Hissizliği “Aniden” Hissetmeye Başlamak Üzerine

Yazan: Pelin Oduncu

2023 yapımı Aniden filmi, Melisa Önel’in ilk uzun metrajı Kumun Tadı (2014)’nın ardından MUBI’ye gelmesiyle oldukça konuşulan yerli yapımlardan biri oldu. Senaryosunu ilk filmde olduğu gibi yine Feride Çiçekoğlu ile birlikte kaleme aldığı filmin başrollerini Defne Kayalar, Öner Erkan, Ayşenil Şamlıoğlu, Şerif Erol gibi isimler paylaşıyor. Her biri hem sinema hem de tiyatro sahnesinde oldukça etkili isimler olarak rollerinin de hakkını veriyor. 

Ancak filmin hemen her sahnesinde Defne Kayalar’ın canlandırdığı Reyhan karakterini görüyoruz. Kamera, yönetmenin kendi deyimiyle, Reyhan’ı merkeze koyuyor ve onu takip ediyor. Çünkü hikâye Reyhan’ın ve onun hislerinin hikayesi aslında.  Yine de kamerayla olan bağına ve bu takibe rağmen, izleyicinin Reyhan’la özdeşleşeceği bir bakış açısını kullanmıyor yönetmen. Bunun yerine Reyhan’ı çıkmış olduğu varoluşsal yolculuğunda günden günde süzülerek, hareket halinde takip ediyor. İzleyici olan biteni tarafsız biçimde izleyen bir konumda yer alıyor. Bu açıdan klasik anlatı sinemasının katarsisine de ulaşamıyor filmin sonunda. Film, Reyhan gibilerin yola koyulması için bir araç oluyor, amaç değil. 

Filmin konusuna gelecek olursak, uzun yıllar Hamburg’da yaşayan Reyhan’ ın (orada otellerde yöneticilik yapmaktadır) kısa bir süre için eşinin işleri dolayısıyla İstanbul’a dönüşünü ve burada yüzleştiği -hatta bastırdığı demek daha doğru olur- hisleri konu alıyor. Reyhan, İstanbul’da geçirdiği bu kısa sürede koku alamadığını fark ederek, doktora gidiyor. Girdiği MR sonucunda bu durumun ciddi bir sağlık sorunuyla ilintisini anlıyor ancak Reyhan, bu hastalığın peşine düşmek yerine, İstanbul’un ve ona hissettirdiklerinin -hem de hissini unuttuklarının- peşine düşüyor. Kokunun yitimi yani hissizlik başka hisleri hissetmeye başlamasının itici gücü oluyor adeta.

Bastırılanın Geri Dönüşü

Sıkıcı gri ve boğuk bir hava eşlik ediyor Reyhan’a. Çıktığı hastanenin kapısında durup derin derin soluklanırken kamerada arkadan Reyhan’a yaklaşıyor. Yüzünü, ifadesini, mimiklerini, ne düşündüğünü göremiyoruz ama hissediyoruz. Kamera Reyhan’ın gerginliğini dalgaları şiddetle yarıp geçen vapurla birleştiriyor ikinci sahnede. Yolculuğu sırasında uzaklara düşünceyle bakan Reyhan, balıkçı kasabasında iniyor. Çöpleri kurcalayan kediler, balık ağından çıkan yengeçler, arkada çalışan balıkçılar, karaya vuran tekneler, yosun, yosun kokusu…. Kısacası, İstanbul’un bu karamsar havasıyla açılıyor kadraj. Nostaljik bir vapurda martılara ekmek atan ve İstanbul’u güzelleyen karakterlerden güzel değildir atmosfer. Nasıl güzel olsun ki? Reyhan alamadığı kokunun ardına düşmüştür. Yosunları, balıkları, midyeleri koklamaya koyulmuştur. Her biri, Reyhan’ın unutmak ve hatırlamak istemediği, belki de Hamburg’da hiç hatırlamadığı nesneler ve onlara ait kokulardır.  Reyhan’ın eşiyle İstanbul’a kısa süreli gelişi, kokusunu hatırladığı her şeye geri dönmesidir aslında. Ancak bir eksiklik vardır bu geri dönüşte: Kokusunu sevdiği her şeyin kokusu gitmiştir. Tıpkı çocukluğunda en sevdiği insanların gidişi gibi.

Eril Bakışın Yıkımı

Filmin bir kadın hikayesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır, zira baştan sona Reyhan ve pek çok zamanda ve yerde benzer hisseden kadınların başrolde olduğu kadınların hikayesi. Bu kez kamerayla bir kadın bakışının özdeşleştiği bir film Aniden. Yıllardır bir erkeğin gözünden izlediğimiz kadınları, bu kez bir kadının gözünden izliyoruz. Kameranın kadının bakışıyla özdeşleşmesi, daha doğrusu kadının baktığı yerden bakması, Laura Mulvey’i (Görsel Haz ve Anlatı Sineması kitabı) referans alacak olursak teknik açıdan da feminist anlatı diyebileceğimiz bir yerde konumlandırıyor filmi. Ama öte yandan Türkiye sineması içerisindeki diğer kadın anlatıları gibi (Zerre, Tereddüt, Toz Bezi vs.) ele aldığı sorunları fazla büyütmeden, sessiz, dingin, yönetmenin deyimiyle kamerasının “süzüldüğü” bir şekilde ele alıyor. Abartısız olmasının nedeni Reyhan karakterinin varlığına rağmen insanların hayatındaki “yokluğuyla” da ilgili bana kalırsa. Kendi hislerinin ve düşüncelerinin pek de peşine düşmemiş bir karakter Reyhan zamanında. Başkaları karar vermiş her şeye ki İstanbul’a dönüşü bile eşinin işi nedeniyle olmuş. İçinde bastırdığı tüm anılar ve kokusunu özlediği her şeyle öylece yaşayıp gitmiş belli ki. O kadar yokmuş ki bir anda ortaya çıkıp (ailesini görmeye gidip), bir anda ortadan kaybolduğunda çok da sorun edilmiyor. Polise dahi haber verilmiyor uzunca bir süre.

Arzunun Peşine Düşen Rüyalar

Diğer yandan filmde Reyhan’ın kendi varoluşunu arayışı – hatta kayboluşu demek daha doğru- gerçekle hayal olanın birbirine geçtiği sahnelerle destekleniyor. Rüya gibi, hayal gibi sahneler bölüyor Reyhan’ın yolculuğunu zaman zaman. Bu açıdan bastırdıklarıyle bir yüzleşme olduğunu da anlıyoruz aslında ki Freudyen açıdan rüyalar, birebir insanın bastırdığı dürtüler olmasa da bastırılan şeye götüren bir araç. Freud[1], düşlerin “bir gizin açığa vurulması, ama eksik terimlerle açığa vurulmasıdır” der. Yani bastırılarak bilinç dışına atılan arzuların, rüyalarda kendini göstereceğine işaret eder. Filmi kesip araya giren rüya ya da hayallerin de böylesi bir işlevi var filmde. Rüyalarının ve arzularının peşinde bir kadın hissetmeyi arıyor.

Aniden

Duyumsamak

Film, bağıran bir film olmak yerine ne hissettiğini, izleyiciye de duyumsatarak anlatmayı tercih eden bir film. Duyumsamak… Filmde hissedilen ve filmin de kendini bunun üzerine inşa ettiği bir tema ve kavram olarak karşımıza çıkıyor. Reyhan, koku duyusunun kaybolmasıyla farklı bir yaşamı duyumsamaya başlıyor çünkü. Onun önce koku, sonra farklı duyuların peşine düşmesinin itici gücü oluyor sahip olduğu hastalık. Bu arada hastalığının sebebini öğrenmek için her ne kadar hastaneye gitmiş ve MR’ a girmiş olsa da sonuçlarıyla ilgilenmiyor bile. Sonuç önemli değildir çünkü onun için. Tıpkı filmin finali gibi… Reyhan eşine geri dönecek mi? Ailesinin karşısına tekrar çıkacak mı? Çocukluğunda yitirdiği arkadaşıyla tekrar bir araya gelecek mi? Filmde bu soruların cevabı yok çünkü önemli olan bu itkinin onda yarattığı yüzleşme hissi. Bir hastalığın kendi bedeninde yarattığı tahribat -duyu kaybı- yeni bir doğuma yol açıyor aslında. Bu doğumun başlayacağı yer ise: Bellek.

