Güneş, ufuktan son kez batmış gibi, ışığını kaybetmiş şehirlerin üzerinde donmuştu. Bir zamanlar canlı olan sokaklar şimdi sessizliğin hükmünde, yıkılmış binaların gölgesinde saklanıyordu. Bu dünyada, geçmişin hayaletleri ve geleceğin belirsizliği arasında sıkışıp kalmış bir avuç insan vardı. Hayatta kalmak artık sadece bedensel bir mücadele değil, aynı zamanda ruhun da küllerinden yeniden doğma savaşıydı.
Sessizliğin ve yıkımın ardındaki hikâyeleri merak edenler için post-apokaliptik temaya sahip olan filmler her daim dikkat çekici olmuştur. Aslında bu filmler bize sadece kaybolan dünyaları değil, o dünyalarda filizlenen umutları, insanın direncini ve her şeye rağmen hayatta kalma arzusunu da anlatır. İşte bu yazıda, küllerin arasından yükselen beş bağımsız filmle, insan ruhunun ve sinemanın en karanlık ama en etkileyici yolculuklarından birine çıkıyoruz.
“Delicatessen” (1991)
Listemizdeki ilk film olan “Delicatessen” yani Türkçe karşılığıyla “Şarküteri”, Marc Caro ve Jean-Pierre Jeunet’in yönettiği başarılı post-apokaliptik kara komedi örneklerinden biri. Filmdeki unsurları incelediğimizde, post-apokaliptik bir filmde yer alması gereken karanlığı, doğanın yok olmuşluğunu ve metaforik karakterleri görmek mümkün. Film hakkında ortaya konan incelemelerden en önemlisi, filmin Alman işgali altındaki Fransız direniş hareketini sembolize etmeye çalıştığı üzerine. Aslında bu tema üzerinde ciddi şekilde durulabilir.
Film, yiyecek bulmanın oldukça zor olduğu bir dünyada geçer. Temel iki çatışma vardır: Hayatta kalmak için birbirini yiyen insanlar ve bunun karşısında durarak insani özellikleri korumak isteyen kişiler. Aslında, Alman işgali altındaki Fransa’ya baktığımızda da kaynakların tükenmesi ve insanların hayatta kalma mücadelesi ile paralel bir benzerlik kurulabilir. Filmdeki apartman sakinleri, tıpkı işgal altındaki Fransız halkı gibi, korku ve çaresizlikle doludur. Özellikle kasap Clapet rolündeki Jean-Claude Dreyfus, gücü elinde tutan ve diğerleri üzerinde baskı kuran otorite figürü ile dönemin Almanya’sı ile benzer özellikler göstermektedir.
Filmde, yer altında yaşayan bir direniş örgütü olan trogloditler, apartman sakinlerine karşı savaşan bir tür direniş örgütü olarak yorumlanabilir. Karşı hareketleri doğrudan otoriteye yöneliktir. Yine, apartman sakinlerinin ahlaki çöküş karşısında sessiz kalmaları işgalin ve savaşın insan doğasını nasıl bozabileceğinin en net göstergelerinden biri olmuştur.
“The Quiet Earth” (1985)
Listemizde yer alan ikinci film, 1985 Yeni Zelanda yapımı The Quiet Earth. Craig Harrison’ın 1981 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan bu film, deneysel bir bilimsel projenin sonucu olarak dünyada kalan son insanın hikâyesine odaklanıyor. Benim nazarımda, dünyanın sonunu anlatan filmler içinde özel bir konuma sahip olan “The Quiet Earth”, dünyanın sonunu getiren yıkımı kaos ya da şiddetle değil, derin bir sessizlik ve içsel sorgulama ile sembolize eder.
Bruno Lawrence’ın canlandırdığı Zac Hobson, bir sabah uyandığında dünyada tek başına kaldığını keşfeder. Bu noktada artık bir anlam arayışı başlar. Yalnızlık, ana karakterimiz Zac için yalnızca fiziksel bir yalnızlığı değil, aynı zamanda insanın evrendeki yerini ve anlamını sorgulama sürecini temsil eder. Bir anda dünyada tek başınıza kaldığınızı düşünsenize; evet, sınırsız bir özgürlüğünüz var ama aynı zamanda sınırsız bir çaresizliğiniz de…
Filmde bir noktada Zac, kendini Tanrı yerine koyar ve yaşadığı dünyanın Tanrısı olduğunu düşünür. Bu sahne bize, insanın Tanrıyla olan ilişkisine ve elde ettiği gücün onu nasıl yozlaştırdığına güzel bir örnektir. Filmin Tanrı kavramına ek olarak getirmiş olduğu bilimsel yaklaşım da önemlidir. Filmin pek çok sahnesinde bilimsel ilerlemenin insanlık için ne kadar yıkıcı olabileceği ve bu ilerlemenin ne pahasına gerçekleştiği sorgulanır.
