Bu dünyada ne kadar yalnız değilsek o kadar da yalnızız aslında. İçimizde bir yerlerde yalnızlığı seven bir tarafımız da var tabii ama getirdiği melankoliden de kaçış olmuyor. Bazen yalnız hissettiğimizde sevdiğimiz şarkılara, filmlere , kitaplara sığınırız bazense hayaller kurarız sadece. Hepimizin sığındığı bir şeyler var. Bu listeyse filmlere sığınanlara. Gecenin bir saati yalnız hissettiğinizde, kendinizi bulabileceğiniz karakterleri barındıran 8 filmi listeledik. Bazısı ufak tefek umutlar veriyor hayata dair, bazısı yaşanan acıyı tatlandırıyor, bazısı ise sadece güvende hissettiriyor.
“Beni anlamıyorlardı. Zarar yok. Zaten beni, daha kimler anlamadı. Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok.”
Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken
Medianeras (2011) yön. Gustavo Taretto
Martin, günlerini evde web tasarımı yaparak geçiren agarofobi rahatsızlığı (güvenli alanından çıkma, sosyalleşme korkusu) olan bir adamdır. Tedavi sürecinde yavaş yavaş dışarı çıkmaya başlar. Marina ise kendi işini yapmayan bir mimardır. İkisi de uzun ilişki sonrası yalnızlık yaşamaktadırlar. Film boyunca karakterlerin birbirleriyle ne kadar ortak noktaları olduğunu, hatta yan apartmanlarda oturduklarını görüyoruz. Ne kadar ortak mekanlarda bulunsalar da birbirleri ile bir türlü karşılaşamıyorlar. Aşka karşı umutları kalmamış ve kendilerini izole etmiş iki insan. Marina çalıştığı mağazadan getirdiği cansız mankenle, Martin ise kendisini terk eden eski sevgilisinden kalan köpeği ile yalnızlığını gidermeye çalışıyor. Buenos Aires şehrinin mimarı planlamalarıyla açılan film, modern dünyanın yalnızlaştırdığı insanı en iyi şekliyle gözlemliyor. Özgün tarzı, yalnızlık temasını şehri ve yaşama şekillerini ele alışı ile en derinlerine kadar hissettiriyor izleyiciye. Karakterlerde kendimizden bir şeyler bulmamak imkansız. Filmin sonunda ise klişeye kaçmadan küçük bir umut ışığı bırakıyor bizlere. Medianeras, sıkışmış duyguların karmaşıklığını, modern dünyadaki iletişim kopukluğunu, yalnızlığımızdan kaçışımız için aşkı arayışımızı en güzel detaylarıyla ele alan, kurduğu analojiler ile kendine hayran bırakan bir film.
Let Me Go (2010) yön. Mark Romanek
Kazuo Ishiguro’nun aynı isimli romanından uyarlanan Never Let Me Go, organlarının bağışlanması için klonlanarak dünyaya getirilen Ruth, Tommy ve Kathy isimli üç arkadaşı merkezine alıyor. Hikaye, bu üç arkadaşın başkalarının yaşamı için öldürülecek olmalarının bilincinde olmalarının getirdiği duygular bir yana birbirlerine karşı hissettikleri karışık duyguların çevresinde gelişiyor. Distopik bir dünyada geçen filmde karakterlerin ne bir aileleri, ne bir işleri, ne aldıkları gerçek bir eğitim, ne de kendi seçimleri ile oluşan bir hayatları var. Hayal bile kuramıyorlar, kurabildikleri en egzotik hayal bir ofis çalışanı olabilmek. Doğumlarından itibaren yetiştikleri okulda nasıl iyi bir bağışcı olunacağı öğretiliyor. Yaptıkları eylemleri izledikleri dizi ve filmlerden kopyalayabiliyorlar çünkü yetiştikleri gerçek bir yaşam ortamı yok. Hayatları boyunca yetiştikleri yurt, hastaneler ve bağışcılık için gönderildikleri evlerden ibaret yaşam alanları. Ve muhtemelen dünyanın kenara itilmiş insanlarından klonlanmış olan bu “insanlar” ofiste çalışan herhangi birinin klonu olma ihtimallerinde bile değer duygusunu arayabiliyorlar. Never Let Me Go, değersiz görülen, yalnızlaştırılan ve dünyadan izole edilen “klonlanmış karakterlerin” aslında gerçek bir insandan hiçbir farkının olmadığını üç arkadaşın kendi aralarında ki ve bulundukları duruma olan çaresizliklerine karşı gösterdikleri çatışmalar ve duygu durumlarını naif anlatımı ve karanlık atmosferi ile izleyiciye sunuyor.
