Kadınların sinema ya da televizyon dünyasında yer alması uzun süreler göz doldurmak için kullanılan, bakması güzel, yüzeysel dertleri olan dekoratif yan karakterler halindeydi. Ekseriyetle eril düşüncelere sahip erkekler tarafından domine edildiğini bildiğimiz bir sektörde bu durum tahmin edilemeyecek bir şey değil. Zira günlük hayatta dahi anne olmanın ne demek olduğunu, adet görmenin nasıl bir şey olabileceğini kadınlara anlatmaya hevesli erkeklere denk gelmek oldukça sıradan bir şey maalesef. Dolayısıyla sosyal medyanın getirdiği network ağı sayesinde son zamanlarda ivme alan ve ses getiren MeToo, Equal Pay, Time’s Up gibi hareketlerle kadınların kendilerine ayrılmış kategorilere değil; daha gerçekçi, karmaşık daha insani karakterlere, bunları anlatabileceği senaryolara ve platformlara olan ihtiyacını açık bir şekilde görmüş olduk.
Bu ihtiyaçla doğru orantılı olarak senarist, prodüktör gibi kamera arkasındaki işlerde kadınların sayısının artışı ve bu kadınların birbirlerini destekleme konusunda gösterdikleri bilinç ile “kadın dediğin…” şeklinde başlayan cümle ve fikir kalıplarını sorgulayan karakterlerin kendisini iyiden iyiye göstermeye başladığına şahit olduk (tabii bu beyazperdede daha hızlı gerçekleşti). Bu yazıda söz konusu karakterlerden yalnızca sekiz tanesine odaklanışmış olsa da hakkında fiziksel görünüşü ve aşk hayatından öte anlatılacak şeylere sahip listelere sığmayacak kadar çok sayıda kadın karakterin varlığı oldukça ilham verici bir fark edişti. Gloria Steinem’ın da belirttiği gibi kadınları dünyaya değil; dünyayı kadınlara uygun hale getirebildiğimiz ve nihayetinde 8 Mart’ların gereksiz hale geldiği bir gelecek dileğiyle keyifli seyirler.
Buffy Summers (Buffy The Vampire Slayer)
Bazen insanları çeşitli sebeplerle bilinçli ya da bilinçsiz şekilde kafamızda belirli yerlere oturturuz ve bazen zaman geçtikçe karşımızdaki insanlar da kendilerini bizim kalıplarımızla tanımlamaya başlarlar. Mesela tamamen art niyetten yoksun bir şekilde bir arkadaşınıza sık sık duygusal olduğunu söylerseniz o da sizin yanınızda daha duygusal davranmaya başlayabilir ya da komik olduğunu dile getirdiğiniz arkadaşınız yanınızda daha çok komik olma hevesine girebilir. Bu tür kalıplar hasmı hane olmadığında gayet yararlı olabilir ancak Buffy Summers gibi kadınlar hiç de onlara yararlı kalıplarla tanımlanmazlar. Buffy, 90’lar Kaliforniya’sında yaşayan minyon, güzel, popüler olabilecek görünümde liseli. Geceleri ise seçilmiş bir vampir avcısı. Mentoru Giles ve “the Scooby Gang” ile birlikte dünyayı canavarlardan temizlemek için gece gündüz uğrşmakta.
Joss Whedon tarafından yaratılmış olan Buffy, canavarlarla savaşmanın yanı sıra (ki onlar da birer metafordur) günlük hayatta karşılaştığımız anlamsız kurallar, saçma otorite figürleri, yalnızlık, hata yapma, bağışlanma, toplumsal normlar gibi birçok engelle de başa çıkmak zorundadır. Çünkü başta da belirttiğim gibi bir kere o bir kız ve karşısına çıkan tüm engeller tarafından cinsiyeti ve fiziksel görünüşü sebebiyle hafife alınmaktadır. Tabii ki kendine güvenen, güçlü ve zeki her kadın gibi kendisini hafife alanlara hadlerini bildirmektedir. Öte yandan yaşadığı hayatın anormalliği doğal olarak birçok kez Buffy’de travmatik yaralar açar. Bu noktada Buffy çok önemli iki süper gücü keşfeder; korkularınla yüzleşebilecek cesareti göstermek ve mükemmel olmadığını kabul edip yardım istemeyi bilmek. Günümüz kadınlarının en büyük zorluklarından biri olan özel hayat ile profesyonel hayatı dengeleme çabasının yanı sıra erkeklerin kırılgan egolarıyla da uğraşmak zorunda kalan Buffy; hayatını başkalarının kurallarındansa kendi fikirleri ile şekillendiren güçlü bir kadın karakterlerin ilk akla gelen örneklerinden.
