“And Then We Danced” filmiyle tüm dikkatleri üzerine çeken Levan Akın ’ın son filmi “Crossing” dünya prömiyerini Şubat ayında 74. Berlin Film Festivali’nde gerçekleştirdi. Festivalin Panorama bölümünü açan film, 43. İstanbul Film Festivali’nin Galalar bölümünde Türkiye prömiyerini gerçekleştirdi.
“Crossing” uzun süredir kayıp olan yeğeni Tekla’yı arayan emekli öğretmen Lia ile Tekla’nın arkadaşı olduğunu söyleyen ve ona çevirmenlik konusunda destek olmayı teklif eden Achi’nin İstanbul’a yaptıkları yolculuk sonrasında yaşadıklarını konu alıyor. Gürcistan’dan İstanbul’a gelen ikilinin yolu İstanbul’da trans hakları için mücadele eden avukat Evrim’le kesişir. Büyük bölümü İstanbul’da geçen “Crossing”i “dayanışmaya övgüm ve İstanbul’a aşk mektubum” diye tanımlayan Levan Akın ile sinema kariyeri ve filmi “Crossing” hakkında keyifli ve samimi bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ekibimizden Gamze Çakan, Emir Mecikoğlu ve Murat Arda Gürsoy’un yer aldığı röportaj aşağıda yer almaktadır.
“And Then We Danced” ve şimdi de “Crossing” gibi önemli işlerin yer aldığı etkileyici kariyerinizi ilgiyle takip ediyoruz. Size kariyerinize nasıl başladığınızı sormak isteriz. Sinema yolculuğunuz hakkında bize biraz bilgi verir misiniz?
Elbette. Sinema yolculuğuma İsveç’te oldukça genç yaşta, yani 20’li yaşlarımın başındayken başladım. O dönem İsveçli ünlü bir yönetmen olan Roy Anderson’ın yanında stajyerlik yapıyordum. Bir süre onun Stockholm’deki stüdyosu Studio 24’te çalıştım. Bu arada kendi kısa filmlerimi de çekmeye çalışıyordum. Daha sonra İsveç televizyonunda çalışmaya başladım. Orada çok fazla üst düzey İsveç dizisi çektim. Öyle ki 30 yaşıma geldiğimde yönetmenlik yapmaktan neredeyse bıkar hale gelmiştim. Ve kendi kendime bunu neden yapıyorum diye düşündüm. Bunun üzerine kendi filmlerimi yapmaya başladım. Ve yolculuğum böyle başladı.
Peki dönüm noktaları var mıydı?
Vardı tabii. Televizyonda çalıştıktan sonra birkaç arkadaşımla çok düşük bütçeli, küçük bir İsveç filmi çektim. O film uluslararası alanda gerçekten iyi iş yaptı. Ama çok fazla insan izleyemedi çünkü festivaller dışında filmdeki müziklerin telif haklarını konusunu çözemedik. Yani filmi sadece İskandinav ülkelerinde izleyebilirsiniz. -Belki bir gün param olursa telif haklarını satın alırım ve filmi tekrar yayınlarım- Ama film gerçekten güzel eleştiriler almıştı. Yani bu benim için bir dönüm noktasıydı. Bir başka dönüm noktası da “And Then We Danced”i yaptığım zamandı elbette, çünkü ilk kez İsveç dışına çıkıp uluslararası projeler yapmaya başlamıştım.
“Crossing”e gelelim. Filminize uzanan ilk ilham kıvılcımını bizimle paylaşır mısınız? Ayrıca senaryo yazım sürecinizi de öğrenmek isteriz. Hikayeyi nasıl şekillendirdiniz ve bu yaratıcı süreç sırasında karşılaştığınız zorluklar ya da kırılma anları oldu mu?
