“Normal bir aklın dış dünyayı ve doğa kanunlarını kapsayan yerleşik kavramlar sayesinde eriştiği huzur ve dengeyi 54 yaşında kaybedişime bu yolculuk damga vurdu.
H.P. Lovecraft, Deliliğin Dağlarında
John Carpenter, The Thing ve Prince of Darkness’ın ardından Kıyamet Üçlemesi’ne, kozmik bir delilik anlatısıyla taçlandırdığı In the Mouth of Madness ile noktayı koyar. Aralarında devamlılık bulunmayan bu üç filmi John Carpenter’ın bir üçleme olarak adlandırmasını sağlayacak kıyamet teması, tam da Hieronymus Boschvari bir kıyamet anlatısıdır: doğanın içinden çıkan ve bizzat burada deneyimlenen acı ve delilik. Bu anlatıyı ise başından sonuna H.P. Lovecraft evreninde dolaşmamızı sağlayarak acı dolu bir haz ile coşturan Carpenter, filme verdiği isimle Lovecraft’ın At the Mountains of Madness’ına şapka çıkarır.
Her ne kadar John Trent’in kapatılmış olduğu akıl hastanesinde başlayan olaylar, onun nasıl bu hâle gelmiş olabileceğine dair merak uyandırsa da karşılaşacağımız birçok ters köşe gösterir ki: Trent, sonunda üç ayrı baş karakter olduğu filmin meselesinin bir o kadar uzağındadır. Öyle ki dünyayı bu trajik sonundan kurtarması için Trent’e bel bağlamamamız gerektiği konusunda Carpenter’ın filmin başındaki uyarısına karşın, bu hediyesini altın tepside görmeyip biraz temkinli yaklaşmakta fayda var. Bunu da filmin giriş sahnesine gözlerimizi çevirirken Trent’in hastaneye kapatılmasıyla başlayan sahneye atlamadan, pek de dikkate alınmayan filmin jeneriğine yönelerek yapabiliriz. Bu girişle beraber okuyan herkesi delirten The Hobb’s End Horror kitabının basımı ve dağıtımı sürecini bizzat matbaanın içinde deneyimleriz. “Eğer bu kitap sizi öldüresiye korkutmuyorsa zaten ölüsünüzdür” yazısıyla korkulması gerekenin bu kitlesel üretimle var olan kitabın kendisi olmadığını ama dünyaya dair gerçeklik deneyimimiz olacağını üstüne basa basa gösteren sonuyla film, tam da burada başlar.
Hastanenin içi Kubrickvari bir simetri içinde, etrafını aydınlatmaktan uzak bir açıklığa uzanan fallus simgesiyle bizi karşılar. Sutter Cane, bir gölge biçiminde Trent’i odasına kadar takip etse de Trent, kitabın sonuyla yüzleşmemekte kararlıdır. Ne de olsa artık hastaneye kaldırılmıştır, daha başına ne gelebilir? Bu mudur, tanrı-yazar’ın baş karakterine uygun gördüğü son? Unutmayalım ki bu film, Trent’i değil, seyirciyle eşzamanlı yönlendirilen Trent’in üzerinden delilik bağlamında gerçekliği tartışır. Buna karşılık kendisini bir sigorta müfettişi olarak alanının en iyilerinden biri yapan dedektifvari dava çözücülüğü ile Trent’in her hareketi bize gösterir ki o belki de sinema tarihi boyunca en büyük yanılgıların içinde olan dedektiftir. Bu açıdan onu, ölçüsüz bilgeliğinden ötürü trajik sonuna doğru usulca ilerleyen Oidipus gibi görebiliriz. Trent’in attığı her adım, kendisini, trajik sonuna sürükleyen ve bu süreçte gözündeki perdeyi bir türlü kaldıramayan bir tragedya kahramanına dönüştürür.
