“Ben inatçıyım. Savaşmak zorundayım. Stüdyolar, yaratıcı süreçte ortağınız olmak istiyor. Bu yüzden finansmanımın çoğunu yurtdışında buluyorum. Paranın bana senaryolarım hakkında not vermesine izin vermiyorum. Sette paraya izin vermiyorum. Kurgu odasında paraya izin vermiyorum”
Jim Jarmusch
Modern Bağımsız Amerikan Sineması’nın simge isimlerinden Jim Jarmusch’un bu sözüyle sektöre bakış açısını anlamak mümkün. Nitekim usta yönetmen ‘bağımsız sinema’ kavramını rahatlıkla karşılayan filmografisini, film endüstrisinin dev markalarının gölgesinde kalmadan özgürce hareket etmeye borçlu. Filmin yapımcının cebini dolduracak bir araç olmadığının altını çizen Jarmusch, prodüksiyonun yalnızca filme ve içeriğe hizmet etmesi gerektiğini savunur. Kitle kültürünü ve ana-akımları takip etmez, özgün tarzı ve aykırı duruşuyla kendi sinema dilini yaratır. “Hayatın konusu yoktur, filmlerin ya da kurgunun neden olsun ki?” diyerek filmlerini bir konu etrafında şekillendirmekten ziyade karakterler etrafında şekillendirmeyi tercih eder.
Bu karakterler bazen ülkenin ıssız ve kasvetli topraklarında gezer, bazen de sınırları aşar; onları mistik Tangiers sokaklarında salınırken ya da Helsinki’nin donmuş caddelerinde araba kullanırken görürüz. Oyuncu seçimlerini güvendiği isimlerden yapar ve karakterleri bu kişilerin üzerine elbise gibi oturacak şekilde titizlikle inşa eder. Kalıplara sığmayan insanların sıradan hikayelerini anlatır; ancak bunu özgün bir mizah anlayışına dayanarak, minimalist ve yalın bir anlatıyla sağlar. Müzik seçimleri de en az karakterler kadar önemlidir ve yönetmenin tarzını başarıyla yansıtmaktadır. John Lurie, Iggy Pop ve Tom Waits gibi ünlü müzisyenler yönetmenin yakın arkadaşları olduğu gibi hem oyunculukları hem de müzikleri ile filmlerine hayat verir.
Öyle ki kariyeri bir bakıma müzik ve sinemanın alternatif bir harmanıdır: Neil Young, The Raconteurs ve The Stooges gibi ünlü müzisyen/müzik gruplarının klip ve belgesellerini çektiği gibi, lutist Jozef van Wissem ve avangard-rock grubu SQÜRL ile albümler çıkarmıştır. “Hiçbir şey orijinal değildir” diyen usta yönetmen, sanatçının hayatta var olanı kendi yaratım gücüyle yeniden yorumlayarak bizlere sunduğunu savunur ve Jean-Luc Godard’ın “Nereden aldığınız değil, nereye götürdüğünüz önemlidir” sözünün arkasında durur. Bizler de karizmatik yönetmenin hayatından ve kariyerine yön vermiş 10 önemli filminden bahsetmek istedik:
James Robert Jarmusch, 1953’te Ohio’da üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi bir dönem Akron Beacon Journal’da film ve tiyatro eleştirileri de yazmış bir sinema aşığıydı, oğlunu da küçük yaşlardan itibaren beraberinde sinemaya götürdü. Büyükannesinin teşviğiyle edebiyata da ilgi duymaya başlayan usta yönetmen, gençliğini William Burroughs, Jack Kerouac gibi yazarların yapıtlarını okuyarak ve arthouse filmlerin gösterildiği yerel sinemada vakit öldürerek geçirdi. Sonrasında Northwestern Üniversitesi’ne gazetecilik okumaya giden Jarmusch, burada istediğini bulamadığını düşünüp edebiyat ve sanat tarihiyle ilgilenebileceği Columbia Üniversitesi’ne geçti. Ünlü edebiyat profesörlerinden ders aldı ve okulunun sağladığı değişim programından faydalanarak Paris’e taşındı. Burada Cinémathèque Française’i keşfetti. Ozu, Mizoguchi, Bresson ve Dreyer gibi ustaların filmlerini izleyip, dünya sinemasını yakından tanıdıkça asıl tutkusunun bu olduğunu anladı.
