var. Onunla ilgileniyoruz.