“Late August at the Hotel Ozone” (1967)
Çekoslovakya sinemasının önemli filmlerinden biri olan Late August at the Hotel Ozone, Çekoslovak Yeni Dalga’nın önemli yönetmenlerinden Jan Schmidt’in filmografisindeki önemli filmlerden biridir. Film, nükleer bir felaketin ardından hayatta kalan bir grup kadının, medeniyetin yıkıntıları arasında hayatta kalma mücadelesini anlatır.
Tıpkı diğer bağımsız post-apokaliptik filmlerde olduğu gibi bu filmde de kıyamet sonrası bir dünyada insan doğasını, medeniyetin çöküşünü ve varoluşsal sorgulamaları ele alınır. Yıkımın sadece fiziksel yönü değil, ahlaki ve sosyal değerlerin kaybı da ön plana çıkarılır. Dünyada yalnız kalan bir grup kadın, hayatta kalma mücadeleleri sırasında ilkelleşir ve vahşileşirler. Yani insan, cinsiyet fark etmeksizin özüne döner. Geçmişteki ahlaki normlar ve insanlığın sosyal yapısına dair hiçbir şey kalmamıştır. Aslında bu hikâyeyi biraz da William Golding’in “Lord of the Flies” romanına benziyor. Medeniyetten uzaklaşan bir insan, temel değerlerini kolayca kaybedebilir. Yönetmen Jan Schmidt, insanlığın zayıf ve kırılgan yapısını harika bir sembolizmle eleştirir.
Filmdeki kadınlar yeni nesli temsil ederken, yaşlı adam geçmişin sembolüdür. Yaşlı adamın var olması demek, geçmişin varlığını muhafaza etmesi demektir. Kadınların yaşlı adamla empati kuramaması, yeni neslin geçmişle olan bağlantı sorunlarını deşer. Yaşlı adam, anlamını yitirip gitmiş bir dünyaya aittir neticede. Bu metaforların ışığında filmi izlerken iki şeyin arasında kalırız: Geleceğin inşası, medeniyetin hatıralarına mı dayanacak, yoksa tamamen yeni bir başlangıç mı gerektirecek?
Filmde ön plana çıkarılan bir diğer konu doğanın yıkımı ve insanın bu yıkım üzerindeki rolüdür. Filmde doğanın öne çıkarıldığı her sahnede kıyamet sonrası dünya ile insanın medeniyet kurma çabaları arasındaki çatışma simgelenir. Bu yeni dünyada hayatta kalmaya çalışan kadınlar, doğanın yıkıcı etkilerini hissetmek zorundadır. Yaşlı adamın gelişi kadınlara eski dünya adına umut aşılar; ancak zamanla bu umudun ne kadar boş ve anlamsız olduğu anlaşılır. Bu da kıyamet sonrası bir dünyada umut arayışının ne kadar boş olduğunu sembolize eder.
Varoluşun anlamsızlığına felsefi açıdan yaklaşmak isteyenler için oldukça etkileyici bir film olan Late August at the Hotel Ozone, izleyiciyi sadece kıyamet sonrası bir dünyanın atmosferine değil, aynı zamanda insanın varoluşsal krizine de sürükler.
“Le Dernier Combat” (1983)
Jean Reno’nun ilk önemli rolüne ev sahipliği yapan “Le Dernier Combat”, ünlü Fransız yönetmen Luc Besson’un ilk uzun metraj filmi. Post-apokaliptik bir dünyada geçen film, diyalogsuz bir anlatım kullanarak insanlığın hayatta kalma mücadelesini ve insan doğasının temel unsurlarını keşfe çıkıyor.
Önceden uyaralım, bol diyaloglu filmleri sevenler hayal kırıklığına uğrayabilir çünkü filmdeki en belirgin özellik, diyalog eksikliği. Büyük bir yıkıma uğrayan dünyadan geriye kalan az sayıdaki insan da konuşma yetisini yitirmiştir. Bu nedenle iletişim, duygusal ve içgüdüsel bir bağlantı ile sağlanır. Luc Besson, film hakkında yaptığı bir söyleşide, onu bu filme götüren ilk ilham perisinin Paris’teki terk edilmiş bir sinemada geldiğini belirtmiştir.
Konuşmak yok, yalnızca temel insani içgüdülerle hareket ederek hayatta kalma var. İsmini yalnızca jenerikte görerek öğrenebildiğimiz Adam karakteri (Pierre Jolivet) bu yıkık dünyada hayatta kalmak için yiyecek, su ve barınak arayışındadır. Girdiği her mekan güçlü sembollerle ifade edilmiştir. Terkedilmiş binalar, çorak araziler ve yıkıntılar, insan medeniyetinin çöküşünü ve bu medeniyetin ardında bıraktığı boşluğu temsil eder. Bu mekanlar, sadece fiziksel olarak değil, aynı zamanda insan ruhunun da çöküşünü yansıtır. Filmdeki şehir kalıntıları, bir zamanlar insanların inşa ettiği dünya düzeninin nasıl çöktüğünü ve bu düzenin geride bıraktığı anlamsızlığı gözler önüne serer. Ayrıca bu mekânlar, karakterlerin içsel yolculuklarında karşılaştıkları engelleri ve mücadeleleri sembolize eder.
