Hukuk bir tür ölçüdür, sanat ise ölçüsüzlük. İlişki sebepli ortaya çıkan hukuk, tüm alanları içinde barındırır. Hukuku ve hukuksal yaklaşımları anlamak için hukukun ötesine geçmek gerekir. Çünkü anlatılan; tarihin, felsefenin, bilimin, kültürün, toplumsal değer yargılarının ve sınıf mücadelelerinin kendisidir. Sizler için hukuku ilgilendiren meseleler üzerine bir film listesi hazırladım. İyi okumalar.
Rojo (2018)
Rojo, 1970’ler döneminde bir kasabada eşi ve kızıyla sakin bir hayat süren saygın avukat olan Claudio’nun inandığı hukuk, akıl, vicdan kavramları kasabaya gelen bir dedektif ile birlikte değişmesini konu eder. 86 doğumlu Arjantinli yönetmen Benjamín Naishtat, izleyiciye akıl ve vicdan arasındaki bu mücadelede “Pişmanlık duymadan acı çekilebilir mi?” sorusunu soruyor. Ahlak, namus, gurur, kibir, kader, vicdan, adalet, fedakârlık gibi kavramlar ekseninde derin bir insan analizi yapıyor ve 76 darbesi öncesi dönemin sessizliğinin sosyal hayatlara nasıl yansıdığı hususu başta olmak üzere birçok meseleye eleştiri oklarını yöneltiyor. Politik alt geçişli dönem suç filmi olarak tanımlayabiliriz. Güney Amerika’nın en büyük oyuncularından Dario Grandinetti, avukat; Alfredo Castro ise dedektif rolünde izliyoruz.
A Short Film About Killing (1988)
Suç ve Ceza’da yazarın Raskolnikov’un cümlelerini “İyi bir şey için kötü bir şey yapılabilir mi?” sorusuna oturtup, sonra aslında cevabın evet ya da hayır ile ilgilenmediğini tartışmalarının yansımasını izliyoruz. Öldürme üzerine kısa bir film, konusu itibari ile hem sebepsiz işlenen cinayeti hem de devlet eliyle işlenen bir tür cinayet; idamı, ele alıyor. Polonya’nın ve dünya sinema tarihinin en usta sinemacılarından olan Krzysztof Kieslowski’nin en unutulmaz filmlerinden olan A Short Film About Killing, aşk üzerine olan çalışması A Short Film About Love ile arka arkaya çekilmiştir.
Kieslowski filmi çekmek istemesinin nedenini şöyle ifade etmekte: “Bu filmi çekmek istememin sebebi, bütün bu olanların benim adıma yapıldığını düşünmem, çünkü ben bu toplumun bir üyesiyim, bu ülkenin vatandaşıyım ve bu ülkede birisi, bir başkasının boynuna ipi geçirip ayağının altındaki tabureye tekme atarsa, bunu benim adıma da yapıyor demektir. Ve ben böyle bir şeyi istemem. Bunu yapmalarını istemem. Bu filmin ölüm cezasından çok, genel anlamda öldürmeyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Hangi sebeple olursa olsun, kimi öldürürseniz öldürün ve kim öldürülürse öldürülsün, öldürmek yanlıştır. Sanırım bu, bu filmi yapmamın ikinci sebebi. Üçüncü olaraksa Polonyalının dünyasını, insanların birbirlerine hiç acımadığı, birbirlerinden nefret ettiği, kimsenin birbirine yardım etmediği, sadece engel olduğu korkunç ve renksiz bir dünyayı tanımlamak istedim. İnsanların birbirlerini geri püskürttükleri bir dünya. Yalnız yaşayan insanların dünyası.”
Dancer in the Dark (2000)
Filmlerinin hikayelerini kendisi yazan Danimarkalı yönetmen Lars von Trier, “Film dediğin ayakkabının içine kaçmış bir taş gibi olmalıdır.” sözleriyle seyirciyi sanatıyla huzursuz etme amacını ortaya koymaktadır. Genelde kadın karakterleri filmin merkezine alan Trier, kendi deyimiyle “kötü dünya tarafından boğulmuş iyi kadın”ı anlatır. Film, kendisindeki genetik hastalığı taşıdığı için tedavi edilmezse kör olacak olan oğlunun ameliyat masraflarını karşılamaya çalışan Selma’nın yaşadıklarını konu eder. Masumiyet karinesine göre hakimin kararından önce bir insan suçlu olarak tanımlanamaz. Öyleyse kişinin suçlu ya da suçsuz olduğu konusunda şüphe duyulduğu zaman hakime verilen, bu kişiyi cezalandırma yetkisi veren hak, zor kullanma hakkı değilse nasıl bir haktır? Yönetmen; sistemin çarkları arasına sıkışmış insanı betimleyip, toplumsal yapıların işleyişine “adalet”, “suç ve ceza”, “hukuk sistemi” “toplumsal sınıflar” ve “emek sömürüsü” gibi perspektiflerden bakarak kanıksadığımız sosyal gerçekliğin tekelini kırmaya çalışarak iyi bir sistem eleştirisine imzasını atmıştır.
Rope (1948)
Sinema dahisi Alfred Hitchcock’un Rope isimli filminde aynı evde yaşayan iki üniversite öğrencisinin, sadece kusursuz cinayetin var olduğunu kanıtlamak ve kendi zekalarını ispatlamak adına eski sınıf arkadaşlarını öldürmeleri konu edilir. Alfred Hitchcock’un ilk renkli filmi olan Rope, içeriğiyle tekniğini ilişkilendirebilmeyi başarmış ve bu sebepten değerini hala kaybetmemiş bir deneydir. Film bir deney olarak kabul edilir çünkü dönem filmlerine göre yenilikler barındırır. Tiyatro oyunundan uyarlanan film tek bir mekânda geçer. Filmin süresi 80 dakika olduğu gibi anlattığı zaman periyodu da 80 dakikalık bir zaman dilimini kapsar. 80 dakika boyunca hiç kesilmeyen çekim ile hareketli kamera ile Hitchcock kesintisiz film amacına ulaşır. İşlenen cinayetin bir sanat eseri olarak görülmesini, Karamazov Kardeşler’de sözü edilen fikirlerin fikir düzleminde kaldığı sürece zararsız oldukları düşüncesini, Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli kitabında bahsettiği yetenek ve erdemleri herkesten üstün anlamına gelen üst-insan kavramını karakterlerin diyaloglarında yakalayabilirsiniz.
Memories of Murders (2003)
Cinayet Günlüğü, Bong Joon-ho‘nun yönettiği 2003 Güney Kore yapımı drama filmidir. Filmin konusuna gelirsek; 1986 yılında Güney Kore, askeri bir diktatörlük altındadır. Ülkede yasaklar ve baskılar tüm sıkılığı ile devam ederken bir gün, tecavüze uğrayarak vahşice bir cinayete kurban giden bir kadın bulunur. Hemen başlayan soruşturmanın başına, yerel polis dedektifi Park Doo-man getirilir. Klasik dedektif algısını kıran film tamamıyla gerçek hikâyeye dayanıyor. Ve aslında hikâye film ile bitmiyor, günümüze kadar taşınıyor. İtalyan hukukçu, filozof Cesare Beccaria’nın “Suçlar ve Cezalar Hakkında” eserinde bahsettiği şiddetin sıradanlığı, işkencenin suçun itirafı için yararsızlığını gibi konulara yapılan atıfları, somut örneklerde izleyebileceğiniz film; yönetmenin diğeri işleri gibi bir toplumsal eleştiri filmi.
Extremely Wicked Shockingly Evil and Vile (2019)
Platon “Kanunlar” adlı kitabında suçu ruhun bir hastalığı olduğunu kabul eder. Ona göre insan üç sebepten suç işleyebilir. Bunlar; tutkular, hazzın aranması ve bilgisizliktir. Extremely Wicked, Shockingly Evil and Vile, Amerikan biyografik suç gerilim filmi; ünlü bir seri katil olan Ted Bundy’nin hikâyesine odaklanıyor. Film, Bundy’nin hikâyesini, kız arkadaşı Elizabeth Kloepfer’in bakış açısından ele alıyor. Bu sebeple hikâyede yargı süreci; çevresine verdiği zararı anlatmak üzere, daha çok kadın karakterin psikolojisi ile işleniyor. Mahkeme sahnelerinde hukuk öğrencisi olması sebebiyle Ted Bundy savunmasını kendisi yapıyor. Ted Bundy davasının sonucunu henüz bilmiyorsanız filmi, davayı araştırmadan önce izlemenizi tavsiye ederim.
Das Experiment (2001)
Ceza, faildeki suçla belirlenen hastalıklı hali ortadan kaldırmalı, suçluyu iyileştirmeli ve tekrara düşmesini engellemelidir. Alman sinemasının başyapıtlarından olan biri olan Film, Stenford Hapishane Deneyinden esinlenerek çekiliyor. Esinlenilen bu deneyde; Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü Profesörü Philip Zimbard, 24 kişiden oluşan erkek öğrencilerin yarısına gardiyan; diğer yarısına da mahkûm rolü veriyor. Üniversitenin Psikoloji departmanının bodrum katına inşa edilen sahte bir hapishanede, bu gençlerin verilen rollere uygun olarak 2 hafta geçirmesi planlanıyor. Mahkûmların gardiyanlarca her söyleneni yapması; gardiyanların ise mahkûmlara karşı sert olmaları, ancak şiddetten uzak durmaları şart koşulduktan sonra deneyin 6. gününde işlerin çığırından çıktığı ve öğrencilerin fiziksel ve ruhsal sağlıklarının tehlikeye düştüğü endişeleriyle deneye son veriliyor. Esasında garip olan bir başka yön ise; deneyi 6. günde sonlandırmak istemelerine rağmen; öğrencilerin rollerine bir süre daha devam ettikleri hususudur. Deneklerden gardiyanlar üzerindeki üniforma ile devletin yansımasına dönüşen birey elindeki gücü orantısız kullanıyor. Psikoloji, Kriminoloji ağırlıklı filmde Ceza hukukundaki orantılılık ilkesi ve ümanizm ilkeleri üzerinde durulduğunu görebiliyoruz. Ayrıca rahatsız edici sahneler ile Nietzsche’nin deyimiyle: “Gerçeğin ne kadarına dayanabiliriz?” sorusunu izleyiciye sorduruyor. Iktidar ve özne kavramlarını derinlemesine irdelerken, bu oluşumu en ilkel yöntemler ile açığa çıkarmış. Das Experiment ile Hukuki etik ihlallerinin sinemadaki yansımasını izleyebilirsiniz.
Close Up (1990)
Dünya siyah ve beyazdan mı ibarettir? Arada griler yok mudur? Yakın Plan, 1990 İran yapımı Abbas Kiyarüstemi filmidir. Kendisini ünlü yönetmen Mohsen Makhmalbaf olarak tanıtan ve varlıklı bir aileden çekeceği film için para istemesi sonucunda tutuklanan bir kişinin gerçeğe dayanan öyküsünü konu alır. Öyküde yer alan kişiler filmde kendilerini oynamıştır. Yarı belgesel tarzı çekilen filmi izlerken kurmaca ile gerçeklik arası incecik çizgide düşmeden yürüyoruz. Gerçek duruşma çekimlerinde mahkeme salonuna kurulan kameraların yakın plan çekimlerinde davanın psikolojik gerçeğinin derinliklerini yakalamamızı sağlıyor. Mahkeme sahnelerindeki diyaloglar; ölüm-yaşam ve birey-toplum arası grileşen hayatlara yakından bakıyor. Sembolik anlatımın da güçlü olduğu filmde bazı kült sahneler sinema tarihine geçmiş bulunmakta.
– Şimdi kimin rolünü oynuyorsunuz?
– Kendiminkini.
You Don’t Know Jack (2010)
Yunanca “iyi, güzel” anlamındaki “eu” ile “ölüm” anlamına gelen “thanatos” sözcüklerinin birleşiminden meydan gelen ötenazi, lügatte “acısız doğal ölüm”, “rahat ve kolay ölüm” gibi anlamlara gelmektedir. Doktorluğu sadece iyileştirme değil aynı zamanda ölüm mesleği olduğunu düşünen Doktor Jack’in ölme hakkı için verdiği mücadelenin hikayesidir. Doktor Ölüm – You Don’t Know Jack, gerçek olaylara dayanan bir hikâyeden sinemaya uyarlanmıştır. Al Pacino’nun canlandırdığı Dr. Kevorkian’a; ötenazi aleyhinde hukuki, dini ve etik kaynaklı 3 temel argümana karşı verdiği haklı mücadelede kız kardeşi ve bir avukat destek olur. Bu filmde, ötanaziye bir doktorun gözünden bakıp hakkında fikir edinebilir ve adalet kavramını olaylar eşliğinde gözlemleyebilir, yaşadığımız dünyaya toplumun belirli kesimlerinin açısından tekrar tekrar bakabilirsiniz.