Ülkesine dönüp mezun olduktan sonra bir süre müzisyen olarak çalışan Jarmusch, hayatının ilerleyen döneminde sinema hakkında neler yapabileceğini düşündü. Sonunda New York Üniversitesi’nde lisansüstü eğitim almaya karar verdi ve film yapımcılığı üzerine çok şey öğreneceği dört yıllık eğitimi başladı. Bu süre zarfında hem partneri Sara Driver hem de sonrasında filmlerinde iş birliği yapacağı Howard Brookner, Spike Lee gibi isimlerle tanıştı. Eğitiminin son yılında Lightning Over Water filminin çekimleri için hocası Nicholas Ray’in kişisel asistanlığını yaptı ve Wim Wenders ile tanışma fırsatı yakaladı. Sonrasında Louis B. Mayer Foundation tarafından verilen bursunun kesilmesine ve eğitimini yarıda bırakmasına neden olacak ilk filmi Permanent Vacation’ı çekmeye başladı.
Permanent Vacation (1980)
Yönetmenin öğrenci bursunu kullanarak oldukça küçük bir bütçe ile çektiği film, kendini ‘kalıcı bir tatildeki turist’ olarak tanımlayan, Charlie Parker hayranı 16 yaşındaki Allie’nin birkaç gününü anlatır. Film evinde basit bir yatağı ve aynadan başka pek bir eşyası olmayan kız arkadaşının evinde başlar; yıkıntıları arasında volta attığı kasvetli New York sokaklarında devam eder. Birbirinden kopuk ve ilginç diyalogların yön verdiği film, aynı zamanda yönetmenin John Lurie ile sürecek uzun süreli iş birliğinin başlangıcı olmuştur.
Stranger Than Paradise (1984)
Jarmusch’un yine John Lurie ile yola çıktığı ikinci filmi, tarzını başarıyla yansıttığı keyifli bir yol filmidir. Nitekim diğer iki başrolü de müzisyenlerden seçmiştir: Richard Edson Amerikan rock grubu Sonic Youth’un eski davulcusu, Eszter Balint de ünlü bir keman sanatçısıdır. Bahsettiğimiz üç ana karakter Brooklyn’de yaşayan Willie, kuzeni Eva ve arkadaşı Eddie’dir. Willie bir gün halasından telefon alır; Macaristan’da yaşayan kuzeni Eva Amerika’ya taşınacaktır ve bir arkadaşı ile yaşamaya başlamadan önce birkaç günlüğüne kalacak bir yere ihtiyacı vardır. Halasının teklifini gönülsüzce kabul eden Willie, günler geçtikçe Eva’nın etrafta olmasından hoşlanmaya başlar ve sonunda Cleveland’a taşındığında büyük bir boşluğa düşer. Arkadaşı Eddie ile beraber yola düşerler ve Eva’yı tekrar görebileceği Cleveland’a varırlar. Soğuk ve sıkıcı buldukları Cleveland’ın ardından yolculukları Florida’ya uzanır. Temponun yavaş aktığı, plan sekanslarının ve sabit kameranın çokça kullanıldığı bu siyah-beyaz filmi çekerek risk alan yönetmen; emeğinin karşılığını Cannes’dan Golden Camera ve Ulusal Film Eleştirmenleri Birliği’nden En İyi Film ödülleri ile dönerek almıştır. Modern bağımsız sinemanın kilometre taşlarından sayılan film Entertainment Weekly’nin ‘Top 50 Kült Film’ ve Empire’ın ’50 Büyük Bağımsız Film’ listelerinde yer almaktadır. Aynı zamanda Akira Kurosawa’nın en sevdiği filmler arasında yer bulmuştur.
Down by Law (1986)
Yönetmenin üçüncü uzun metrajında John Lurie’ye ünlü müzisyen Tom Waits ve İtalyan aktör Roberto Benigni eşlik etmekte. Film Zack, Jack ve Bob ismindeki üç suçlunun hapishane günlerini, kaçış planlarını ve sonrasını anlatır. Zack ve Jack’in soğuk duruşlarına ve tüm geçimsizliklerine rağmen Bob’un zar zor konuştuğu İngilizcesi ile arabuluculuk yapmaya çalıştığı bu siyah beyaz yapıt; muhteşem kurgusu, eğlenceli diyalogları ve göz dolduran sinematografisiyle benzerlerinin arasından kolaylıkla sıyrılıyor. İletişimsizlik, amaçsızlık ve boşluk hissini başarıyla yansıtan, Waits ve Lurie’nin besteleri ve Jarmusch’a özgü mizah anlayışı ile harmanlanan film izleyicisine oldukça keyifli bir seyir vadetmekte.
Mystery Train (1989)
Yönetmenin bir Elvis Presley güzellemesi olan dördüncü uzun metrajında, Arcade Hotel ve çevresinde gelişen üç farklı hikâye anlatılır. İlk hikâye “Far from Yokohama” şehri gezmeye gelen ve otelde konaklayan Elvis hayranı bir Japon kadın ve sevgilisini ele alır; genç Mitsuko ve Jun trenle kasabaya gelir, Presley’inin hayatında yer eden mekanları gezer, Sun Records’u da görerek kasabadan ayrılmayı amaçlarlar. İkinci hikâye “A Ghost” İtalyan dul Luisa ve odasını paylaşmak durumunda kaldığı İngiliz Dee Dee’yi konu alır. Luisa eşinin cenazesini İtalya’ya götürmeyi planlayarak biraz dinlenmek istese de kısa bir süre önce sevgilisi Johnny’den ayrılmış olan Dee Dee’nin çenesinden kurtulamaz. Son hikâye “Lost in Space” de önceki kısımda ismini sıklıkla duyduğumuz Johnny’i konu alır. Elvis olarak da çağırılan karakterimiz işini ve kız arkadaşını kaybetmenin üzüntüsü ile suç işler, sonrasında da yaptığının sonuçlarından korkarak arkadaşı Will Robinson ve kız arkadaşının kardeşi Charlie ile otele sığınır. Mystery Train farklı ülkelerden oyuncuları barındırdığı çok renkli kadrosuna ek olarak Japon devi JVC’den destek alan ilk Amerikan bağımsız filmi olma özelliğini de taşıyor. Filmin kadrosuna baktığımızda da pek çok yıldızın yer aldığını görüyoruz: Resepsiyonda parlak kırmızı ikonik takımıyla karşımıza çıkan Amerikan müzik efsanesi Screamin’ Jay Hawkins, Johnny rolünde The Clash grubunun frontmani Joe Strummer, Charlie rolünde Steve Buscemi, istasyon görevlisi rolünde Rufus Thomas ve radyodaki karizmatik sesiyle filme katkıda bulunan Tom Waits.
Night on Earth (1991)
Yönetmenin beşinci uzun metrajında beş farklı dünya şehrinde taksi yolculuğuna çıkıyoruz: Los Angeles, New York, Paris, Roma ve Helsinki. Beş şehrin karakteristik özelliklerini başarıyla öne çıkaran filmin her bölümünde geçtiği ülkenin ana dili konuşuluyor. Filmle aynı isme sahip, bölüm başlangıçlarında kulağımıza çalınan soundtrack de Tom Waits’ın eseri. Oyuncu kadrosu da yönetmen tarafından özenle seçilmiş: Los Angeles bölümünde aralarındaki tüm sınıf farkına rağmen keyifli bir diyalog kurmayı başaran sürücü Corky ve müşterisi Victoria Snelling’i izliyoruz. Karizmatik ve snop tavırlarıyla izlediğimiz Victoria Snelling rolünü Gena Rowlands canlandırırken, kast seçimlerine girme teklifine sıcak bakmayıp, kendi küçük dünyasında kalmak isteyen Corky’i Winona Ryder canlandırıyor.