Bu çok güzel bir soru. İlk kıvılcım Gürcistan’da “And Then We Danced” filmini çekerken çakmıştı. Orada çalışmak için Türkiye’ye, İstanbul’a geleceklerini söyleyen seks işçileriyle tanışmıştım. İlk kez o zaman “Tamam, Gürcistan ve Türkiye’yi bir şekilde birleştirebilirim, çünkü bu benim mirasım.” dedim. Sanırım bu filmi yaparken benim için şaşırtıcı olan bir şey de Türk mirasımı daha fazla keşfetmeye başlamam oldu çünkü biliyorsunuz, ailem Gürcü ama Türkiye’de doğmuşlar ve sonra İsveç’e taşınmışlar. Yani annemin burada kuzenleri var. Bu yüzden onları yeniden keşfetmeye başladım çünkü onlarla çocukken tanışmıştım ancak sonra tabii ki büyüdüm ve buraya gelmeyi bıraktım. Ama film süreci benim için eğlenceliydi. Bu anlamda “Crossing” benim için oldukça kişisel bir yolculuk oldu.
Bu da bizi bir sonraki sorumuza getiriyor… Daha önceki bir röportajınızda ‘Crossing’i İstanbul’a yazdığınız bir aşk mektubu olarak tanımlamıştınız. İstanbul’a dair kişisel deneyimleriniz ve anılarınız filmin anlatısını ve temalarını nasıl şekillendirdi?
Aslında filmdeki unsurlar daha çok buradayken keşfettiğim şeylerdi. Mesela “And Then We Danced ”de Tiflis’i kendi gördüğüm şekilde tasvir etmiştim. Diğer yandan İstanbul farklıydı. İstanbul’un benim için aynı anda pek çok önemi var, ancak filmde şehri dışarıdan birinin perspektifiyle göstermeyi seçtim. Çünkü onlar (Lia ve Ari) burada ziyaretçiydi. Bu yüzden hikayeyi onların bakış açısından anlatmak istedim. Ayrıca trans topluluğunu ve o sokakları göstermek istedim çünkü bana göre çok güzeller. Dolayısıyla bu filmde İstanbul’u gösterme biçimimde bir oyunbazlık var. Ama İstanbul’u pek çok farklı şekilde gösterebilirsiniz. Mesele de bu zaten.
Bu filmde dikkatimizi çeken şey, İstanbul’u tasvir etme şeklinizin çok dinamik olması. Ancak pek de turistik bir bakış açısıyla değil. Yani, gerçekten mimariyi ve tarihi gösteriyor ama abartılı değil. Karakterleri anlamak için de çok fazla alan var.
Evet, çünkü karakterler bulundukları alanlarda yaşarlar, böylece insanların etrafındaki koşulları anlarsınız, ama bunu duymak benim için güzel çünkü burada bulunduğum süre içinde keşfettiğim bir başka şey de Türkiye’nin hem siyasi açıdan hem de sınıfsal açıdan ne kadar karmaşık olduğu… Laik bir sınıfınız var, yeni üst orta sınıfınız var, daha dindar muhafazakâr insanlar var ve bir de işçi sınıfınız var… Tüm bunlar İstanbul’u çok farklı kılıyor ve bildiğiniz gibi laik üst orta sınıftan oluşan daha batıya dönük bir topluluk da var. Ve bu bakış açısına sahip bazı insanlar benim İstanbul’u ele alış biçimimi eleştirdi ve İstanbul’u çok oryantalist bir bakış açısıyla tasvir ettiğimi söyledi. Bana göre bu sadece işçi sınıfına saldırmaktır çünkü bu oryantalist bir yaklaşım değil, Türk tarihinin cumhuriyeti aşan bir parçasının tasviridir. Demek istediğim, Türkiye cumhuriyetten çok daha fazlası. Yani, burada yaşamış pek çok farklı insan var ve ben de bu yapının bir parçasıyım. Bu yüzden bana yabancı dendiğinde alınmıyorum ama biraz hassaslaşıyorum çünkü aslında bulunduğum her yerde yabancıyım. Gürcistan’da yabancıyım, burada yabancıyım, İsveç’te yabancıyım çünkü siyah saçlıyım. Yani bana göre tüm çalışmalarım yabancı bir bakış açısına sahip. Bu yeni bir haber değil ancak bu başka bir tartışmanın konusu. Fakat bence bu ilginç bir konu, hem de çok ilginç.
Ama hızlıca geri dönüp şunu da söylemek istiyorum, çünkü senaryo yazımını da sordunuz ve sanırım hikayeyi de filmdeki temaları da çoğunlukla yazarken keşfederim. Tam olarak bilmiyorum ama sanırım filmlerimde sıkça işlediğim güçlü bir tema, “tek bir hayatın var, onu da normlara ve diğer insanların düşüncelerine göre mahvetme” fikri. Türkçede dedikleri gibi, “Başkası ne der, kim ne der?” Bu benim ailemde bir mantra gibiydi. Ben ve filmlerim sayesinde artık öyle değil ama eskiden öyleydi. Herkes hayatını diğer insanların ne düşüneceğine göre yaşıyordu. Ve bence bu çok büyük bir kayıptı çünkü 80 yaşına geldiğimizde oturup “Kahretsin keşke onu yapsaydım” diyeceğiz ve etrafta kimse olmayacak. Herkes gitmiş olacak. Değer verdiğiniz tüm insanlar ölecek. O yüzden ne yapmak istiyorsan onu yap. Sanırım filmlerimin ana teması bu.
Oyuncu seçim sürecini merak ediyoruz. Çünkü tüm karakterler çok gerçekçi ve son derece güçlü, hiç de yüzeysel değiller. Yani, gerçekten derinlikleri var. Bu karakterleri yaratmak ve daha sonra oyunculara karar vermek nasıl bir deneyimdi? Senaryoyu yazarken aklınızda belirli kişiler var mıydı?
Bu filmin oyuncu kadrosunu oluşturmak gerçekten çok zordu. Oyuncu seçimi açısından şimdiye kadar en çok zorlandığım filmdi diyebilirim. “And Then We Danced”de süreç çok daha kolaydı çünkü sadece tek bir harika oyuncu yeterliydi. Ama burada gerçekten iyi, güçlü üç oyuncuya ihtiyacım vardı. Bir de herhangi bir ünlü oyuncuya gidemezdim, çünkü böyle bir film için istediğim bu değildi. Karakterlerin otantik olması gerekiyordu. Yani bu filmin bir tür cinema verite yönü var, ki burada İstanbul’u keşfetmek için çok zaman harcadım. Ve burada insanlarla, filmde gördüğünüz toplulukla çok zaman geçirdim.
Aslında filmde gördüğünüz sahnelerin çoğu gerçekte de yaşanmış sahneler. Mesela doktor sahnesi… O sahnede ben de doktorla aynı odadaydım. O şeyleri gerçekten söyledi. Bana bakmadı bile ya da kim olduğumu merak etmedi. Oradaki bir kızın yanında oturuyordum. Yani gördüğünüz her şey, tüm o yapılar gerçekti. Aynı şekilde apartman sahnesinde şarkı söyleyen kız gerçekte de “Benim dedem de Gürcüydü” demişti. “And Then We Danced” için de aynı şey geçerliydi. Bir fikrim, bir temam oluyor ve daha sonra keşfe çıkıyorum ve senaryoyu gördüğüm şeylerle dolduruyorum. Yani aslında çok eğlenceli. Ama aynı zamanda zor, tıpkı bu filmde olduğu gibi. Çünkü korona yüzünden İstanbul kapatıldığı için şehri doğru düzgün gezemedim.
Burada keşif sürecinde bu filmin şekillenmesine yardımcı olan insanlardan bahsetmem gerek. Örneğin Efruz bu süreçte benim için çok büyük bir ilham kaynağı oldu. Ankara’da Kırmızı Şemsiye’de çalışan Evrim adında bir kadın vardı, gerçek Evrim diyebiliriz. Bir de trans oyuncuları seçmeme yardım eden Bulut vardı. O da harikaydı, çünkü bütün o topluluğu tanıyordu. Bu yüzden filmde gerçekten ortak bir çabanın varlığından söz edebiliriz. Ama artık benim buradaki işim bitti. Şimdi umuyorum ki daha çok gey ve lezbiyen filmi olacak. Türkiye’de böyle filmler çekilmeli. Üstü kapalı veya dolaylı bir şekilde anlatılan değil gerçek art house filmler görmek isterim.
“Crossing”, Lia ve Achi arasındaki kuşaklar arası dinamiği güzel bir şekilde tasvir ediyor, ki ilişkilerinin filmde önemli bir tematik ağırlığa sahip olduğu da açık. Bu eşsiz dinamiği keşfetmek için size ilham veren neydi?
Onların ilişkisi elbette film için önemli bir ağırlık taşıyor. “And Then We Danced” gösterime girdiğinde Gürcistan’da Sovyet kuşağı ile Sovyet sonrası kuşak arasında büyük bir tartışma vardı. Bu çocukların çok farklı oldukları ve Sovyet kuşağının daha homofobik olduğu falan söyleniyordu ancak ben aynı fikirde değildim. Zaten esas konunun bu olduğunu da düşünmüyorum. Bana kalırsa “Ama o yaşlı, asla anlamaz” demeyi bırakmalıyız. Bu konuyu ve bu bakış açısını seçmemin nedeni insanların, yani Türkiye’deki akrabalarımın filmde kendilerinden bir parça bulmalarını ve empati kurmalarını sağlamak istemem. Aynı “And Then We Danced “de yaptığım gibi, Merab da büyükannesiyle aynı evde yaşayan, erkek kardeşi olan normal bir çocuk. Bunu normalde görme şansınız olmuyor ve bu bakış açısını göstermemiz gerekiyor. Sanırım benim istediğim de buydu. Şöyle bir benzetme yapayım – kulağa kötü bir benzetme gibi gelebilir ama aynı zamanda iyi bir benzetme. Tadı et gibi olan vegan yiyecekler vardır ya, bu yiyecekleri yaparlar çünkü veganlara değil et yiyenlere ulaşmak isterler ve bu film için de aynı şey geçerli. Tabii ki toplumu olduğu gibi kabul eden insanlara da ulaşmak istiyorum ama toplumun ötesinde, birinin büyükannesinin filmi izledikten sonra lezbiyen torununu aramasını ve ona onu sevdiğini söylemesini istiyorum. Bu filmin faydası olabilir, çünkü bence sanat yardımcı olur. Yani faşistler yönetimi ele geçirdiğinde ilk yaptıkları şey nedir? Gazetecileri hapse atarlar, sinemaları kapatırlar çünkü insanlara fikir veren şeyler onlardır. Gerçekten böyle düşünüyorum, ki bunu Gürcistan’da “And Then We Danced” ile de gördüm. Benim için bu durum, imgelerin tartışmanın seyrini nasıl değiştirebileceğine dair önemli bir dersti. Umuyorum öyle de olur. Bu benim vizyonum. Az önce siz de filmin her şeyin insanî yönünü güzel bir şekilde betimlediğininden bahsetmiştiniz. Burada belirli birinin temsilinden söz etmiyorum tabii ki. Sadece herkesin bağ kurabileceği, içselleştirebileceği duyguları kast ediyorum. Herkes böyle bir şey yaşayabilir. Mesela filmin sonunda Lia taksideyken Dario Moreno dinliyorlar ve Lia onların ne kadar aşık olduklarını görüyor. İşte kastettiğim şey tam da o anlar.
“Crossing” sizin de belirttiğiniz gibi zaman içinde belirli anları yakalama fikrini benimsemiş bir film. “And Then We Danced ” filminde de buna benzer anlar vardı. Sizi böyle bir yaklaşıma çeken nedir?
Bu gerçekten güzel bir soru. Daha önceki sorularınız gibi. Planlanmış gibi hissettiren ama üretim olduğu aşırı belli olmayan işleri seviyorum. Anın içindeymiş gibi hissetmek istiyorum, sanki duvardaki bir sinekmişsiniz ve o anı yakalamışsınız. Az önce de bahsettiğim gibi cinema verite hissi. Biz de buradayız, odadayız, izliyoruz, dinliyoruz gibi. Bu doğrudanlık hissini seviyorum. Diğer işlerimde de böyle şeyler yapıyorum. İki farklı kariyerim var, kendi filmlerimi yapıyorum ama aynı zamanda televizyon işleri de yapıyorum. Hatta şu sıralar daha çok Amerikan dizileri (Interview with the Vampire) çekiyorum ve bu farklı bir estetik anlayış gerektiriyor. Ama orada bile, bölümlerimi izlediğinizde, özellikle şimdi ikinci sezonu gördüğünüzde de, bu doğrudanlığı göreceksiniz. Fark edeceğiniz bazı dokunuşlar yapıyorum. (gülerek) Aralara gizlice sıkıştırmaya çalışıyorum.