Trent’in kitabın sonunu öğrenmekten kaçmaya çalışmasının son halkası, kendini haçlarla donattığı bir odada güvene aldığını düşünmesidir. Kaçmaya çalıştığı hakikat, gerçekliğin kurulan bir yapı olmasına rağmen Trent, başına gelenleri hâlâ bu yapının temel kurumlarının içinde değerlendirmektedir. İnancın nesnesini gökten tek tek şeylerin içine yerleştiren modern birey, korkuyla beraber tekrar işlevsel olabilecek bu iyi-kötü üzerinden kurulan eski inanca sığınmaya çalışır. Onun ani Hristiyanlığı, insanları deliliğe sürükleyen bu kitapların yazarı olan Sutter Cane’in adını ilk defa Trent’in kendisi dahil tüm odayı haçlarla döşediği sahnede duymamızla beraber daha da anlam kazanır. Durmadan işlenen cinayetlerle bir sözde salgına sebep olan Cane isminin bize çağrıştırdığı, filmdeki tüm İncil referanslarıyla ister istemez, Cain (Kabil)’den başkası değildir.
“Gerçek” Canavarlar
Trent’in Sutter Cane kitaplarını okumaya başlamasıyla neyin rüya neyin gerçek olduğunun ucu kayıp gitmektedir. Posteri bir türlü aralamasına fırsat vermeyen ara sokaktaki polis şiddeti, Trent için hayal ve gerçek arasındaki sınırda onu bekler durur. Bir canavara dönüşmüş olan polisin uyguladığı şiddetle aynı polisin sözde insanlığını bir kılıf olarak yitirmediği hâlindeyken uyguladığı şiddet bire bir aynıdır. Bedeni değişime uğramış ya da uğramamış, bu şiddeti uygulamak için ne bir metamorfoza ne de salgına gerek vardır. Zaten çoğu zaman o karanlık sokaklarda şahit olduğumuz, insanın içindeki canavarın dizginlenmemesidir. Kimi zaman iktidar ortaklarını da arkasına alarak zayıf üzerinde uygulanan o güç, bizim gerçekliğimizdeki canavarlaşan insanın gücüdür. Kurgunun gücü, bu durumu yalnızca dışa vurmasında yatar. Buna rağmen müfettişimiz ısrar eder: “Korkulacak ne var ki? [Kitaptakiler] Gerçek değil sonuçta.” Trent’in bakış açısının onu sürükleyeceği gerçeklik sarmalına girmeden önce bir diğer uyarı da editör Linda Styles’tan gelir: “Senin bakış açından gerçek değil ve şu anda gerçeklik senin bakışı açını paylaşıyor. Buna karşılık Cane’in eserlerinde beni korkutan, gerçeklik onun bakış açısını paylaşırsa neler olabileceği.” Trent, olabilecek en geniş anlamda gerçeklik ile hakikati birleştirir. Halbuki Styles yine hatırlatır: “Gerçeklik sadece birbirimize söylediğimiz şeydir. Delilik çoğunluk olsaydı mantıkla delilik kolayca yer değiştirebilirdi.” Bu durumda Trent’in şahit olduğu polis şiddeti Trent’le beraber seyircinin gerçekliğidir, polisin canavarlaşmış yüzü yazarla beraber deliren herkesin gerçekliğidir, Trent’le beraber kaçmayı seçenler için hepsi sadece bir kurgudur. Hakikat ise bu uygulanan şiddetin derinlerine indikçe gün yüzüne çıkar. Yıldızları gece görebilmemiz gibi hakikat de kendini en çok karanlıkta göstermeyi sever. Sutter Cane’i bulmak için Trent ve Styles’ın çıktıkları bu yolda, gerçek deliliğin ve korkunun ne olduğu üzerine düşünmeye başlayan bizler de aynı aracın içinde hakikate doğru direksiyonu kırmış oluruz.
Kitabın içine yani Hobb’s End’e uzanan bu yolculukları sırasında otoyol boyu devamlı bisiklet sürmeye mahkûm edilen bir karakterle karşılaşırlar. Cane’in özellikle belirttiği mavi renge bürünmüş bu bisikletli hem gençliği hem de yaşlılığıyla karşımızdadır. O, bir karakterdir çünkü Cane tarafından bu yola zincirlenmiş ve istese zincirlerini kıramamaktadır. Trent’in Hobb’s End’den çıkmasıyla aynı bisikletlinin bu sefer çocukluğu, ona yol gösterir. İster istemez zihnimizde, kitaptaki karakterin mi çocuktan esinlendiği yoksa o çocuğun da Cane’in bir kurgusu mu olduğu sorusu belirir. Böylesine gerçeklikle kurgunun iç içe geçtiği bir filmde, buna cevap vermek pek de kolay olmasa gerek. En nihayetinde hepsi filmin sonunda bizi posterde karşılayan Michael de Luca’nın kalemine ve John Carpenter’ın bakışına mahkûmdur. Ancak çark hâlâ dönmekte ve Trent ile Styles’ı karşılayan o bisikletlinin rolü yalnızca burayla sınırlı kalmaktır.