All of Us Strangers (2023) yön. Andrew Haigh
Başrollerini Paul Mescal ve Andrew Scott’ın paylaştığı film, kişisel ve toplumsal izolasyonun, travmatik bir geçmişin getirisi ile yalnızlığın derinlemesine portresini çizerek izleyiciye son derece kişisel bir deneyim sunuyor. Eşcinsel bireylerin iç dünyasında yaşadıkları travmaları anlatırken, her kesimden izleyici ile derin bir empati bağı kurabiliyor. Kentsel yaşam tarzı, kültürel farklılıklar, sosyal ilişkilerdeki iletişimsizliğin; insanın kendi ile başbaşa kalması gerektiği anların ve ister istemez gelişen izolasyonun getirisi olan yalnızlığı Adam ve Harry karakterleri üzerinden çok başarılı şekilde anlatıyor. Geçmişte ailesi ile kuramadığı bağ, Adam’ın yalnızlığında kabuslarına dönüşüyor. Travmaları ile boğuşurken bir yandan Harry ile aşkı keşfedişini izliyoruz. All Of Us Strangers, atmosferi ve hikayesiyle izleyiciyi kendi karanlığına doğru sürükleyen, duygusal yükü ağır bir film. Günümüz Londra’sında yeni yapılmış ve neredeyse boş olan bir binanın apartmanında yaşayan Adam, daha önce uzaktan gördüğü komşusu Harry ile tanışır. Adam bir yandan geçmişten kalan aile travmaları ile boğuşurken diğer yandan Harry ile aralarında bir birliktelik filizlenir.
Kuolleet lehdet (2023) yön. Aki Kaurismäki
Film, Helsinki’de bir gece karşılaşan ve hayatlarının aşkını arayan iki içine kapanık işçinin hikayesini konu alıyor. Karakterler, hayatın akışında yalnız başlarına ilerlerken, ufak tefek şeylere tutunmaya çalışıyorlar. Radyoda film boyunca arka planda dinlediğimiz Ukrayna-Rusya savaşı haberleri ve dönemin sosyolojik durumu, karakterlerin yaşam tarzları ve dönemle bütünlük sağlıyor. Kullanılan müzikler karakterlerin iç dünyasına dair bilgi veriyor izleyiciye. Karakterler sessizce içkilerini yudumluyor, sakince etrafı izliyorlar. Kendi hallerinde yaşamlarında bir hareket olmasını bekliyorlar. Birbirleyle ilk karşılaşmalarında telefon numaralarını almayı akıl edemiyorlar, sonraki karşılaşmalarında alıyorlar fakat kadının adama verdiği numara kayboluyor. Kadın bekliyor, adamsa kadını eski çalıştığı yerde arıyor. Ne yaşanırsa yaşansın karakterler kendilerine geleni hep kabulleniyor. Aşırılıktan uzak, minimal hayatlar, minimal tepkiler ve kabullenişler… Aki Kaurismäki’nin imzasını taşıyan film, renk paleti, atmosferi ve zaman zaman kullanılan absürd mizah ögeleriyle sakin dünyasına izleyiciyi çekmeyi başarıyor.