Bellek, hafıza, anılar ve hatırlamak. İlk günden beridir sinemada karşımıza çıkan ve karakterin dönüşümünün itici gücü. Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004), Memento (2000), The Butterfly Effect (2004), Inception (2010)… Aklıma gelmeyen binlerce filmin üzerine kurulduğu bir motif bellek ve hafıza. Aniden filminde de hatırlamak, Reyhan’ı kendine, kaçtığı şeylerle yüzleşmeye ve aslında hissizlikle dolu bireysel yaşamını artık koklayamamasına rağmen hissetme istencine götürüyor. Bu tıpkı Platon’un hatırlama eyleminin, kişiyi bilgiye götüren bir araç olduğunu vurgulamasına benziyor. Platon da Sokrates de bilginin, hatırlamakla başladığına gönderme yapmıştır… Hatırlamak, bir bakıma kişinin keşfetmesini sağlar onlara göre. Her bir keşif, yeni bir bilgidir [2]. Reyhan, geçmişte bir ayağının aksamasıyla ket vurduğu buz pateni kariyerini ve sonrasında hayatta belki de en değer verdiği ama artık kaybettiği arkadaşını (Leman) hatırlıyor bu koku kaybıyla. Koklayabilirken unutmuş olduğu her şeyi, koklayamadığı zaman hatırlıyor belki de. 

“Beni kimse sahiplenmedi bir daha öyle…” diyor,  Reyhan annesine.
“Seni kim sahiplendi ki?”  diye karşılık veriyor annesi. 
Ve sessizlik oluşuyor bir sahnede. 

O sessizlik Leman karakteridir aslında. Reyhan’ın bir ayağının aksamasına “sebep olan” (annesine göre Leman sebep olmuştur) arkadaşı. Sessizlik bir hatırlama anını beraberinde getiriyor. Annesiyle olan ilişkisini -ki annesi, hayatta biri tarafından en değer gördüğünü hissettiği arkadaşıyla arasını bozmuştur Reyhan’ın- hatırlıyor. Bu hatırlama, unuttuğu özlem, bastırma, yüzleşme, hissetme, sevme, eğlenme, özleme gibi başka duyguları da beraberinde getiriyor. Kokunun kaybı, bakmayı ve görmeyi beraberinde getiriyor. Üstelik göremeyen birinin de eşlik etmesiyle… Öner Erkan’ın canlandırdığı karakter (Vakıf’ta çocuklara eğitimler veren bir hoca), eşlik ediyor Reyhan’ın kendini keşfetme yolculuğuna.  Belki de insanın kendini ya da çevresindeki daha güzel şeyleri keşfetmesi için bazı duyularını kaybetmesi gerekir ki görsün, koklasın ve dokunsun. Gözünü kaybetsin ki güzel olana bakmaktan alıkoymasın başka her şey onu. Koku almayı kaybetsin ki Reyhan gibi bir yosun kokusuna saplanıp kaldığı bilinçaltından (arkadaşını kaybetmesi ve arkadaşının balıkçılıkla ilgilenmesinden kaynaklanan) çıkarak, yıllar önce terk ettiği İstanbul’un farklı yönlerini ve insanlarını koklasın. 

Aniden

Aniden

Reyhan’ın eşini ve ailesini terk edişi, aslında tüm bu farklı duyuların peşinde koşarak, hayatı hissedişi ile doğru orantılı. İstanbul’un, belki de en kötü mahallelerinden birinde, izbe bir otelde çalışmaya başlaması, farklı insanlarla tanışması, açıklama yapmadan öylece hayal gibi dolaşması… Gizlenmesi, saklanması ve aynı zamanda kendini bulması. Bir anda. Aniden. Hiçbir şey yokken… “Hiçbir şey yokken” evini, ailesini terk eder gündüz kuşağı kadın programlarında insanlar. Kaybolan kişinin tüm çevresi, ortada hiçbir şey olmadığını düşünür. Ama nasıl bu kadar emindirler?

Orasını izleyiciye bırakıyor yönetmen. Ben de size…


[1] Freud, Sigmund. (1994) Psikanaliz Üzerine (Türkçesi: A. A. Öneş) Say Yayınları: İstanbul
[2] Sönmez, Sevcam (2015). Filmlerle Hatırlamak, Metis Yayınları: İstanbul

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir