La boulangère de Monceau, Eric Rohmer’ın moral hikayelerinin ilkidir. Bilinmeyen bir zamandan geçmişine giden anlatıcımız aynı zamanda ana karakterimizdir. Anlatıcı olan bu dış ses, kendini temize çıkarmak için başvurduğun Rohmer’in kullandığı bir yöntemdir. Biz seyirciye, genç bir hukukçu öğrencisi olduğu yıllardaki yaşadığı ikilemlerini ve “ahlaki” olarak doğru yaptığını vurguladığı seçimini anlatır. Bazen hatalarını kabul eder ve özeleştiri yapar ama bazen de haklılığını ispat için çalışır ve ahlak tasarımını büker. Fakat, seçimini yapmasına rağmen kafasındaki belirsizliği ve kararsızlığı gidermiş değildir.
“İstek, iştahtır.” Spinoza
Genç hukuk öğrencisi, Paris’in caddelerinde yürürken hep aynı kızla karşılaşır. Bu kızdan hoşlanır ve onunla tanışmak için fırsat kollar. Sonunda tanışır ve sonraki rastlaşmaları için bir randevu koparır. Film de burada şekil değiştirmeye başlar. Bir sonraki rastlaşma öyle kolay olmayacaktır. Karakterimiz, Paris’in caddelerini matematiksel hesaplarla dahi arşınlayan hukukçu adayımız bir türlü Sylvie ile karşılamaz. Onu görememek bir iştahsızlık yaşatır. Canı bir şey yapmak istemez. Yemek yemeye ayırdığı vakti çalar, canı yemek istemez. Ayaküstü bir şeyler atıştırmak için her gün geçtiği sokakların birinde Monceau Pastanesi’ni keşfeder. Buradan her gün bir tane kurabiye almaya başlar. Pastaneci’de çalışan kız dikkatini çekmeye başlar.
Jacqueline’nin de karakterimizi keşfetmesi uzun sürmez. Karakterimizin tanımıyla oyunu farkeden kız da oyuna katılır. Pastaneci kızın kendisine olan ilgisini farkeden karakterimiz artık onu elde ettiği ve arzulanmayı başardığı için iştahı açılır ve gittiği pastanede daha fazla kurabiye, kek istemeye başlar. Hem arzu açlığı hem de fiziksel açlıktaki bu iştah doyurulmalıdır. Jacgueline karşı tutumlarında eylemselliğe doğru gider. Hatta bunu kendince tutarlı kılmak için çeşitli bahaneler üreterek yapar.
Herkesin beklediği bir Godot’su vardır. İnsan her zaman için bir bekleyişin içinde bulur kendini. Beckett ormanda mesajın gelmesini bekler, karakterimiz Sylvia’yı bekler, kimisi Eros’un okunu bekler, bazıları güneşin doğuşunu bekler. Hep bitmeyen bir bekleyiş. Bu bekleyişin içine sıkıştırılmış yaşam dürtüsü ile oyalanırız. Çünkü bekleyen insan oyalanmak ister. Saçma da olsa oyalanmak tüm yaşamsal gayemiz bu kelimede gizlidir.
“İnsan her zaman ‘ötekinin’ arzusuna göre arzu eder”
Sylvie ile tanışmadan önceki karakterimiz kendisinin farkında değildir. Özgüvensiz ve arzulanmadığı gerçeği ile onunla konuşmaktan reddedilmekten korkar. Ama Jacqueline ile tanışması ve onun ilgisini uyandırması ile tekrar kendisini var eder. Marcel’e göre insan: anlamını başkasından gelen yanıtta bulan bir istektir bir gereksinmedir.
Bu gereksinmeyi deneyimlerken, yani açlık çekerken, o arzunun bilincine varmakla zorunlu olarak kendinin de bilincine varır ama bu bilinç bencildir. Genç adam böylece narsistik kimliğini tanımlar Jacqueline üzerinden. Bir dış göz tarafından onay almıştır. Artık kendisinden birinin hoşlanması o kadar doğaldır. Film, duygular yani öznellik işin içine girdiğinde ahlak anlayışının nasıl eğilip büküldüğünü gösteriyor. Pastaneci Kız’ın genç adama ait bu düşüncelerden bihaberdir. Pastanede her günkü işini yaparken biri onunla ilgilidir, belki o da bu ilgiden çekinerek memnuniyet duyuyor belki hayaller de kuruyordur. Ama bu hayallere hemen genç adamın monogları eklenir. Pastaneci bir kızın ondan hoşlanması, sınıfını ya da sosyo-ekonomik düzeyini bilmeyen bir küstahın hadsizliği olarak görünür. Baştan çıkmış/kurban olmayı kabul etmiş kadın da cezasız kalmamalıdır. Bu küçük oyuna devam ederek ödetmelidir. Çünkü baştan çıkmayı kabul eden kişi kurban olmayı da kabul etmiştir.
Jacqueline çapkınlıktır. Eğitimli ve kendisine “uygun” gördüğü kişiyi tercih eder. Bu karar karakterin kısıtlı ahlak anlayışı ekseninde şekillenir. Eyleme geçerek arkasından onu olumlayıcı teorisini uydurmakta da gecikmez. Sylvie’yi beklerken geçirdiği pastane günleri için bahane olabilecek bencil teorilerini kendisi de iç monoloğunda itiraf ederek dillendirir. Pastaneci kız çapkınlık olarak yerini alır. Çünkü ilk gördüğü kişi Sylvie’dir, sadık olması gerektiği kişi de ilk gördüğü kişidir. Tercih edilen kadının yine sarışın olduğunu görürüz. Esmer kadınlar diğer rohmer filmlerindeki gibi baştan çıkarılmaya hazır ve ahlak anlayışı “öznel” erkek karakterler tarafından tercih edilmeyen/tekinsizlerdir.