Le Grand Bleu Filmine Freudyan, Politik ve Feminist Bakış
Eğer Le Grand Bleu filmini bir satırda anlatmak isteseydik, o bu şiir olurdu. Eric Serra’nın rahatlatıcı elektronik müziği, yaşamını dalgıçlığa adamış mizantropist kahramanımızın bir yunus olmaya karar vermesine kadar izleyiciye eşlik eder. Eric Serra’nın Luc Besson ile işbirliği yaptığı üçüncü filmdir bu ve filmin yönetmeni Luc Besson’un amacına ulaşmasında post-modern müziğinin büyük bir etkisi var: İki dalgıcın denize olan aşkı bir hikaye olarak kalmamalıydı.
Türkçeye “Derinlik Sarhoşluğu” olarak çevrilen film, 1988 yılında, başrolde Jean-Marc Barr ve Jean Reno olmak üzere çekildi. Jaques (Jean-Marc Barr) ve Enzo (Jean Reno) okyanusu her şeyden daha çok seven iki dalgıç olup, çocukluklarından beri dalgıçlık yapmaktadırlar. Melankolik karakteriyle öne çıkan Jaques, bu sporu daldığı sırada ölen babasından öğrenmiştir ancak babası ve arkadaşı Enzo gibi dalgıçlığı para kazanmak için değil, buna tutkulu olduğu için yapar.
Ana karakter Jaques’in melankolisinin nedenini Freudyan analizde iki şekilde araştırabiliriz. Birincisi, Jaques’in dengesiz ruh durumu Innenwelt’ten (içselleştirilmiş) geliyor: onu dişilik özelliği verdiği okyanusa itiyor. İkincisi, Jaques’in dengesizliği dışsallaştırılmış, Umwelt’ten geliyor, materyal olan, dışsal dünyadan: annesi, babası ve sonunda dostu tarafından terk edilmiş ve yunuslara karşı duyduğu tutku kimse tarafından anlaşılmayan. [Bundan sonrası spoiler içermektedir] Ancak yunuslarda onu kendine bu kadar çeken neydi? Sonuçta yunusların da hayat mücadelesi en az insanlarınki kadar zordu. Tüm sorunların okyanusun derinliklerinde, yunuslar arasında çözülebileceğine inandığından ve bir insanın orada nefes alamaması gibi bir olayın söz konusu olmayacağını inkar etmesinden kaynaklıydı bu. Bu sebeple, politik bir perspektifte, Jaques’in intiharı devrimsel bir intihar olarak okunabilir. Çünkü film boyunca her konuda ondan daha iyi olan Enzo’yu özgürlüğüne kavuşturarak egosunu besleyen Jaques, İsa rolüne bürünür. Ardından intihar eder. Günahkar bir dünyada kendini kurban eden bir peygambere dönüşmüştür. Bu davranışı, narsistik bir güç gösterisidir, ancak sonunda ölümsüz olduğuna inanarak kendi kendisini yok etmesiyle sonuçlanmıştır.
Johanna’nın (Rosanna Arquette) Jaques’in derinlik tutkusunu anlamaması gibi, Jaques da Johanna’nın kendisine olan tutkusunu anlamadı. Aslında, feminist bir açıdan, Johanna Jaques’in soyunu devam ettirmesi için bir araç olarak karşımıza çıkıyor.
Enzo ve Jaques ilişkisini de bu açıdan -feminist açıdan- ele alacak olursak bir kadının ciğerlerinin bir erkeğinki kadar güçlü olamayacağından yola çıkarak, kadının erkek kadar iyi bir dalgıç olamayacağını ve Jaques’in ciğerlerinin arkadaşı Enzo’ya göre daha küçük olmasından dolayı, film boyunca iki karakter arasında bir dişilik-maskülenlik savaşımı izlediğimizi söyleyebiliriz.
Kaynak: The Sinking of the self: Freudian hydraulic patterns in Luc Besson’s The Big Blue, Laurent Jullier (academia.edu)