Hepimiz, sürekli ıslak caddeleri, keskin ışıklandırmaları ve karakterler arasındaki sert diyalogları olan en az bir Film Noir izlemişizdir. Belki bu türün adını bilmesek de karanlık, umutsuz ve ters köşelerle dolu bu filmler hepimize tanıdık gelir. Peki, bu tür neden ve nasıl ortaya çıkmış?
Film Noir, aslında bir tür değil, başlangıçta bir stil olarak doğdu. Fransızların Film Noir dediği bu tür, 1940’larda, klasik Amerikan filmlerinin parlak dünyasına bir başkaldırı olarak ortaya çıktı. Amerikan filmlerindeki güzel, masum dünyalar yerine, kara filmler genellikle cinayetlerle, karanlık sokaklarla veya tehlikeli barlarla başlar. Ana karakterler her şeylerini riske atabilir, hatta ölebilir. Yani, filmin baş kahramanı ölmeme klişesi burada geçerli değildir.
1940’ların dünyası ve Amerikan siyaseti, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım ve hayal kırıklıkları bu türün doğmasına zemin hazırladı. O dönemlerin umutsuzluğu ve karamsarlığı, kara filmlerin içeriklerine de yansıdı. Kara filmi kara film yapan en önemli şey ışıklandırmasıdır. Bu filmler, klasik sinemadan farklı olarak loş ışıklandırmayı tercih eder. Bu sayede sıkça rastladığımız kontrast, koyu gölgeler ve aydınlık-karanlık karşıtlığı ortaya çıkar. Filmlerde sürekli zıtlık oluşturulması, bu türün vazgeçilmez kuralıdır.
Sonuç olarak, Film Noir, klasik Amerikan sinemasının parlak ve tahmin edilebilir dünyasına karşı çıkan, karanlık ve çarpıcı bir türdür. Bu filmler, bizi her zaman bir ters köşeye yatırır ve izleyiciyi rahat bir sona ulaştırmaz. Kara filmler, güzel bir geleceğe dair umut barındırmayan, sert ve çarpıcı yapımlardır. Bunlardan bir kaçına beraber bakalım.
Gilda (1946) yön. Charles Vidor
Noir filmler için bir diğer başyapıt olan filmin başrollerinde femme fatale olarak karşımıza çıkacak Rita Hayworth, Glenn Ford ve George Macready gibi oyuncular yer almaktadır. Film, özellikle Rita Hayworth’un canlandırdığı baş karakter Gilda’nın performansı ile dikkat çekiyor. Film, Buenos Aires’te geçen bir öyküyü anlatır ve kumarhane işletmecisi Ballin Mundson (Macready) ile onun eski sevgilisi Gilda (Hayworth) arasındaki karmaşık ilişkiyi konu edinir. Put The Blame on Mame şarkısı ve Rita Hayworth’un eldiven çıkartıp dalgalı saçlarını geriye atma sahnesiyle efsaneleşmiş filmdir.
Film boyunca, çekici ve asi Gilda ile kocasının sağ kolu Johnny Farrell arasındaki nefret ve aşk ilişkisinin gelişimini izleriz. Film, dönemin eril ve erkek egemen dünyasını yansıtarak, aynı zamanda Hollywood’un o dönemdeki durumunu da bize gösterir. Gilda’nın, kocasının kontrolü altında olduğunu bilmesine rağmen, bu durum karşısında yapabilecek pek bir şeyi olmadığı için kendi sınırları içinde isyan etmeye çalıştığını sıkça görüyoruz. Film, kadının arzu nesnesi olduğu bir dönemde, güçlü durmaya çalışan fakat içten içe yaralı bir ruhu anlatır.
Too Late for Tears (1949) yön. Byron Haskin
Film, Jane Palmer (Lizabeth Scott) ve kocası Alan’ın (Arthur Kennedy) arabalarının bagajına yanlışlıkla 60.000 dolar dolu bir çanta bırakılmasıyla başlar. Jane, parayı elinde tutmaya kararlıdır, ancak Alan bu konuda daha temkinlidir ve parayı polise teslim etmek ister. Jane, bu ani servetle kontrolsüz bir şekilde saplantılı hale gelir. Filmin gelecek akışında da olaylar Jane’in açgözlülüğü çerçevesinde ilerlemeye devam eder.
Film noir türünün bir parçası olarak, karanlık, gölgeli görüntüleriyle dikkat çeker. Görüntü yönetmeni William C. Mellor, özellikle gölgeleri ve aydınlatmayı kullanarak karakterlerin duygusal durumlarını yansıtır. Özellikle, ışık ve gölgeler aracılığıyla karakterlerin ahlaki ikilemlerini ve içsel karmaşıklıklarını ifade eder.