Arabayı sürmeye devam ettikçe lineer zaman ve mekân da ortadan kalkar. 2001 A Space Odyssey’deki astronot David Bowman’ın yolculuğuna az da olsa göz kırparak geçtikleri tünelden Hobb’s End’e varırlar. Trent’in de vurguladığı gibi vardıkları bu banliyö oldukça göz alıcı olsa da en tehlikeli olan zaten hep güzelliğin ardına gizlenmez mi? Bizi en çok şaşırtan da büyüleyici bahçelerin, görkemli yapıların, gösterişli insanların gerilerinde kalan o uzun gölgeleri değil midir? Ne var ki Trent’in gözleri bu aydınlıkla öyle bir kamaşmıştır ki o gölgeleri görmekten acizdir. Gerçeklik, onun için en basit hâliyle tahtaya vurarak sınanmaktan öteye geçmez. Çevresinde olan bitenleri böylesine küçümseyerek karşılayan Trent’i trajik bir kahramanı ilan ettiğimiz için bu alaycı tavrının onu götürdüğü hazin sonunun ne kadar ağır olabileceğini de korkuyla bekleriz.
Tanrı Öldü ve Sutter Cane Olarak Kıyamette Doğdu
Eski tapınakların üzerine inşa edilen yeni mabetler, iktidar ilişkilerinin belki de en açık dışavurumu olarak bizi kucaklar. Öyleyse insandan da bilinen tarihten de eski, zamana tesir eden bu ızdırap içindeki kadim varlıkların açığa çıkmasından, üzerine inşa ettiğimiz kurumlar bizi koruyabilecek mi? Ne de olsa In the Mouth of Madness, bu kadim meselenin artık üzerinin örtülemeyeceğini ve nihayetinde herkesi en derinlerindeki dürtülere mahkûm eden bir deliliğin pençesine sürükleyeceğini göstermektedir.
Sutter Cane daktilonun başına geçer geçmez, kilisedeki çalışma odası ilham perilerinin etrafını donattığı bir cehenneme döner. Bireysel yaratısı olarak gördüğü yazılarının aslında başka bir güç tarafından kendisine yazdırılıp kurgunun gerçeklikte yer bulmasını sağladığını fark etmesiyle biz de anlarız ki bu ilham perileri pek de öyle ellerinde lirleriyle yazarın etrafında usulca dolanan esin kaynakları değildir. İnsanın yüzdüğü sularda ulvi olana özenip aşırıya kaçması en çok da tragedyalarda bizzat doğanın kendisi tarafından cezalandırılmaktadır. Anlaşılan o ki doğanın bağrından kopan bu ilham perileri, insanı kendi cehennemine hapsedecektir.
Trent ve Styles, The Hobb’s End Horror’ın sayfalarında gezinirken deliliğin buradaki tezahürünün Lovecraftvari bir değişim olduğunu görürüz. Kitabı okuyan kitap karakterleri için hangisinin önce geldiğini bilmenin bir yolu yoktur. Gerçekliğin hakikatle bir olmadığını hatırlatan bu Yeni İncil’in müritleri içinse bu farkındalık deliliğin kendisine dönüşecektir. “Hatırlayamadığım buraya kimin önce geldiği, biz mi yoksa kitap mı? Bunu yapmalıyım çünkü beni böyle yazdı.” Bu sözler, ne olduğunun farkında olan bir karakterin sözleri midir yoksa hâlâ yazarın kuklaları mı konuşmaktadır? Cane, Trent’e kendisinin bu deliliği dünyaya yayacak kişi olarak yazıldığından bahsederken başta Trent’e baltayla saldıran menajerin motivasyonunun ne olduğu da anlam kazanır. Dünyayı Cane’in yazdıklarını gerçek kılan bu trajik sondan korumak adına Trent’i öldürmeye çalışır. Ne de olsa Trent yalnızca Cane yazdığı ölçüde vardır.