Paris, Texas (1984) yön. Wim Wenders
Wim Wenders’ın başyapıtlarından biri olan Paris Texas, toplumdan izole hale gelmiş olan Travis’in, abisinin daveti üzerine ailesi ve toplumla yeniden bağ kurma çabasını konu ediyor. Toplumun medeni kurallarını reddeden Travis, içine kapanıktır, derdi çoktur fakat dertlerini yalnızca geçmekten yorulmadığı ıssız yollarla paylaşır. Abisinin daveti ile kendi oğlu ile de yeniden bağ kurmaya başlayan Travis, bu sefer eski eşini bulmak için yollara düşmeye karar veriyor. Bir yere varmak için değil, yürümek için yürüyor ıssız yollarda. Filmin ilk yarım saati hiç konuşmuyor. Eşi ile ayrıldıktan sonra geçmişini çöpe atmış ve dört yıldır da medeniyete yaklaşmamış. Oğlu farklı bir yerde, eski eşi Jane farklı bir yerde, kendisi farklı bir yerde yaşam mücadelesi veriyor. Konuştuğu dili unutmuş, topluma dair en temel kavramları, en önemlisi kendi geçmişini silmiş hafısazından. Abisinin evindeki dergilerde “Baba” kelimesini arıyor baba kelimesinin anlamını kavrayabilmek için. Konuşmayı unutmuş olan Travis bir gün Jane’e rastladığında, işte o zaman susmak bilmiyor. “Paris,Texas”, atmosferiyle, karakterlerin gerçekciliği ve işleniş şekli ve diyalogları ile izleyeninde en iz bırakan filmlerden biridir benim için.
“Onu görmeyi o kadar çok istiyorum ki artık hayal etmeye cesaret edemez oldum.“
Buffalo ’66 (1998) yön. Vincent Gallo
Vincent Gallo kendi yazıp yönettiği filmde aynı zamanda Billy Brown karakterini canlandırıyor. 1998 yapımı olan film, çekim tekniği bakımından kendine özgün bir tarz barındırıyor. Anlatı olarak herhangi bir kalıba sıkıştırmıyor seyirciyi, yaşananları olduğu gibi kabul ettiriyor. Aslında masum olmasına rağmen beş yıl hapis yatan Billy Brown, hapisten çıktığında ilk iş olarak ailesine nişanlısı olarak tanıtacağı bir kız bulmalıdır. Ailesinin hapis yattığından haberi yoktur ve Billy’nin kendilerine gönderdikleri mektuplar sayesinde uzaklarda güzel bir hayat yaşadığını düşünmektedirler. Billy, nişanlısı olarak davranması için Layla’yı kaçırır. Sevgisiz bir Amerikan ailesinde yetişen Billy duygularını dışarı vurabilen biri değildir pek. Bu özelliği Layla’ya karşı da ilgisiz ve sert olmasına sebep olur. Fakat hiç beklemediği bir şekilde Layla’dan ilgi görür ve film boyu kendi kaçırmış olduğu Layla’nın yakınlığından kaçınır. İlgisiz bir ailede büyümesi, çevre koşulları, geçmişten gelen başarısızlıkları ile Billy kendisine karşı hayal kırıklığı yaşamaktadır. Layla’ya karşı çekingen tavrını Layla’nın bir anne şefkati ile yavaş yavaş kırma çabasını izleriz. Çocuksu bir hüzün ve kırgınlıkla baş başa bırakıyor film bizi.