Guilty Bystander (1950) yön. Joseph Lerner
Film Max Thursday’in (Zachary Scott) kaybolan oğlunu bulma çabalarını anlatır. Max Thursday eski bir polis ve alkoliktir. Bulabildiği tek iş, arkadaşı Smitty’nin harap otelinde ev dedektifliğidir. Artık alkolik ve umutsuz bir adam olan Max, eski karısı Georgia (Faye Emerson) tarafından oğulları Jeff’in kaybolduğu haberiyle sarsılır. Filmin ilerlemesi bizi daha kaotik ve çözülmesi zor bir atmosfere sürükler. Bu süreçte, eski polis arkadaşları ve karanlık dünyadan çeşitli figürlerle karşılaşır.
Filmin en dikkat çekici yönlerinden biri, başrol oyuncusu Zachary Scott’ın Max Thursday karakterine getirdiği derinlik ve karmaşıklık. Scott, içsel çatışmaları ve dışsal zorlukları etkileyici bir şekilde yansıtarak, karakterin umutsuzluk ve azim arasındaki dengesini güçlü bir dille aktarıyor. Max’in kişisel yolculuğu ve içsel dönüşümü, filme derinlik katıyor ve seyirciyi duygusal olarak da bağlıyor. Filmin sonunda, Max’in oğlunu kurtararak kendini yeniden keşfetmesi, hikayeye güçlü bir kapanış sağlıyor. Bazen temposu düşük kalsa da derinlikli anlatımıyla güçlü bir noir film örneğidir.
Chinatown (1974) yön. Roman Polanski
Özel dedektif Jake Gittes (Jack Nicholson), Evelyn Mulwray (Faye Dunaway) tarafından kocasının sadakatsizliğini araştırmak üzere işe alınır. Ancak, Gittes, kocasının ölümünden sonra bu davanın çok daha karmaşık olduğunu ve büyük bir su yolsuzluğu komplosunun parçası olduğunu keşfeder. Araştırmaları sırasında, Gittes, Evelyn’in gerçek kimliğini ve kocasının ölümündeki rolünü anlamaya başlar. Gerçek Evelyn, Gittes’in araştırmalarını yönlendirirken, Hollis Mulwray’in ölümüyle ilgili derin ve tehlikeli sırları ortaya çıkarır. Bu sırada, şehri kontrol eden zengin ve güçlü işadamı Noah Cross (John Huston) ile karşılaşır ve büyük bir su kaynakları yolsuzluğu planının merkezinde olduğunu öğrenir.
Yaşanan daha bir çok olay üzerine Jake, adaleti sağlamakta başarısız olur ve film, “Burası Chinatown” repliğiyle sona erer. Jake’in başına gelenler, aslında şehirdeki güç oyunları ve karanlık ilişkilerle bağlantılı. Başlangıçta sıradan bir sadakatsizlik davası gibi görünüyor ama kısa sürede çok daha büyük ve karmaşık bir komplonun içine çekiliyorsunuz. Su yolsuzluğu ve güç oyunları gibi temalar, filmdeki gerilimi ve gizemi artırıyor. Evelyn Mulwray karakterinin derinliği ve filmdeki diğer karakterlerle olan ilişkileri, filmin sonunda büyük bir etki bırakıyor.
Mulholland Drive (2001) yön. David Lynch
Film, Kanada’nın küçük bir kasabasından büyük umutlarla Hollywood’a gelen Diane’in, kariyerinin istediği gibi gitmemesi ve aşık olduğu Camilla’nın bir yönetmeni tercih etmesi gibi talihsizlikler nedeniyle umutsuzluğa kapılmasını anlatır. Bu umutsuzluk, Diane’i Camilla’yı öldürmeye karar vermeye ve bir kiralık katille anlaşmaya iter. Aynı zamanda, Hollywood film endüstrisinin yapaylığını ve yozlaşmışlığını da eleştirir.
David Lynch 2001 yılında çektiği filmle Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen Ödülü”nü almıştır ve karanlık imgelerle tanıdığımız Lynch sinemasının başarılı örneklerinden biridir. İzlerken rüya ve gerçeklik algısının çok kere iç içe geçtiğini kolaylıkla söyleyebilirim. En sevdiğim Film Noir örneklerinden biri olan Mulholland Drive beni her izlediğimden derinden yaralayan bir film. Diane ve Camilla’nın ilişkisini her defasında çok farklı kurguladığım bir noktada buluyorum kendimi. Diane’in ağlayarak mastürbasyon yaptığı sahne de gerçeklikle benim arama büyük bir mesafe koyuyor. Rüya mı gerçek mi olduğuna siz karar verin.