Peaky Blinders 5. Sezon Değerlendirmesi
Suçlular üzerinden anlatılan hikayelerin neden bu kadar popüler olduğunu, neden bu kadar çok dizi/film üretildiğini ve sevildiğini düşündüğümüzde bir iki sebebi kolaylıkla sıralayabiliriz. Örneğin yasalara uyarak yaşayan insanlar için bilmediğimiz bir dünya ve işleyişi ilgi çekicidir ya da izlediğimiz hikayelerin kimisinde suç iyilik için de işlenir ve ezilenler sistemin açıklarını keşfederek statülerini ilerletirler.
Durum ikinci açıklamadaki gibi olduğunda günlük hayatımızda karşılaştığımız onca sistemsizlik ve arsızlık karşısında (haberler de buna dahil) o kadar dolmuş durumdayız ki izlediğimiz karakterler, her ne kadar ahlak ölçüleri gel-gitli de olsa, harekete geçtiğinde kendimizi bu hareketin bir parçası olarak görüyoruz. Mesela silah kaçakçılığı yapan ama kadınlar ve çocuklar zarar gördüğünde tavrını ortaya koyan Sons Of Anarchy’yi severek izledik.
The Godfather serisi ise bizlere kendi kurallarına göre yaşayan ama aynı zamanda topluluğunun mutluluğunu düşünen bir baba portresi çizmesiyle nihayetinde suç örgütünün bir parçası olduğunu unutturdu.
2013 yılında BBC 2’de gösterilmeye başlanan Peaky Blinders için de durum böyle oldu. İlhamını Birinci Dünya Savaşı öncesinde Birmingham’da var olan aynı isimli gangster grubundan alan dizi, Steven Knight tarafından tarihi gerçekçiliğin esnetildiği, “vintage” modanın yeniden hayat bulduğu, müziklerin görsellikle göz alıcı şekilde birleştiği beş sezonluk bir seriye dönüştürüldü.
İlk sezonunda White Stripes, Tom Waits, Nick Cave gibi isimlerin müzikleri ile eşlik ettiği Cillian Murphy tarafından canlandırılan Thomas Shelby’nin kendisi ve ailesi için aklı ve kas gücü ile hak ettiğini alma çabasına şahit olduk. Birinci sezon kadrosunda Murphy, Sam Neill ve Iddo Goldberg gibi isimler kadar bahsedilmesi gerek diğer isim Helen McCory. McCory’nin muazzam oyunculuğu ile canlandırılan Polly Gray, Shelby ailesinin erkekleri savaşta iken işi yönetmiş güçlü bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.
Gücünü gösterirken de iş dünyasında kendine yer edinmiş olan bir kadın olduğunu hatırlatmaktan bir an bile çekinmiyor.
İkinci sezon kadroya dahil olan Tom Hardy ise tam bir şölen sunuyor. Canlandırdığı Yahudi çete lideri Alfie Solomons konuşkan olduğu kadar tahmin edilemez haliyle şaşırtıcı bir unsur olarak hem uyuz etmekte hem de tat vermekte. 4. ve 5. Sezonda diziye İtalyan asıllı New York mafya üyesi Luca Changretta karakteri ile dahil olan Adrian Brody ve Changretta tehdidine karşı tutulan Romen kiralık katil Aberama Gold karakteri ile Aidan Gillen kadro tercihlerindeki başarının altını çizen performanslar sergiledi.
Birinci sezondan itibaren büyüme hırsı ile egonun karışımı olarak çeşitli yolsuzluklara bulaşan aile, kendi içinde kırılmalar yaşasa da Thomas Shelby’nin liderliğinde toparlanmanın ve düşmanlarını alt ederek polisi avucu içine almış olan sıradan bahisçi çetesinden Amerika’da ayağı bulunan bir ticaret şirketine evrilmenin bir yolunu bulmuştu.
Bu noktaya kadar fanatikleri arasında David Beckham, Julia Roberts, Snoop Dog ve 4. Sezonunun kadrosunda yer alan Adrian Brody gibi isimler bulunan dizi, geçtiğimiz sene BBC’nin uzun zamandır BAFTA’dan alamadığı en iyi drama ödülünün sahibi oldu. Bir yandan Netflix’in bünyesine dahil olarak yüzden fazla ülkere izleyici ile buluşan dizi bir yandan da BBC 2’den BBC 1’e geçiş yaptı (ki bu BBC bünyesindeki diziler için büyük bir onur anlamına gelmektedir).