“Bu yerlerle [mabetler] ilgili sorun ne, biliyor musun? Genel olarak dinle ilgili olan sorun… Korkunun anatomisinin nasıl ortaya çıkarılacağı hiç bilinmedi. Din, disiplini korkuda arar ama yaratımın doğasını anlamaz. Kimse gerçek olmasını sağlayacak kadar inanmadı. … Aynı şey, benim dünyam için söylenemez. … Diğerlerinin de etkisi oluyordu ancak bu seferki seni kesinlikle delirtecek. Dünyayı değişime hazırlayacak. Gücünü yeni okurlardan ve yeni inananlardan alıyor. Olay da bu zaten: İnanç! İnsanlar hayal ile gerçek arasındaki farklı ayırt etme yetilerini yitirdiğinde, kadim olanlar geri dönüş yolculuklarına başlayabilecek. Ne kadar çok inanan olursa yolculukları da o kadar hızlı olacak.”
Sutter Cane
Korkuyu bir disiplin olarak kullanan din, varlığın özündeki deliliği göz ardı ettiğinden aslında korkuya da bir o kadar yüzeysel yaklaşır. Cane’in başarısı onun sanatının, gerçek ile kurgunun sınırlarını kaldırmasında yatar. Artık okuyucu sadece tarafsız bir seyirci olarak karşımızda değildir. Okudukça sanatın nesnesine dönüşür, onunla birleşir. İlk delilik, gerçekliğin çöküşüyle başlar. Bu yüzden Trent, Yeni İncil’in Mesih’i olmak için çok uygun bir adaydır. Onu bu yoldan alıkoyacak ve Styles gibi eylemsizliğe sürükleyecek gerçekle yüzleşmez: ne olursa olsun kitabı okumaz. O, tam bir inanandır, hakikati kurulu gerçeklik olarak alan kişidir. Tüm yaşananlara rağmen kendisinin de Cane’in yarattığı kadar var olduğuna dair hiç şüphe duymaz. Yeni trajik Mesih, gerçekliğin yıkımını kıyamette, haçlar içinde kendini izleyerek deneyimler.
Kozmik acının içinde kavrulan bu kadim varlıklar, sonunda tarih sahnesinde yerlerini tekrar nasıl alacaklarını bilirler: insanlık bir değişimin eşiğindedir ve yeni bir tanrıya ihtiyaç vardır. Eski tanrılar, tahtlarını tek tek şeylere ve okültist inançlara terk edeli çok olmuştur. Peşinde geniş kitleleri sürüklemeyi başaran bu dinlerin yoksun olduğu bizzat “yaratım”ın kendisidir. Cane ise hayal ve gerçek arasındaki çizgiyi kaldırarak bir sanatçı-tanrı olarak karşımızdadır. İnsanla kozmik delilik arasındaki kapıya bürünmüş ve bizzat o kapıyı aralamıştır.
“İnsan, delilik dağlarının gölgesinde bulunmuş birinin hayal gücünden kaçınmalı.”
H.P. Lovecraft, Deliliğin Dağlarında
Trent, kitapla bütünleşen yazarın yırttığı gerçek ve kurgu arasındaki sayfayı, bir diğer deyişle insanlıkla kozmik delilik arasındaki kapıyı araladığında, gelecekte uzanan dünyaya bir göz atar. Bu kozmik acı karşısında bilge Silenos’un insan için en iyi olan şeyin ne olduğu konusundaki uyarısı bir kez daha anlam kazanır: Hiç doğmamış olmamak! İkinci en iyi şey ise hemen ölmektir. Carpenter, üçlemenin ikinci filmi olan Prince of Darkness‘ta Silenos’u Wyndham aracılığıyla konuşturur: “Size bir mesajım var ve bu, hoşunuza gitmeyecek. Ölmek için dua edin!”; In the Mouth of Madness‘ta ise artık kasıp kavuran kozmik delilik ile içimize işler. İnsanlığı hep bir kenarda usulca bekleyen ve artık bastırılamayacak noktada açığa çıkan korkunç sonu, kurguyla gerçek arasındaki eşikten durup izleyen Trent’in seçilmiş kişi olarak görevi, bu Yeni İncil’i insanlara ulaştırmaktır. Yolculuğunda bu sefer ona Styles eşlik edemez çünkü kitabın sonunu okumuş, sahnesinin burada bitip Trent’in hastanede sonlanacak Mesihliğinin de tam burada başladığını biliyordur.
—Artık Tanrıyım, anlıyor musun?
Sutter Cane, John Trent
—Tanrı, ucuz bir korku romanı yazarı olmamalıydı.
…
—Sana en sevdiğim rengin mavi olduğunu söylemiş miydim?
Ve ardından bu “ucuz korku yazarı” hiçbir korku unsuru kullanmadan Trent’i iliklerine kadar korkutmayı başarır: her şey maviye bürünmüştür. Bunun sadece kötü bir rüya olduğu telkiniyle Trent tekrar uyanır. Ne var ki hayal ile gerçek arasındaki sınırın aşıldığı noktada, uyku ya da uyanıklık da anlam ifade etmez. Artık Trent ne yaptıklarını hatırlar ne de geçen zamanın farkındadır. Kitabı ısrarla okumaz, içinde ne olduğunu bilmez ancak deneyimlediği bu yeni gerçekliğe tutunmaya başlamıştır bile. Yayıncıyı ikna etmeye çalışırken bu sefer gerçekliğin öteki tarafında ısrarcıdır: “Gerçek olan bu!”.
Dürtülerinin izinde aralamaya çalıştığı o posteri sonunda yırtmayı başaran Trent, baş karakteri kendisinin olduğu In the Mouth of Madness kitabının o masmavi posteriyle yüzleşir. Ne yazık ki trajik kahramanımızın sonu için yeni sanatçı-tanrılarımızın daha da alaycı fikirleri vardır. Baltayla saldırısı bile bir delilik değil, belirlenime karşı bir kabullenmedir. Baltayla saldırır çünkü muhtemelen kitapta böyle yazmakta, kurban da bunu bilmektedir. Ne de olsa başka çaresi yoktur, o hâlde yaptıklarının sorumluluğunu almaya da gerek yoktur. Zaten bir yandan kitaba inananlar git gide artmakta ve dünya deliliğin eşiğinde çırpınmaktadır. Kendisinin de yatırıldığı hastanede insanlığın sonunu beklediği bir aşamada, daha yaşanacak ne kalmış olabilir ki? Trent, istemeye istemeye kitabı yayıncıya teslim etmiş ve böylece tek bir görevi olan bu karakterle yazarın işi de bitmiş olmalıdır. Kitabı okumayan Trent için kitabın sonu olsa olsa budur. Kendi için tasavvur ettiği bu son da artık kapıyı çalar: hastanede büyük bir katliam çıkmıştır.
Ancak o da ne? Trent’in kılına bile zarar gelmez.
Sözde salgının ulaşamadığı az sayıda kişiden biriyseniz endişelenmesine gerek yok: Keyifli seyirler! Filmin başında bizi uyaran Carpenter, sonrasında deliliğin dağlarının yamaçlarında bizi hem acı hem kahkahayla bırakıverir. Bu yamaç; Sutter Cane’in yazdığı baş karakteri John Trent olan In the Mouth of Madness kitabının uyarlaması olan ve başrolünde John Trent’in oynadığı filmi, Trent’in delirerek izlediği filmdir. Carpenter son dokunuşunu, bu sefer Trent’le beraber tekrar izlediğimiz filmde gösterdiği birkaç kesitle yapar. Ne de olsa hiçbir trajedi, karakterin kendi kibriyle yüzleşmesine fırsat vermeden bitemez. Filmde Trent’in defalarca tekrarladığı sözleri hem bizim hem onun kulakları art arda işitir: “Bu, gerçeklik değil! Bu, gerçek değil! Hayır, bu, gerçek!” Kimimiz onun kahkahasına eşlik eder, kimimiz ise acısına…
Bu kahkahalara eşlik eden acıyı hissetmeye başladığımızda artık uyanabiliriz: In the Mouth of Madness‘ın bitişiyle deliliğin yamaçları bize de tesir edecektir. Bu trajedinin kâhini olan Carpenter’a kulak verirsek: “Eğer bu kitap sizi öldüresiye korkutmuyorsa zaten ölüsünüzdür.”