Leslie Knope (Parks & Recreation)
Leslie Knope, Amerika’nın en obez dördüncü şehri olan Pawnee’nin Park Bahçeler Müdürlüğü çalışanlarınan biridir. Çoklu görevin kitabını yazan, aşırı çalışkan, şehrine ve çevresindeki insanlara karşı bitmez bir sevgi besleyen Leslie tam bir Duracell tavşanı. Hiçbir engel Leslie için aşılamayacak kadar büyük değil. Eğer Leslie sizin arkadaşınızsa hayatınızda sahip olduğunuz en iyi arkadaşınızdır, eğer çalışanınızsa tek kişilik ordudur, eğer imkansız bile olsa çöplük bir arazi parka dönüştürülecekse bunu yapacak tek kişi O’dur. Ancak tabii ki bunları elinde sihirli değnekle bir kerede gerçekleştiremez. Leslie daima dener, daima profesyonel hayatını da özel hayatını da daha ileri seviyeye taşımayı amaçlar. Başarısız olduğu anlar tabii ki olacaktır. Ama bu anlarda elinden gelen her şeyi denemiş olmanın verdiği tatminin farkına varıp önüne devam edebilecek kadar da sağlam bir karaktere sahiptir.
Bazen bitmek bilmeyen enerjisi, hayata karşı tutumu karşısındaki insanlara fazla gelebilir. Daha sakin, daha oluruna bırakan, daha kabullenici biri olmasını isteyenler illaki karşısına çıkar. Fakat Leslie Knope başkalarının değil, kedi ideallerinin peşinden giden biridir ve etrafındaki insanları kırmadığı sürece yolundan da dönmez. Kabul ediyorum; bu işkolik hali ve beraberince gelen daimi anksiyete sağlıksız görünebilir. Ancak Leslie’nin motivi dışarıdan gelen bir ödül mekanizmasına bağlı değil. O, gerçekten de insanlara yardım etmekten mutlu. Bu yüzden ne kadar küçük başladığına takılmadan siyasi kariyerine büyük önem veriyor. Bu da onun aslında sevdiği işi yapmaktan gelen mutluluğunu hayatının her alanına yansıtabilmesine olanak sağlıyor. Leslie Knope, kötü niyetle hareket etmeyen; fakat hareket etmeden de duramayan, alabildiğine optimist ve alabildiğine örnek alınası bir kadın karakter.
Kraliçe Elizabeth (The Crown)
Leslie Knope ne kadar hareket etmeden duramıyorsa Kraliçe Elizabeth de o kadar hareket etmekten sakınan bir kadın karakter. Aslında kendisini bu listeye almak oldukça ilginç, çünkü kendisi halen krallığının başında yer almakta. Fakat onu listedeki tüm kadınlardan ayıran özelliği kendi hayatından, arzularından ve hatta duygularından vazgeçip üstlendiği sorumlulukları yerine getirmede gösterdiği dirayet. Kraliçe Elizabeth bir mimiğiyle dahi dünyayı yerinden oynatma gücüne sahip olmasına rağmen bu gücü taşımada inanılmaz bir erdem göstermekte. Hele ki geçen seneye kadar Amerika’nın nükleer silah şifrelerini elinde tutan insanı düşündüğümüzde Elizabeth’in gücünün sükunetinden geldiğini daha net anlamaya başlıyoruz.
Olaylar karşısında sakin tavırlar alabilmek, aksiyon almadan önce reaksiyonları düşünmek sanmıyorum hiçbirimizin göğsünü gere gere “ben bunda iyiyim” diyebileceği bir meziyet değil. Tabii ki eğer kraliçeyseniz bu meziyetinizi ve daha nicesini parlatmanıza yardımcı olacak insanlara da sahipsiniz demektir. Ancak tıpkı senaryoya uyum sağlamayı başaran oyuncular gibi Kraliçe Elizabeth de altmış dokuz yıldır rolünde ustalaşmış bir kadın. Öte yandan rolünü icra ederken birçok kez duygularını, merhametini, anneliğini yeterince göstermediği konusunda birçok kez eleştirilere de maruz kalmıştır. Fakat söz konusu eleştirilerin kendisine kadın olmasından ötürü yapılmış olduğunu düşündüğümüzde ülkenin başındaki insan dahi olsanız insanların size baktığında cinsiyet yargılarını geride bırakamadığını anlayabiliriz. İyi bir evlat, eş, anne ve hatta arkadaş mıdır diğer dizi karakterleri gibi kesin olarak bilememekle birlikte The Crown’dan izlediğimiz Kraliçe Elizabeth duygularından kaçmadan onları kontrol edebilmenin yolunu bulmuş olan bir üstad olarak karşımıza çıkmakta.
Fleabag (Fleabag)
Fleabag; Londra’da yaşayan ailesi ile sorunlu ilişkilere sahip, arkadaş diyebileceği insanlara sahip olmayan, müşterisi olmayan bir kafeye sahip otuzlu yaşlardaki kadın karakterimiz. Bu açılış pek de örnek alınacak özelliklere sahip bir karakter izlenimi bırakmasa da yaşadığı zorluklara bakış açısı, hatta onlardan kaçış şekli ve daha bir sürü meziyetiyle kendisini takip etmemizi sağlıyor. Fleabag, modern kavramlar ve algılar arasında kendi bildiği gibi yaşamaya çalışan ağzı bozuk, müstehcen ve kural tanımaz biri. Ona ve çevresine zararlı olanlar da dahil tüm kararları ve hareketleri kendisine o kadar ait ki resmen özgür olmanın tanımlıyor. Bununla birlikte zamanla görebiliyoruz ki Fleabag, iki büyük vefatın yarattığı boşlukla başa çıkmaya çalışırken suçluluk duygusunun da getirdiği iç hesaplaşmalara sahip.
Yolunu kaybettiğini ve başına buyrukluğun geldiği gibi yaşayarak düşünmekten, hatırlamaktan kaçmanın bir uzantısı olduğunu anladığımızda aslında bağımsız olmadığını kavrıyoruz. Yine de bağlandığı şeyin dışarıdan dayatılan şeylerden ziyade kendi içinden gelişi ile bir kere daha belki de televizyonda daha önce hiç görmediğimiz kadar sorunlu karakteri ile uğraşan bir kadının yaşamına dahil oluyoruz. Fleabag’in bir diğer önemli noktası ise izlediğimiz hiçbir şey dünyada ilk defa onun başına gelmemesine, milyon tane örneği olmasına rağmen bunları yaşayış şeklinin de ona has olması. Hayat alışıldık karmaşalarla dolu ama Fleabag asla klişe değil. Bu bakımdan Fleabag, yaşadıklarımızda yalnız olmadığımızı ve ne yaşarsak yaşayalım bize özgü olduğunu bir kere daha hatırlatan bir kadın.
Ruth Wilder (GLOW)
Mad Men, The Boys ve hatta Ricky and Morty. Bu dizileri ve benzerlerini bir düşünün. Erkek karakterler toplumsal normların sınırlarını zorlar, empatiden yoksun ve bencildirler. Ahlaki açıdan kendisini muazzam derecede geliştirmesi gereken bu karakterler başrolleri alır ve bizler de oturup merakla yapacakları yeni hataları, “ben böyleyim”leri izler dururuz. Doğru olanı bilmelerine rağmen yaptıkları hatalar sonucu tabii ki kişisel gelişim gösterirler, zira aksi halde tekdüze devam eden sıkıcı senaryo parçaları haline gelirlerdi. Ancak en başta ilgimizi çeken bu karakter gelişimi değildir. Kusurlu düşünce ve davranış şekillerinin sunumu cezbedici gelir ve izleyende ilgi uyandırır. Kabul edelim kadınların kamera arkasında daha aktif ve cesur yer almaya başlamaları bu durumu değiştirdi ama yine de hala yeterli değil ki Ruth Wilder bu listede yerini aldı. 1980’ler Amerika’sında yıldız olmaya çalışan Ruth Wilder, bir türlü rol kapamadığında bir şekilde kendisini Güreşin Muhteşem Kadınları’ndan biri olarak bulur.
Kendisini çevresindeki insanlardan daha üstün gören Ruth, bir yandan da onlar tarafından sevilmek ister ancak üstün görme hali bu durumun en büyük engelidir. Bir diğer yandan aşırı derecede sinir bozucu, benmerkezci, güvensizliklerle dolu bir karakter. Yaptığı hatalardan ve sorunlarından mümkün olduğu kadar uzun süre kaçması da onu antipatik yapan diğer özelliklerden. Ancak listedeki diğer tüm güçlü kadınlar gibi kendini gerçekleştirme konusunda sahip olduğu hırs istese de istemese kendisi ile yüzleşip karakter gelişimine girmesine sebep oluyor. Çünkü her zeki insan gibi o da sürekli aynı şeyleri yaşayarak çukurun dibinde debelenmektense farklı adımlar atmaya çalışıyor. Bölümler bittiğinde hiçbir gerçekçi karakter için “tamam, oldun artık sen” diyemediğimiz gibi Ruth için de diyemiyoruz. Ama kat ettiği yolu, gösterdiği çabayı kutlamadan da geçemiyoruz. Ruth, etrafımızdaki insanların favori kişisi olmasak (ya da olamasak) da hayatın devam ettiğini ve kendimizi iyileştirmek için gidilecek uzun yollarımızın olmasının tamamen normal olduğunu gösteren bir kadın.
Nola Darling (She’s Gotta Have It)
Nola Darling, Brooklyn’de yaşayan Afro-Amerikalı bir sanatçı. Ona sorarsanız kendisini “seks-pozitif, poliamorist bir panseksüel” olduğunu söyler ve ekler “hayır; ucube, seks delisi hele de bir kimsenin malı hiç değilim.” Sadece bu tanım bile ekranlarda görmeye çok da alışık olmadığımız bir kadın karakteri izlediğimizin garantisini veriyor. Sinemada örneklerine rastlasak da televizyon yapımlarında bu şekilde betimlenen kadınlar genellikle kendileri ve çevresi için sağlıksız davranışlarda bulunan ve ana karakterin yardımı ile “düzeltilen” kaotik yan karakterdir. Nola ise bu düşünceye net bir şekilde orta parmağını kaldıran bir kadın. Yaşadığı hayattan kesinlikle utanmadığı gibi kimseden herhangi bir şey sakladığı da yok.
Aynı isimli 1986 yılına ait filmin uyarlaması olan Netflix dizisi’nin baş karakterinin bu tavrı, filmin yayınlandığı dönemde de günümüzde de “Hayatını bir erkek gibi yaşıyor” şeklindeki cümlelerle tanımlanmakta. Toplum algısının geçen yıllara ve değişen toplumlara rağmen halen kağnı hızında yol aldığını gösteren bu cümlelere karşın Nola, hayatı ne bir erkek ne de bir kadın gibi yaşıyor. Nola’nın hayatı onun; cinselliği, sanatı, geliştirmesi gereken yönleri ve diğer her şeyi onun. Gerekli gördüğü değişiklikleri kendi gerekli gördüğü zaman yapan Nola, sırf algılara uysun, etrafındaki insanların (özellikle de erkeklerin) egoları zarar görmesin diye kendisinden ödün vermeyi reddeden bir karakter. Bununla birlikte belirli konular dışında kendisini oluşturan şeylerin ne olduğundan da hala emin olmayan Nola bir yandan da kendini tanıma çabasına halen devam etmekte. Kendi hayatını başkalarına dayatmadan ama kimsenin de kendi hayatı üzerinde tahakküm kurmasına müsaade etmeyen Nola Darling kayda değer bir kadın karakter.
Annie Easton (Shrill)
Portland’da yaşayan ve yazarlık Annie Easton “kilosunu değil, hayatını değiştirmeyi amaçlayan şişman bir kadın”. Annie’nin bir yandan kariyerine odaklanırken bir yandan vasat niteliklere sahip erkek arkadaşı ile olan ilişkisini toparlama çabası, mükemmeliyetçi bir müdürle uğraşırken bir yandan da aile sorunları ile başa çıkma çabası hiçbirimize yabancı olmayan mücadeleler. Ancak Annie bunları belirli vücut ölçülerine ve yüz hatlarına sahip olmanın övüldüğü bir dünyada büyük beden reyonundan giyinen bir kadın olarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Durum böyle olunca dizi boyunca, annesi dahil, Annie’ye bakan birçok insanın onu direk “şişman” olarak etiketlemesini ve onun bu etiketi alıp “eee…ne olmuş?” diyebilme çabasını izliyoruz.
