İnsanın Tabiata Karşı Savaşı ve Alman Dışavurumculuğuna Kusursuz Saygı Duruşu: Nosferatu

Yazan: Deniz Kuş

Bu yazımızda siz okuyucularımıza 2024 yılının en çok konuşulan ve beklenen filmi olan Robert Eggers’ın Nosferatu’sunu analiz edeceğiz. Ancak filme geçmeden önce sinema tarihinin başlangıcına da kısa bir göz atarken Alman Dışavurumculuk Akımı’nın da başlangıcına, sinema tarihindeki önemine ve günümüzdeki yansımalarına da değineceğiz. Şimdiden herkese iyi okumalar diliyoruz.

Alman Dışavurumculuk Akımına Kısa Bir Giriş

Bildiğimiz üzere dünyada sinemanın başlangıcı 1890’lı yıllara rastlar. 1895 yılında Fransız Lumiere Kardeşler Paris’teki Grand Cafe’de takvimler 28 Aralık’ı gösterdiğinde Trenin Gara Gelişi’ni gösterdiler. Halka açık yapılan dünya üzerindeki bu ilk sinema gösterimi o dönemde çok büyük yankı uyandırdı ve o hareketli görüntüyü orada izleyen insanların trenden korkarak kaçtıkları vb gibi hikayeler de hepimizin bildiği üzere günümüze kadar ulaştı.

Bu olaydan çok uzun olmayan yıllardan sonra 1919’da Almanya’da bir akım adını duyurdu. I. Dünya Savaşı’nın tarif edilemez enkazını yaşamakta olan ülkede ortaya çıkması bir yana bu akımın sinema tarihinin ilk akımı olması da  son derece kışkırtıcı ve devrimci bir hareketti. Alman Dışavurumculuğu olarak adlandırılan bu akım Weimar Cumhuriyeti’nin halk üzerindeki tüm etkilerini gözler önüne sermesiyle hayli ün kazandı. Ancak bu durum 1930’larda faşizmin ayak seslerinin duyulmasıyla birlikte daha başka noktalara evrilecekti.Akımın en önemli filmleri ise 1914 yapımı Golem, 1920’de çekilen Dr. Caligari’nin Muaynanesi, 1922 yapımı ilk Nosferatu filmi olan Nosferatu: A Symphony of Horror ve yine aynı yıl çekilen Dr. Mabuse’nin Vasiyeti’ydi. Bu filmlerin yönetmenleri olan Robert Weine, Fritz Lang ve F.W. Murnau büyük şöhret yakaladılar.

Abartılı, göz alıcı ışık- gölge kullanımı ile ürkütücü dekorlar, masalsı, süreklilik gösteren kesintisiz kamera hareketleri ve gerçek mekan çekimleriyle dışavurumcu sinema çok büyük ivme yakaladı ve Nazi İktidarı döneminde özellikle çoğu yönetmenin Amerika’ya göç etmeleriyle birlikte günümüz korku sinemasının ve Hollywood’da özellikle 40’larda büyük sükse yapacak olan film-noir’in temelleri atılmış oldu.

Tabiata Karşı Kazanılan Görkemli Zafer: Nosferatu

1835 Londra’sında çiçeği burnunda çiftimiz Ellen & Thomas Hutter, Thomas’ın patronu tarafından ürkütücü ve esrarengiz Kont Orlok’un malikanesine gönderilmesiyle birkaç ay ayrı kalacaklardır. Bu ayrılığın başlamasıyla birlikte de Ellen’in doğumundan itibaren sakladığı gizli sırrı yeniden ona musallat olmaya başlayacak ve tüm şehri saracak şeytani bir salgına dönüşecektir.

Robert Eggers, The Northman’de özellikle senaryosuyla beni derin bir hayal kırıklığına sürüklese de Nosferatu ile deyim yerindeyse küllerinden doğuyor.The Lighthouse’unsaf sanat eserliği bir kenara bırakıldığında yönetmenimiz Nosferatu ile gerçek anlamıyla ustalık eserine imza atmayı başarıyor. Her karesi, her sahnesi, hatta her saniyesi özenle hazırlanmış, tarif edilemeyecek bir sanat ve görüntü yönetmenliği ile gözlerimizi adeta sinema perdesine çivilerken korku öğesini de o kadar muazzam bir şekilde kullanıyor ki filmi izlerken korkudan yerimizde duramama veya çığlık atma gibi nöbetler geçirmekten ziyade gerilmeye ve korkmaya hayran kalıyoruz. Nosferatu’nun ikonikliği tüm mükemmelliğiyle sinemada Eggers’ın kadrajında yeniden dirilirken aslında bu uyanış sinemayı öldürmekte olan dijital platformlara karşı bir manifesto hissi de yaratmıyor değil.

Hazırcılığın ve kolay ulaşılmanın özellikle pandemi sonrasında sinemayı bu denli etkisi altına almasıyla birlikte tüm dünyayla birlikte ülkemizde de ayyuka çıkan az izlenmeler ve boş salonlar hepimizin malumuyken Nosferatu adeta deyim yerindeyse tarihin tozlu sayfalarından fırlayarak bizi kurtarmaya geliyor. Filmin her sahnesinde köklü Alman Dışavurumculuğuna saygı duruşunda bulunulurken 1910’larda ortaya çıkmış bir sinema akımının ne kadar devrimci ve zamansız olduğunu da hatırlamış oluyoruz. Akımın tüm alametiferikalarına 2 saatten fazla bir süre maruz kalmamıza rağmen hiçbir şekilde sırıtmayışı sinemanın, her şeyden önce sanatın ölümsüzlüğüne de vurgu yaparken Nosferatu ile Ellen’in yıllara yayılmış olan ruhani ilişkisi de tüm insanlık tarihine, canlıların tarihine ve yaşamına dair çok şey anlatıyor.

Filmin felsefi derinliğine giriş yapmadan önce inanılmaz derecede kusursuz olan sinematografisi ve kamera hareketlerine değinmemiz gerekiyor. Kamera bu ürkütücü hikayeyi son derece masalsı bir şekilde verme rolünde adeta başrolü oynuyor. Siyaz-beyaza çalan renk paletinin eşlik ettiği filmde sinematografi resmen o yılların içinde yaşadığımızı hissettirecek biçimde bizi oradan oraya sürüklerken hiçbir soru soru sormamıza olanak vermiyor çünkü soracak bir soru bırakmıyor. Tüm cevapları hiç de abartılı ve kör göze parmak yapmadan vererek kusursuz yönetmenliğin önemli bir önermesi olarak akıllarda yer etmeyi başaran filmimiz kanımca Coppola’nın Dracula’sının dahi önüne geçiyor.

Buradan sonra filmin felsefi yönüne ve aşağıda bahsedeceğimiz bağlantılı filmlerle olan ilişkisine de göz atmaya başlayabiliriz. Nosferatu filmin sonlarına doğru fiziksel olarak Ellen ile ilk kez yüzleştiğinde “ben tabiatın açlığıyım” diyor. Bu son derece derinlikli ve felsefi cümle aslında insanlık tarihine dair de çok büyük bir ifşayı beraberinde getiriyor. İnsanın reddedemediği, reddedemeyeceği ve reddetmemesi de gereken bir karanlık tarafının olduğuna. Filmin daha başında Thomas’ın başta çok sevdiği eşi Ellen olmak üzere neredeyse herkesten gitmemesine rağmen uyarılar almasıyla gene de gitmek için can attığı Orlok Malikanesi bir şehrin, bir ülkenin ve adeta dünyanın kaderini değiştiriyor. Peki Thomas’ın inatla buraya gitmesinin başlıca veya tek nedeni ne? Elbette atlayacağı statü, alacağı yeni rütbe, zenginlik ve muhtemelen içerisinde beslemekte olduğu kibir. Hepsinden öte insanoğlunun en büyük ve ölümsüz katranı diyebileceğimiz açgözlülük.

Film işte burada Ellen’ın verdiği kararla birlikte aslında son derece devrimci ve feminist diyebileceğimiz bir hamle yapıyor. Nosferatu işte burada tüm filmlerden ayrılarak beyaz erkek kahraman mitinin dışına çıkarak zaten başından bu yana Nosferatu ile birlikte ana karakter olan Ellen’ın etrafında şekilleniyor ve son noktayı da onunla koyuyor. Ellen yukarıda belirttiğimiz cümlede göreceğimiz üzere tabiatın açlığını, yani insan ırkının içinde barındırdığı baskın karanlık tarafı reddederek adeta insanlığın kurtarıcısı oluyor. Eggers’ın burada yaptığı bir diğer önemli hamle ise tarihte kara ölüm olarak anılan büyük veba salgınını da senaryoya ustalıkla yedirerek karanlık tarafla, kötülükle topyekün bir savaşı örgütlemeye soyunması olarak yorumlanabilir.

Burada ve filmin bazı sahnelerinde William Friedkin’in The Exorcist’iyle ve Polanski’nin Rosemary’s Baby gibi başyapıtlarıyla dabağlantılar kurulduğunu söyleyebiliriz. The Exorcist’te adetini gören ergen bir genç kadın adeta Şeytan olarak görülürken burada geçirdiği ataklarla toplum tarafından şeytanlaştırılan Ellen adeta bir İsa’ya dönüşüyor. Rosemary’s Baby’de ise John Cassavetes’in canlandırdığı Guy Woodhouse, tıpkı Nosferatu’daki Thomas Hutten gibi sınıf atlamasını sağlayacak bir işe giriyor ve açgözlülüğünün doruklarındayken eşi Rosemary ise kötülüklerle baş başa kalıyordu. Nosferatu’da ise Thomas Guy Woodhouse gibi açgözlü davranarak görüşmeye gidiyor ancak hızlıca bilinçlenerek eşi Ellen’in yanında yer alma karakterini gösterebiliyor. Robert Eggers’ın Nosferatu’su aslında bu yönleriyle de genel olarak ‘insan karanlık bir varlıktır ve daima kötüdür’ gibi mitlere de bir dur demek istiyor gibi görünerek türünün sınırlarını aşarak özel bir sinema filmi olduğunu adeta haykırıyor.

Yönetmenlikte Robert Eggers harikalar yaratırken sinematografide Jarin Blaschke, kurguda Louise Ford, sanat yönetmenliğinde de Robert Cowper işlerini kusursuzca icra etmeyi başarıyorlar. Oyunculuklarda ise özellikle Ellen rolünde Lilly Rose Depp birinci sınıf oynarken Nicholas Hoult da onunla son derece uyumlu şekilde filmdeki yerini hakkıyla dolduruyor. Nosferatu rolünde Bill Skarsgard özellikle sesiyle ikonikleşirken Willem Dafoe ise her zamanki gibi rolünün hakkını fazlasıyla vererek yine tamı tamına karakterine bürünerek bizi büyülemeyi ihmal etmiyor.

Bütün bunların ötesinde Nosferatu hiç kuşkusuz 2024’ün en iyi filmi. Ama hepsinin ötesinde sinemanın halen dimdik ayakta olduğunun, olacağının, bunun da bazı özel yönetmenlerin hayatta olmasına bağlı olduğunun katıksız bir ispatı olarak karşımızda duruyor.

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir