Her insanın ömrünün farklı bir evresini teslim ettiği caddeler vardır ya da mahalleler, işte Roma da Cuarón için öyle bir yer. 70’li yıllarda siyasal karışıklık sürecinde olan Meksika’nın orta sınıf burjuvalarının yaşadığı bir mahalle aynı zamanda usta yönetmen Cuarón’un kendi hikâyesini anlattığı baştan sona kadar görebileceğiniz en güzel, çekici ve sanatsal filmin de adıdır Roma.
Film salt olarak konu bazlı değerlendirildiğinde tanıdık ya da sıradan olarak yorumlanması muhtemeldir. Çünkü bu hikâye canlıdır ve Roma sokaklarında dolaşır. Terk edilmeye, sevgiye, yalnızlığa, çatışmalara, hüzne sizinle beraber eşlik eder. Filmi farklı kılan ise bu hikâyenin anlatım dilidir. Cuarón’un kendi hikayesinden yola çıkarak kurduğu orta sınıf hane halkı portresi hem şefkatli hem de dikenli ve hicivlidir. Kendini şekillendiren unsurlardan biri olarak tanımladığı yalnız kadınlarca büyütülmüş çocukların hikâyesini saf sinemaya ulaşarak anlatmaya çalışan yönetmen bizi bir kez daha kendine hayran bırakıyor. Bir deprem, paramparça bir pencere, beklenmeyen bir hamilelik, ölüm ve ihanet gibi kişisel sorunların arka penceresinde dönemin sosyal olaylarına da değinmeyi ihmal etmiyor.
Anılarımız aslında çoğu zaman hissettiklerimizin zihnimizdeki tekrarlanan yansımaları değil midir? Renklerin yaratacağı karmaşadan uzaklaşarak sadece zıtlığın vermiş olduğu etkiden yararlanıp anıya ve duyguya odaklanmayı, siyah beyaz çekim tekniğinde başarılı bir şekilde bizlere aktarmıştır Cuarón. Bu siyah beyazlık standart dönem filmlerinde kullanılandan farklı olarak filtreli ya da grenli değil keskin gölgeleri olmayan yumuşak tertemiz bir siyah beyaz görüntü…
Yönetmen filmin açılış sekansında dört çocuklu orta üst sınıf bir burjuva ailenin hizmetçisi olan Cleo’nun çocuklara kahvaltı ettirmek, ev işleri ile uğraşmak gibi günlük rutinini ve sabit kamera yardımı ile dışarıdan bir göz olarak bizlere izletiyor. Sonrasında evin babasının iş gezisi için Quebec’e gitmesi ve bir daha dönmemesi aynı dönemde erkek arkadaşından hamile kalan Cleo’nun terk edilmesi ile bencil iki erkeğin yarattığı trajedilere karşı direnen kadınların öyküsü ile devam ediyor.
Dört çocuk annesi eğitimli üst orta burjuva kadın olan Sofia baba rolünü üstlenirken ve sömürülen bir sınıftan, ezilmiş ve etnik farklılığı sonuna kadar hissetmiş olan hizmetçi Cleo saf ve temiz sevgisini çocukların üzerinden eksik etmeyen anne misyonu ile babalarının yokluğunu çocuklara hissettirmiyorlar. Bu iki kadının birbirlerine verdiği desteği izlerken aynı zamanda dönemim gündelik yaşantısı ve politik olaylarına da tanıklık ediyorsunuz. Hatta öyle ki şehir içindeki tek plan geniş açı dış mekan çekimleri ile kendinizi Roma’da hissediyorsunuz. Bu çekimleri sadece bir tekniği kullanmak için değil, karakterlerin duygu durumunu iletmek için kullanıyor. Yakın çekimleri karakterleri somutlaştırmak için kullanan yönetmen buna ek olarak 65 milimetrelik geniş tuval ile doğal çevre, mimarlık, tarih ve dönemin sarsıcı siyaseti de dahil olmak üzere, yaşamının en belirgin unsurlarını geniş bir perspektiften bize izleme şansı sunuyor.
Öyle ki bir anda kendinizi öğrenci olaylarının içinde buluyorsunuz. Sofia ve annesi, Cleo’nun bebeği için alışverişe çıktıkları zaman sol görüşlü öğrencilerin ayaklanmalarına denk gelirler. Meksika tarihine Corpus Cristi Katliamı olarak geçen bu olayda polis, katliam için yetiştirdiği militan tetikçiler ve paramiliter güçlerin kanlı bir şekilde bastırdığı ayaklanmada 42 solcu öğrenci hayatını kaybeder. Bu katliamı yönetmen, Sofia ve annesinin alışveriş yaptığı dükkânın penceresinden geniş açı ve panoramik görüntüler ile bizlere sunar. Bu sahnenin yanı sıra köpüklü suya yansıyan gökyüzü sahnesi , Cleo’nun yüzme bilmemesine rağmen kıyıdan başlayıp dalgaların içinden çocuklara ulaşmasını izlediğimiz geniş açı ile çekilen dalgaların yüzünüze vurduğunu hissettiğiniz boğulma sahnesi zaman zaman Cleo’nun gözüne dönerek onun varlığını somutlaştırıyor ve yine geniş acıdan çekilmiş ameliyathanedeki doğum sahnesi yönetmenin anlatım tekniğindeki üstün başarısı defalarca izlenmeye değer nitelikte.
Sömürülen ve sömürgeci ilişkisine öğrenci olaylarına orman yangınına Meksika’nın o dönemki bir çok kültürel ve sosyal sıkıntısına yalnızca onları dışarıdan izleyen bir göz olarak bakmış olması sebebi ile yapımın politik bir tavır taşıma derdinden çok uzakta olduğu aşikârdır.
Aslında verilmek istenilen temayı belki de kısaca özetleyen şey, evin köpeği Barros’un dışkısının film boyunca tekrarlana görüntüler ile evin giriş kapısında bulunması ve bundan film boyunca sadece evin rutin düzenine eğreti olan babanın basıyor olması bir nevi sınır metaforu olarak kullanılmasıdır. Ve babanın bu evin aslında hep dışında olduğunu vurgular. Sözde erkek egemen toplumlarda aslında erkekliğin hamile bir kadını bırakmak, dört çocuğunu bırakıp gidebilmek, silah kullanmak, düzgün araba park edebilmek olgusu marifet saymak kadar basit normalara indirildiği yerde kadınların göstermiş olduğu dik duruşun bütünleştirici ve birleştirici ruhun kısacası anne olmanın filmidir Roma.