New York bölümünde Doğu Almanyalı göçmen Helmut ve müşterisi YoYo’nun iç ısıtan öyküsünü izliyoruz. YoYo evine giderken aracı kendisinin kullanmasını daha doğru buluyor ve direksiyona geçiyor, devamında erkek kardeşinin eşi Angela’nın da aralarına katılması ile yolculukları daha da tebessüm ettiren bir hal alıyor. Bu mükemmel üçlüyü Armin Mueller-Stahl, Giancarlo Esposito ve Rosie Perez canlandırmış. Kamerayı Avrupa’ya çevirip Paris bölümüne geldiğimizde yazılmış en marjinal hikayelerden birine tanık oluyoruz. Taksisine kabul ettiği kör kadına yarı şakacı-yarı cüretkâr sorular soran ve karşılığında hakkettiği cevapları alan taksiciyi Isaac de Bankole canlandırırken, verdiği tokat gibi cevaplarla karşı tarafın şekilciliğini ve yüzeyselliğini de yüzüne vuran müşterisine Beatrice Delle hayat veriyor.
Roma bölümü serinin kalanındaki hüzünlü havadan oldukça uzak geçiyor. Taksisine kabul ettiği müşterinin papazın olduğunu görünce günah çıkarmaya başlayan çenesi düşük taksici, anlattıklarıyla sınır tanımıyor ve sıra dışı cinsel hayatını en rahatsız edici ayrıntıları ile anlattıkça, tüm bu duydukları papaz için çok ağır geliyor. Eğlenceli gevezeliği ile taksici rolünde Roberto Benigni’yi izlerken ona papaz rolünde Paolo Bonacelli eşlik ediyor. Helsinki bölümünde Jarmusch’un yakın arkadaşı ünlü Fin yönetmen Aki Kaurismaki’nin etkilerini açıkça görebiliyoruz, nitekim taksicinin isminin kardeşi Mika Kaurismaki’den geliyor olabileceğini de tahmin edebiliriz. Mika’nın taksisine aldığı sarhoş işçilere anlattığı dokunaklı hikâyeyi dinlerken, Kaurismaki filmi izliyor hissine kapılmak çok olası; Mika’yı canlandıran Matti Pellonpää da bunda büyük bir role sahip.
Dead Man (1995)
Yönetmenin Johnny Depp, Gary Farmer, John Hurt, Iggy Pop ve Alfred Molina gibi ünlü isimlerle çektiği Dead Man; yönetmenin en yüksek bütçe ayırdığı, müthiş sinematografisine Neil Young bestelerinin eşlik ettiği ve ünlü şair William Blake’in dizelerinin renk kattığı son derece başarılı bir dönem filmi. Çekimlerden önce titiz bir araştırma yapan Jarmusch, Amerikan yerlilerinin kültürü hakkında fazlaca materyal incelemiş ve ‘klişe’ bir portre çizmekten kaçınmış. Cree ve Blackfoot dillerinin konuşulduğu kısımlarda diğer yabancı dil konuşulan filmlerinde olduğu gibi altyazı veya çeviri kullanmayan yönetmen aynı zamanda Cayuga kökenli Gary Farmer ile çalışmayı tercih etmiştir.