Dogtooth (2009)
Köpek Dişi; Lobster, Kutsal Geyiğin Ölümü gibi filmlerden tanıdığımız bir Yorgos Lanthimos filmi. Konusuna gelirsek; şehir dışında, etrafı çitlerle çevrili müstakil bir evde yaşayan anne, baba ve yirmili yaşların başında olan iki kız kardeş ve erkek kardeşten oluşan bir ailenin hikayesini anlatıyor. Şehir merkezinden uzakta dünyadan tümüyle yalıtılmış bir hayat yaşayan bu ailede dış dünya ile bağlantısı olan tek kişi babadır. Baba, işyerine gitmek için evden çıkar ve ailenin ihtiyaçlarını karşılar. Evdeki çocukların dış dünya ile bütün bağlantıları koparılmıştır. Tüm bildikleri ailelerinden öğrendiklerinden ibarettir. Tarihi incelersek şunu görebiliriz. Genel Kamu Hukuku’nda üzerinde durulan; Özgür insanların aralarında yaptıkları sözleşmelerden ibaret olan ya da olması gereken yasalar çoğu kez bir azınlığın tutkularının araçlarıdır ya da bir tesadüfe bağlı geçici bir zorunluluktan ortaya çıkmıştır.
Devleti temsil eden ailede ki çarpık ilişkiler toplumsal yaşamın yansımasıdır. Köpekdişi, Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları olarak adlandırdığı hukuk, devlet, din, eğitim, aile, kültür kavramlarını kitle iletişim araçları aracılığıyla gerçekleştirdiğinden bahseder; özellikle eğitimin bir toplumu yönlendirmek için ne kadar kötü ve tehlikeli bir silah olarak kullanılabileceğini, ataerkil ve kapitalist bir toplumun ne kadar idealize edilirse edilsin hep sorunlu olacağını sınırlarını olabildiğince zorlayarak anlatır. İnsanların kendilerine öğretileni sorgulamadan kabul ettiği bir dünya düzeninde gerçek ancak ve ancak öğrenilen değil midir? Bilincimizin ve dilin duvarları, dünyayı algılayış şeklimizi çevrelemez mi? İnsan zihni boş bir levha mıdır? Davranışlarımızın, düşüncelerimizin ne kadarı kendimize ne kadarı topluma bağlıdır? Yaptırımları kim belirler? Film tüm bu soruları kendine has dili ile yanıtlıyor. Sinema nedir sorusuna yanıt olabilecek çok güzel bir filmdir. Tüm bu öğretilere rağmen her zaman bir noktada kırılma yaşayan insan doğası gereği içgüdüsel olarak özgürlüğü için mücadele edecektir.
Dogville (2003)
Toplumsal ahlakın temeli nedir? Kötülük yapma olanağı olmadığı için suç işlemeyen insan iyi insan mıdır? Tokat atana diğer yanağı uzatmak o suçun tekrar işlenmesini engeller mi? Filmin konusu; mafyadan kaçan güzel bir kadın olan Grace, barınmak amacıyla Colorado’da Dogville adlı küçük bir kasabaya sığınır, gelen yabancı ile halkın hayatı değişir. Hukuk felsefesinin temeline inip, Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” üzerine inşa edilen toplum sözleşmesine paralel bir tutumla ilerleyen film, insan doğasının kötülük potansiyelini titizlikle yansıtıyor. Lars von Trier’in beyazperdedeki beşinci uzun metraj filmi Dogville, suç, ceza ve etik kavramlarının üçgeninde ilerliyor.
The Laundromat (2019)
Yasalar, vergiler ve bankacılık. The Laundromat, Steven Soderbergh’in panama belgeleri hakkında çektiği, kadrosunda Merly Streep, Gary Oldman ve Antonio Banderas bulunan harika bir yapım. Film; orta sınıf bir kadının kaza sonucu mağduru olduğu sigorta dolandırıcılığının arkasındaki gerçekleri bulmak için çıktığı yolda, zenginleri daha da zengin yapan iki ortak avukat ile karşılaşmasını anlatıyor. Tarihin en büyük para aklama olayını iki avukatın gözünden sarkastik anlatım tarzı ile dinliyoruz. Vergi kaçırmak ile vergiden kaçınmak arasındaki fark cezaevi duvarı kadar ince. Konu para olunca vergi hukuku, ticaret hukuku gibi alanlara yoğunlaşan film aslında herkese hitap eden bir dil ile 4. duvarı kırıp avukatlara anlatıcı rolü veriyor. Filmin sosyolojik boyutunda ise bir kişinin dolandırılmasının nasıl tüm dünyayı etkileyebileceğini görebilirsiniz. İyinin yavaş kötünün hızlı ilerlediği hukuk sistemine de dikkat çeken The Laundromat, rüşvet ve yozlaşmış finansal sistemin meselelerini etkileyici görsel anlatımıyla izleyici ile buluşturuyor.
“Mahremiyet, banyoda tuvaletinizi yaparken talep ettiğiniz bir şeydir, gizlilikse içeride tuvalet ihtiyacınızdan başka bir şey yaparken ihtiyaç duyduğunuz bir şey”