Hali hazırda gayet zeki, çalışkan, sempatik ve güçlü bir kadın olan Annie, fiziksel görünüşümüzle ilgili kararların yalnızca bizim tarafımızdan alınabileceğini ve başkalarının bu konudaki fikirlerinin gayet lüzumsuz olduğunun altını çiziyor. Ancak kendisiyle barışık olma çabası iş hayatı, arkadaşlık ilişkileri gibi birçok alanda nispeten kolay olsa da romantik ilişkilerde muazzam zor bir şeye dönüşüyor. Annie’nin erkek arkadaşı gerçekten aşırı az efor sarf eden, düzgün bir sevgili olabileceğine dair ekmek kırıntıları bırakan baya büyük bir hayal kırıklığı. Annie’ninki kilosuyla alakalı olsa da birçok kadın özgüven eksikliğinden bu tür sevgiliden ayrılması gerekirken “bir şans daha” diye diye ilişkisini sürdürmüştür. Bu noktada ise Annie, çeşitli sebeplerle içten içe sevilmeye yeterince layık olmadığını, bir eksikliği olduğunu düşündüğü için bulduğu ile yetinen her kadının ne yapmaması gerektiğini göstermekte. Tatmin olmadığımız hiçbir durumda, hiçbir ilişkide kalmak zorunda değiliz. Hayatımızın her alanında tutarlı bir görünüme ve düşünce yapısına sahip olamayacağımızı ve bunun normal olduğunu abartısız şekilde gösteren Annie kayda değer bir kadın karakter.
Beth Harmon (Queen’s Gambit)
Beth Harmon, annesini kaybetmiş ve çocukluğunu yetimhanede geçirmek zorunda kalmış bir kadın. Kaldığı yetimhanenin hademesi William Shaibel’den satranç öğrenmesi ile hayatı değişir. Annesinin ölümüne tanık olmuş olan Beth, evlat edindiğinde çoktan yetimhanede verilen ilaçlara bağımlı olmuş, ilişki kurmada güçlük çeken, dahi derecesinde zeki genç bir ergendir. Hayatının hiçbir anında kontrol kendisinde olmadığından mütevellit satranç ona oldukça cazip gelir. Yeterince düşünürse (ya da ilaç alırsa) tüm hamleleri kafasında çözebilecek ve hiçbir sürprizle karşılaşmadan en azından bu konuda galip olabilecektir. Dolayısıyla öncelikle ilgi olarak başlayan satranç Beth için kısa sürede tutku haline gelir. Beth’in tutkusunun peşinden kararla gitmesi o dönem alışıldık bir kadın davranışı değildir.
Zira kariyer, kazanç, tutku gibi kavramlar; “duygusal”, “narin”, “feminen” gibi kelimelerle betimlenmeyen erkeklere yaraşan kavramlardır. Hele ki kadınların zeki ve başarılı olması görülmüş bir şey değildir. Kadın evlenmeli, güzel görünmeli, çok ses etmemeli ve çocuk bakmalıdır. Kariyer ise “….yani işte…uğraş olsun” noktasında değerlendirilir. Ancak Beth’in dönemin algılarıyla kesinlikle işi yoktur. O, kendi yoluna odaklanarak tüm bu erksel kalıpların arasından geçerek başarıya ulaşır. Arasından geçerek diyorum çünkü ne kadar maç kazanırsa kazansın hala kıyafetleri hakkında sorular almakta ve hala gazetelere “Tüm Kadınlar Aptal Değilmiş” gibi başlıkların atılmasına tanık olmaktadır. Yine de kendinden, potansiyelinden emin şekilde önüne bakar. Karakteristik olarak da kadınlar için “normal” karşılanmayan birçok tavra ve duyguya sahiptir. Mesela soğuk, gaddar, inatçı olabilir. Aklına geleni geldiği gibi gayet de antipatik olacak şekilde dile getirebilir. Fakat “kadın” olmak değil de “insan” olmak ve başarılı olmak önceliği olduğu için yine toplumun algılarına değil kendisine sadık olmayı seçer. Kısacası seri boyunca gösterdiği gelişim bir yana, sadece bu sebeplerden ötürü bile Beth Harmon, kutlanması gereken bir kadın karakterdir.