Tıpkı diğer post-apokaliptik filmlerde olduğu gibi bu filmdeki antagonist de doğadır. İnsan bir kez daha doğanın karşısında aciz bir duruma düşmüştür. Bu durum, insanın doğa karşısındaki küçüklüğünü ve kırılganlığını sembolize eder. Aynı zamanda, doğanın insan müdahalesi olmadan nasıl yeniden şekillendiği ve insanın bu yeni düzene uyum sağlama mücadelesi de filmde öne çıkar.
Filmdeki kara mizah örneklerinden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Karakterler bazen o kadar saçma ve anlamsız bir hayatta kalma mücadelesine girer ki bu absürtlük karşısında insanın varoluş mücadelesinin aslında ne kadar anlamsız olabileceğini düşünmeden edemezsiniz. Luc Besson, bu kara mizahı ve absürtlüğü ustalıkla kullanarak, filmin atmosferini hem kasvetli hem de ironik bir hale getirir.
“28 Days Later” (2002)
Geldik listemizde inceleyeceğimiz son filme: “28 Days Later”. Danny Boyle imzası taşıyan bu film, bir virüs salgını sonrasında İngiltere’nin büyük bölümünün harap olduğu bir dünyada geçiyor. Klasik zombi filmlerinden farklı olarak daha derin sembolik anlatılarla insan doğasının karanlık yönlerini ve toplumsal düzenin kırılganlığını sorguluyor.
Filmdeki Rage virüsü insanları kontrolsüz öfke dolu yaratıklara dönüştürerek, toplumun sadece bir salgınla değil, aynı zamanda bastırılmış duyguların yıkıcı etkisiyle de karşı karşıya olduğunu gösterir. İnsanlığın içindeki vahşilik, bir virüs vasıtasıyla açığa çıkar. Yaklaşık 15 dakikada insanı başka bir yaratığa çeviren bu virüs, insan toplumunun ne kadar kırılgan olduğunu ve kaosun eşiğinde bulunduğunu anlatan güçlü bir metafor olarak da yorumlanabilir.
Şüphesiz ki filmin en etkileyici sahneleri, Cillian Murphy’nin canlandırdığı Jim karakterinin bomboş Londra sokaklarında gezdiği sahnelerdir. Terk edilmiş caddeler ve boş sokaklar, insanlığın ve medeniyetin çöküşündeki korkunç boşluğu harika bir biçimde yansıtır. Şüphesiz ki yalnızlık, böyle bir Londra’da kalmak istemeyeceğiniz durumların başında gelir.
Filmin ikici yarısında ise insani değerler virüsün dışındaki dengelerle karşımıza çıkıyor. Kurtulduğunu zanneden karakterlerimiz, insanlığın temel değerlerinden uzaklaşmış yapıdaki bir grup askerle karşılaşır. Bu askerlerin davranışları zamanla o kadar irrite edici gelmeye başlar ki izleyici, askerlerin zincire vurduğu virüs kapmış eski bir askerle bile daha fazla empati kuracak hâle gelir. Aslında askerlerin şiddet dolu ve baskıcı tutumları, yeni bir medeniyetin temellerinin nasıl atıldığını ve bu temellerin ne kadar kırılgan olduğunu sorgulamamız için etkili bir metafordur.
Filmdeki her olumsuz duruma rağmen insan doğasının iyi yanlarına da vurgu yapılır. Hayatta kalan bir grup insan, birbirlerine duydukları güven ve yardımseverlik duyguları ile hayatta kalır.
Sonuç
Listemizde yer verdiğimiz bu beş filmin tek ortak özelliği yalnızca post-apokaliptik sinemanın sadece kıyamet sonrası hayatta kalma mücadelesi anlatması değil, aynı zamanda insan doğasının derinliklerine inen, toplumsal yapıları sorgulayan ve medeniyetin yeniden inşasına dair güçlü metaforlar da sunmasıdır. Yani kısacası kendinizi film izlerken bir anda bireysel ve toplumsal anlamda bir hesaplaşma içerisinde bulabilirsiniz. Şüphesiz ki bundan sonra da insan ruhunun karanlık ve aydınlık yönleriyle yüzleştiği bir süreç olarak ortaya çıkan bu filmler, dünyamızın ve insanlığın geleceği üzerine uzun bir sorgulama yapabileceğiniz yapımlar olarak karşımıza çıkmaya devam edecektir.