Dizi, özellikle İngiltere’de, Peaky Blinders temalı festivallere, kafelere, düğünlere ve kostüm partilerine ilham olacak kadar popülarite yakalamışken izleyicinin aklına “Acaba Steven Knight şiddetin dozunu alçaltıp daha geniş kitlelere de hitap etmeyi düşünür mü?” endişesi de gelmişti.
Fakat beşinci sezon Peaky Blinders’in şiddet teması üzerinde yükselen gangster dizisinden çok daha fazlası olduğunu hatırlattı.
Açılış sahnesinden itibaren Thomas Shelby’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok da sağlam bir psikoloji ile dönmediğini hatırladık mesela. Hala kafasındaki sesleri susturamadığı gibi vicdani yüklerinden de kurtulmuş değil.
Grace’in ölümü ile kaybettiği iyileşme ihtimalinin yerini yoğun bir şekilde intihar düşüncesi alır. İlerleyen sahnelerde ise bir önceki sezon Okyanusun diğer ucundaki işlerin başına geçmesi için Amerika’ya gönderilen Michael’in Thomas’ı bir kere daha hiçe sayıp ailenin tüm parasını borsada kaybetmesine tanık oluyoruz. Legal şekilde kazandıkları paranın kaynağına bu şekilde darbe yiyince toplantı kararı alan Shelby’lerde Michael’ın gitgide barizleşen şekilde Thomas’ın yerine geçme isteği göze çarpıyor.
Şimdiye kadar aileye katılan kadınların aksine Michael’in Amerika’dan getirdiği Anya Taylor-Joy tarafından canlandırılan Gina Gray’in bu konuda Michael’i sonuna kadar desteklemesi ve hatta ondan bile daha cüretkar olması (ki bakışları bile yetiyor) Thomas’ın saygısız bir şekilde kenara itildiğini hissetmesine sebep oluyor.
Zira Shelby ailesi üyeleri şimdiye kadar birbirlerinin kararlarını sorgulamıştı, memnuniyetsizliklerini dile getirmişti ve hatta bir müddet uzak kalmayı tercih eden üyeler olmuştu. Ancak ilk defa bu denli, hem de küstah şekilde, iç savaş sinyali verilmekte. Bu da noktada bir yandan dizinin temellerinden birinin aile olduğunu hatırlarken bir yandan da “yeni dünya” tarafından şekillendirilen iş dünyasının habercilerini görmüş oluyoruz.
Bu sezonun bir diğer önemli noktası Thomas Shelby’nin artık İşçi Partisi milletvekillerinden biri olarak parlamentoda yerini almış olması.
Bunun sebeplerinden birisi tabiki illegal işlerden sıyrılıp gelecek nesillere daha nezih işler bırakmaktı. Bir diğeri de gangster olarak İngiltere’de istediği yere ulaştığından egosunun onu götürebileceği sonraki adımın parlamento olmasıydı. Ancak Thomas’ın parlamento üyelerine hitaben yaptığı konuşmalara baktığımızda işlerin bu kadar da yüzeysel olmadığını düşünebiliriz.
İşçilere tanınan hakların arttırılmasından, işçi sınıfına yüklenen mükellefiyetlerin azaltılmasından, kapital peşinde koşan zenginlerin kar kayıplarını işçi sınıfına yüklemesinden dem vurduğu konuşmaları oldukça inandırıcı gelmekte. Bir bakıma bu huzursuz, dinlenmek nedir bilmeyen zeki adam savaştan sonra dine ve otoriteye olan inancını yitirmiştir. Şimdi sırada kurumlara olan inancını test etmek var gibi görünmekte.
Bu noktada da sezonu diğerlerinden ayıran en önemli unsur kendini göstermekte: Faşizm. Sam Claflin’in tarafından başarılı şekilde canlandırılan Oswald Mosley, tarih sayfalarına Britanya Faşistler Birliği Partisi’nin kurucusu olarak geçmiştir. Mussolini ile şahsen tanışıp fikirlerinden etkilenen, Hitler ile paralel görüşlere sahip olan ve de Nazi selamını ve Svastika’yı kullandığı bilinen Mosley, kendi partisini kurmadan önce ilk olarak Muhafazakar Parti’nin sonra da İşçi Partisi’nin milletvekilleri arasında yer almıştır. Peaky Blinders’ta Thomas ile tanışması İşçi Partisi vekilliği sırasında gerçekleşir.
Mosley, Thomas’ın antikapitalist ve antikomünist düşüncelerini ifade ediş şeklinden o kadar çok etkilenir ki kendisine yeni partisinin kurucu üyelerinden olmayı teklif eder.
Thomas ise planları dahilinde teklifi kabul eder. Ancak bu plan şimdiye kadar gördüğümüz egosunu, ailesini ve hırsını öcülleyen Thomas planları gibi değildir. Bu çok daha kapsamlı, çok daha barışçıl bir plandır çünkü Oswald zeki bir kötüdür ve zeki olanların daha yavaş, daha kısıtlı kavrayışa sahip olanları yönetebileceğini çoktan kavramış olan Thomas, Oswald’ın düşüncelerinin ne kadar güçlü olabileceğinin farkına varan nadir kişilerdendir. Onun da dediği gibi Thomas savaşı unutmamıştır ve Oswald’ın her konuşması, her hali ona savaşı hatırlatmaktadır. Thomas’ın engel olmak istediği esasında bir kişi değil ayrılıkçı, kutuplaştırıcı düşüncelerdir.
Peaky Blinders isminin hikayesi, Oswald’ın konuşma yaptığı tarih, Winston Churchill’in olaylara müdahiliyeti gibi tarihsel konularda sınıfta kalsa da Birinci Dünya Savaşı sonrası toplum psikolojisi, ekonomi ve orta sınıf buhranı gibi konuların yanı sıra posttravmatik stres bozukluğu ve çeşitli etkileri gibi bireysel konulara oldukça doğru noktalardan değinmiştir.
Ayrıca polis isyanları, işçi ayaklanmaları, Afrika kökenli bireylere karşı başlatılan ırkçı düşünceler gibi daha arka planda gerçekleşen, tarihsel gerçekliği olan konular da dikkate değerdir. Ancak dizinin en kayda değer tarihsel özelliği ise bu sezonun kötü karakteri ve liderliğini yaptığı düşünce ile tarihin tekerrür etme özelliğinin olduğunun altını çizmesidir. Ekonomik sıkıntıların küresel olarak hissedildiği bununla paralel olarak yabancı fobisi ve popülizmin etkisi ile ırkçılığın artmakta olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Neredeyse her ülke ekonomik çıkarlarını maksimize ederken tıpkı Oswald’ın “Önce Britanya” düşüncesini kendi ülkesine evirmektedir.
Tabiki insanların yaşadıkları ülkeleri öncüllemesinde büyük bir beis yoktur. Ancak zamanında Yahudilerin vatandaş statüsünün dışında tutulması. Günümüzde Amerika’da Meksika kökenli bireylerin sınır dışı edilmesi gibi, en hafif tabiriyle, kısıtlayıcı ve dışlayıcı vatan görüşlerinin nelere yol açabileceğini anlamak için tek yapılması gereken ya tarihe bakmak ya da Peaky Blinders’ın gelecek sezonlarını takip etmek olacaktır.
Tarihsel açıdan Oswald’ın ve düşüncelerinin nihayeti belli olmakla birlikte Steven Knight’in belirttiği üzere serinin İkinci Dünya Savaşı’nın ilk hava saldırı sireniyle, Thomas’ın hikayesinin ise şövalye ilan edilmekte sonlanacağı bilinmekte. Ancak karakterlerin ve olay örgüsünün bu sonlara nasıl ulaşacağı, statükoyu nasıl işleyeceği ise en az iki sezon daha cevabını alamayacağımız sorulardan.
Kesin olan bir şey varsa o da her bir bölümün oyunculuk, müzik, kostüm konularında haz verdiği kadar eğitici ve uyarıcı olacağı.