Ünlü şairle aynı ismi taşıyan baş karakterimiz William Blake bir muhasebecidir ve her şeyi arkasında bırakarak, yeni işine başlamak üzere içinde büyük bir fabrika bulunan kasabaya gelir. Pozisyonu çoktan doldurulduğu için bir anda işsiz ve parasız kalan Blake, fahişe Thel Russell ile tanışır ve evine davetini kabul eder. Burada Thel’in eski sevgilisi Charlie ile karşılaşan Blake, Charlie’nin silahından çıkan kurşundan kurtulur ve Thel’in silahıyla karşı ateş açarak onu öldürür. Yaralı bir şekilde kasabadan kaçan ve başına ödül konulan Blake için tehlikeli bir kovalamaca başlar: en tehlikeli insan avcıları peşinden gönderilir. Blake’in bu noktada şansı yerli Nobody ile tanışması ile yaver gitmeye başlar: ünlü şairin reenkarnasyonu olduğuna inanan Nobody onunla yolculuk yapmaya karar verir.
Ghost Dog (1999)
Jarmusch’un en sıra dışı filmlerinden biri olan Ghost Dog, Hagakure isimli kitaptan öğrendiği samuray öğretilerinin peşinden giden ve geçmişte hayatını kurtaran efendisi Louie uğruna ölmekten çekinmeyecek bir baş karaktere sahip. Louie’nin mensup olduğu mafyanın adam öldürme işleriyle geçinen Ghost Dog, kalan vaktini mafyayla haberleşmek için kullandığı güvercinleri besleyerek ya da parkta dondurma satan arkadaşı Raymond’la sohbet edip satranç oynayarak geçirir. Halbuki Raymond sadece Fransızca, Ghost Dog ise İngilizce bilmektedir. Zamanla bu ekibe Ghost Dog’un ‘Rashomon’ kitap önerisiyle arkadaş olduğu Pearline da katılır. Louie tarafından yerel mafya lideri Vargo’nun kızıyla birliktelik yaşayan Frank’i öldürme görevi verilen Ghost Dog, görevini gerçekleştirdikten sonra genç kadının da odada olduğunu fark eder. Tüm bunların üzerine cinayetle ilişkilendirilmekten korkan Vargo, Ghost Dog’un temizlenmesini emreder ve büyük bir hesaplaşma başlar.
Baş karakterin yaşadığı duygusal karmaşayı ünlü film eleştirmeni Roger Ebert şu şekilde yorumlamış: “Whitaker’ın dokunaklı performansına nüfuz eden derin üzüntü, insan toplumuna yabancılaşmasından, yalnızlığından, insanlık dışı davranışı (cinayeti) hayatıyla veya dünyasıyla hiçbir bağlantısı olmayan bir inanç sistemi (samuray kodu/bushido) ile haklı çıkarma girişiminden gelir.” Jarmusch’un yüzlerce yıllık bushido felsefesinden ve 1967 yapımı Le Samourai filminden çokça esinlenerek yarattığı film, Forest Whitaker, Cliff Gorman ve Henry Silva’lı dev kadrosu, RZA’nın bestelediği rap ve hiphop ağırlıklı soundtrack’i ve prestijli film festivallerinin ödül adaylıkları ile yönetmenin en sevilen yapıtları arasında gösteriliyor.
Coffee and Cigarettes (2004)
Yönetmenin sigara ve kahve eşliğindeki diyalogları kapsayan 11 kısa diyaloğu derlediği Coffee and Cigarettes, bir filmden ziyade uzun süredir görüşülmeyen arkadaşlarla sohbet etmek gibi. Bu hikayelerin isimleri sırasıyla Strange to Meet You, Twins , Somewhere in California, Those Things’ll Kill Ya , Renée , No Problem, Cousins , Jack Shows Meg His Tesla Coil , Cousins?, Delirium ve Champagne. Film yönetmenin önceki filmlerinden de aşina olacağımız, sinema ve müzik dünyasının ünlü isimlerini karşı karşıya getiriyor: Roberto Benigni, Steven Wright, Joie Lee, Cinqué Lee, Steve Buscemi, Iggy Pop, Tom Waits, Joseph Rigano, Vinny Vella, Vinny Vella Jr,. Renée French, E.J. Rodriguez, Alex Descas, Isaach De Bankolé, Cate Blanchett, Meg White, Jack White, Alfred Molina, Steve Coogan, GZA, RZA, Bill Murray, William Rice ve Taylor Mead. Alışılmadık diyalogların, yolunu kaybetmiş gibi görünen insanların, nostaljinin, Tesla bobininin, müziğin, iletişimsizliğin ve yabancılaşmanın 96 dakikalık bir özetini izliyoruz.
Only Lovers Left Alive (2013)
Tilda Swinton, Tom Hiddleston, Mia Wasikowska, Anton Yelchin ve John Hurt’ü bir araya getiren film, alışılmışın çok dışında bir vampir hikayesi sunuyor. Yüzyıllardır evli olan Adam ve Eve, dünyanın iki farklı köşesinde ‘hayat’larını sürdürmektedir; Adam Detroit’te bilim ve müzikle ilgilenirken Eve Tangier’da kitaplarla dolu evinde hayatını sürdürmektedir. Zamanla depresif ve intihara meyilli hale gelen Adam dış dünya ile sınırlı bir ilişki içindedir, genç bir hayranı olan Ian vasıtasıyla bir şeyler satın almak istediğinde para verip alışverişini yaptırır. Bu alışverişe kendini öldürme düşüncesiyle aldırmış olduğu ahşap mermiler de dahildir. Eve ile olan bir telefon konuşmasında ses tonunun sıkkın olması Eve’i endişelendirir ve onu rahatlatmak için Detroit’e gelmesine neden olur. Adam’ın evden çıktığı bir aralıkta mermileri keşfeden Eve döndüğünde onunla yüzleşir; ilişkileri gibi güzel şeylerden keyif alması için onu teşvik etmeye çalışır. İkili bundan sonra beraberce keyifli vakit geçirmeye odaklanmaya çalışır ancak beklenmedik bir misafir tüm planları altüst edecektir: Eve’in kız kardeşi Ava.
Sinematografisi, mistik atmosferi ve şiirsel anlatısı ile dikkat çeken film, Jozef van Wissem, Yasmine Hamdan ve yönetmenin müzik grubu SQÜRL’ün besteleriyle masalsı bir havaya bürünmüştür. Film ayrıca BBC’nin yayınladığı ’21.Yüzyılın en iyi 100 Filmi’ listesinde yer alırken, The Hollywood Reporter’ın film eleştirmeni Todd McCarthy tarafından 2010’ların en iyi 4. filmi olarak gösterilmiştir. Cannes’dan en iyi soundtack ödülüyle dönen film, Sundance, Bağımsız Ruh Ödülleri ve daha nice film festivalinden ödüller ve adaylıklar getirmiştir.
Paterson (2016)
Şiirin ve şairin filmi Paterson, aynı isimdeki baş karakterin aynı isimdeki kasabada geçen monoton hayatına bir haftalığına bizleri de misafir eder. Baş karakterimiz Paterson, Paterson adlı kasabada otobüs şoförlüğü yaparak geçimini sürdürmekte ve ilham geldikçe cebinde bulunan not defterine dizeler karalamaktadır. Country müzik yıldızı olma ve kendi cupcake işinden büyük paralar kazanma hayalleri olan karısı Laura ve köpekleri Marvin ile sakin bir hayat süren Paterson’ın günlük rutini sabittir: sabah erkenden kalkar, işine gider, yolcuların konuşmalarına kulak misafiri olur, akşam eve geldiğinde köpeği gezdirir, her zamanki barında bir bira yuvalarken bar sahibi ve diğer insanlarla sohbet eder. Adam Driver ve Golshifteh Farahani’nin başrolleri paylaştığı filmde, Paterson’ının sohbet ettiği Japon şair rolünde daha önceden Mystery Train filmindeki Jun rolüyle tanımış olduğumuz Masatoshi Nagase’yi görüyoruz. Son derece dokunaklı ve şiirsel bir anlatıya sahip olan film, pek çok prestijli film festivalinden ödül ve adaylık ile dönerek ekibin yüzünü güldürmüştür. Yazımızı Japon şairin ilham verici repliği ile bitirelim: “Bazen boş bir sayfa, en fazla olasılığı sunar”.