Inside Llewyn Davis (2013) yön. Joel Coen, Ethan Coen
2013 yapımı Inside Llewyn Davis, folk müziği sanatçısı Dave Van Ronk’un yaşamından esinlenerek Coen kardeşler tarafından beyaz perdeye aktarıldı. New York’un Manhattan semtinde müzik endüstrisinde kariyer yapmaya çalışan genç bir sanatçı olan Llyewyn Davis’in hikayesine odaklanan film, “Tutunamayanlar”dan olan Llewyn Davis’in yalnızlığı, yabancılaşması ve sektördeki mücadelesini konu alıyor. 1961 kışında geçen filmde, Davis’in yakın arkadaşı Mike’in intiharının ardından yalnızlık hissi daha da derinleşiyor. Başını sokacak bir yeri olmadığı için karanlık barlarda, dar ve ıssız apartman dairelerinde, soğuk arka sokaklarda sürüklenirken, yatabileceği bir kanepe arıyor. Kariyerinde tutunmaya çalışırken pek çok aksilik ve terslik çıkıyor karşısına. Ne kadar iyi bir müzisyen olduğuna inanırsa inansın, folk camiaların ücra köşelerinde çalarak az biraz para kazanmaktan ileri gidemiyor başarı öyküsü. Lleywn Davis’in “Başarısızlık” öyküsünü izlerken, içinde bulunduğu yalnızlığa, umutsuzluğa tanık oluyoruz ve biraz da kendimizi buluyoruz kendisinde. İçinde kara mizahta barındıran film diyaloglarıyla, derinliğiyle, sinematografisi ve her yönü ile bir Coen filmi. Oscar Isaac’in başarılı performansı, keyifli folk müzikleri ve yarattığı atmosfer ile izleyiciye son derece tadında bir deneyim sunuyor.
Lilya 4-ever (2002) yön. Lukas Moodysson
Sovyetler Birliği’nde annesi ile yaşayan Lilya, sevgilisi ile Amerika’ya gidecek olan annesi tarafından terk edilir. Başta düzenli olarak para göndereceği sözünü vererek Lilya’yı atlatmaya çalışan annesinin 16 yaşındaki kızını yasal olarak evlatlıktan reddettiğini öğreniriz. Amerika’ya yerleşme hayalleri kuran Lilya bir anda Sovyetler Birliği’nde küçücük bir apartman dairesinde, beş parasız ve kimsesiz kalır. Evinde önüne oturup dua ettiği küçük bir tablo vardır. Ne yaşarsa yaşasın inancını kaybetmez ve o tabloya sığınır. Kötü arkadaş çevresi tarafından zorbalığa uğrar, üzerine iftira atılır ve her seferinde daha da yalnızlaştırılır Lilya. Kendisine Volodya adında bir arkadaş edinir. 12 yaşındaki Volodya sokaklarda yaşamaktadır. Lilya’ya aşıktır, Lilya ise onu kardeşi gibi sever. Beraber hayaller kurarlar. Volodya’nın büyük hayali güzel bir basket topu ile güzel bir sahada basketbol oynamaktır, onun da hiç arkadaşı yoktur. Lilya’nın hayali ise Volodya’yı da alıp güzel bir yerde güzel bir hayat yaşamaktır. Annesinin kendisini terk edişi ile beş parasız ve kimsesiz kalan Lilya, hayat kadınlığı yapmak zorunda kalır. İlk iş gidip Volodya’ya bir basket topu alır. Lilya bir gün “Beyaz Atlı Prensi” ile tanışır. Bu adam kendisinden cinselliğe dair hiçbir şey istemez, onu sadece olduğu kişi için sever. Onun için İsveç’te güzel bir iş ve iyi bir hayat vadeder. Lilya sonunda hayallerine kavuşacağını düşünürken, hayatı daha da içinden çıkılmaz korkunç bir trajediye dönüşür. Ne yaşarsa yaşasın filmin sonuna kadar önünde dua ettiği tabloya sığınmaya devam eder Lilya. Fakat bir noktada dünyanın karanlık acımasızlığı bir çocuğun daha hayallerini çalar elinden. Hayatın iğrenç gerçeklerini son derece gerçekçi bir anlatım ile gözler önüne sererken, zaman zaman sürreal bir anlatı da kullanıyor Lilja Forever. Uyandırdığı hisler ve izleyicinin yüzüne vurduğu gerçekler ile en iç acıtan filmlerden biridir.