Oyuncularla temas kurmayı seviyorum, çekilen sahnenin kimin sahnesi olduğunu bildiğimiz bir bakış açısının olmasını seviyorum. Daha doğrusu sahnenin ilgili olduğu kişinin omzunda olmayı seviyorum, objektife yakın olmalarını seviyorum. Böylece karakterlerle temas kuruyorsunuz ve bu tarz küçük şeylerin de bahsettiğimiz duyguyu geliştirdiğini düşünüyorum. Çok fazla nesnel olan sahneleri sevmiyorum. Bazen sahnedeki bir şeyi göstermek istiyorum ama diğer yandan sahnelerin bir bakış açısı olmasını da istiyorum, çünkü bence bu önemli. Her zaman kendinize sorun, mesela bu kimin sahnesi? Bazen tek bir kişinin değil, birkaç kişinin de olabilir ama kimin olduğunu bilmeniz gerekir.
Biraz da sinematografi hakkında konuşmak isteriz. çünkü ışık kullanımının çok doğal olduğunu düşünüyoruz ama bu sanki biraz yapılandırılmış bir doğallık gibi. Buna nasıl karar verdiniz?
Bunu söylemek çok hoşuma gitmese de sahnelerimin çok (sosyal) gerçekçi olmasını istemiyorum. Normalden biraz daha yoğun ışık seviyorum çünkü izleyicilere bir atmosfer yaratmak istiyorum. Bu yüzden ışığı her zaman güçlendiriyoruz ama bunu doğal bir şekilde yapıyoruz. Yani mekandaki tonu alıp onu zenginleştiriyoruz. Düşünürseniz “And Then We Danced”de filtre çok turuncuydu çünkü Gürcistan’daki sokak ışıkları bu tonda. Türkiye’deki atmosfer için de yaklaşımımız aynı. Işık Türkiye’de Gürcistan’dan farklı olduğu için burada kullandığımız ton farklıydı.
Festival nasıl gidiyor bu arada? Sadece İstanbul’u değil önceki festivalleri de soruyoruz. Zira “Crossing” bu yıl Berlinale’nin açılışını yaptı. Geri dönüşler nasıl?
İnanılmaz, İstanbul’a dün geldim. Daha önce, İspanya, Madrid’deydim. Filmi orada gösterime sokuyoruz, bu yüzden İspanyol izleyicilerle bir araya geldim ve çok keyif aldım. Filmi izlemeye gelen çok sayıda Türk vardı ve çok duygulandılar, çok etkilendiler ve çok mutlu oldular. Türkiye’den uzun süredir İstanbul’a gelmemiş, burayı çok özlemiş bir kız vardı. İstanbul’u tekrar gördüğü için mutluluktan ağlıyordu. Filmin dünyanın her yerinde gösterime girecek olması güzel. Ancak İspanyolların filmi nasıl karşıladıklarını görmek ayrıca eğlenceliydi. Çünkü İspanyollar enerjileri ve olaylara bakış açıları bakımından Türklere çok benziyorlar. Filmi çok güzel okudular, çok doğru anladılar. Hatta bu biraz şaşırtıcıydı.
Ve son soru… Sizin için sırada ne olduğunu merak ediyoruz. Gelecek projeleriniz veya şu anda size ilham veren fikirler hakkında bir ipucu paylaşır mısınız bizimle?
Şu anda iki İngiliz karakterin olduğu bir film yazıyorum ve muhtemelen Gürcü bir unsur olacak ama daha farklı bir şekilde. Bu sefer yolculuğum daha farklı bir istikamete doğru. Bu filmi bitirmek benim için bir yolculuğu bitirmek gibiydi. Benim için de bir geçiş gibiydi.
Samimi cevaplarınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.