Thirteen, Mysterious Skin ve Haneke’nin 2007 yapımı yeniden çevrimi Funny Games’teki başarılı oyunculuk performanslarının ardından 2015 itibariyle yönetmenliğe yönelen Brady Corbet’in üçüncü uzun metrajlı filmi olan The Brutalist, aslında dünyanın en bilinen hikayelerinden birisine, insana dair güçlü bir anlatı.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle Ravenbruch Toplama Kampı’ndan kurtularak ‘özgürlüğüne’ kavuşan genç mimar Laszlo Toth, Amerika’ya göç eder ve bir süre kuzeni Attila’nın yanında yaşamaya başlar. O esnada tanıştığı aristokrat Harrison Lee Van Buren’den aldığı iş teklifiyle hayatı bambaşka bir yere evrilmeye başlayan Toth, bu süreçte büyük sınavlardan geçecek ve kendisini yeniden tanımaya başlayacaktır.
![](https://www.bagimsizsinema.com/wp-content/uploads/2025/02/the_brutalist_f_0.png)
Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan filmlerinden olan The Brutalist, Oscar sezonunun da favorilerinden olmasıyla dikkat çekiyor. Adrian Brody’nin başı çektiği başarılı oyuncu kadrosunda Guy Pearce, Felicity Jones, Stacy Martin ve Alessandro Nivalo da ellerinden geleni yapmaktalarken Brody elbette Laszlo Toth olarak filmin merkezinde bulunuyor ve tıpkı The Pianist’te olduğu gibi güçlü bir holokost filminde başrolü oynuyor.
Film başladığı andan itibaren ister istemez aklımıza The Pianist’in gelmesi ise son derece normal. Hatta bazı anlarda The Brutalist’i The Pianist’in devamı olduğunu dahi düşünmeden edemiyoruz ancak Brady Corbet holokosta dair tek bir sahne göstermeden daha ilk başta ters açıdan çekilmiş bir özgürlük heykeli görüntüsü ile bizi tavlamayı başarıyor. Aslında bunu yaparken kendi hikayesinin önceki savaş & holokost filmlerinden çok daha farklı olduğunun da işaretini veriyor. Başından sonuna İngiliz görüntü yönetmeni Lol Crawley’nin gösterişli ve görkemli kadrajlarıyla bizi içerisine alan film özellikle yolculuk sahnelerinin hemen başlarında yeni dökülmüş asfalta yakın kamera açısı ve hızlı yol alan araba anlarıyla büyük bir yol hikayesi de olduğunun, onun haricinde filmin mutlaka bir yerden bir yere gitmeyle, bir yere gelmeyle ilgili olduğunun izlenimini veriyor. Dümdüz, yeni dökülmüş saf asfalt görüntüleriyle yolculuğun engebesiz, kolay olduğunu hesap eden seyirci için The Brutalist bundan çok daha fazlasını vaat ediyor. Buralarda yönetmen Corbet’in senaryo da eşlik ettiği Mona Fastvold’u da hakkıyla anmamız gerekiyor. Senaryoda Corbet ile birlikte çalışan Fastvold, aynı filmdeki gibi büyük bir sosyal tesis inşasında olduğu gibi senaryonun matematiğini Corbet’le birlikte ilmik ilmik örerek ortaya The Brutalist’in çıkmasında başrolü oynuyor.
Yazının buradan sonraki kısmı filmi henüz izlemeyenler için spoiler içerir.
![](https://www.bagimsizsinema.com/wp-content/uploads/2025/02/tthe-brutalist.png)
Filmin daha başında kuzeni Attila’yla son derece duygusal ve güçlü kucaklaşma sahnesiyle güçlü bir yeniden dirilişin izleri seyirciye sunulurken sonrasında şahit olduklarımızla ikisinin ilişkisinin nereye evrilebileceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Filmin en önemli taraflarından biri kesinlikle karakterlerin oldukça kısa diyebileceğimiz süreler içerisinde birbirlerine karşı 180 derece davranış değişiklerinin olması. Attila ile Laszlo Toth arasında da tam anlamıyla bu yaşanıyor. Bir noktadan sonra Toth’un kendisine fazlalık olduğunu düşünen birinci derece kuzeni Attila Toth’u evinden kovduğunda aslında dönemin yaratılmakta olan insanına dair de bir şeyleri fark etmemiz isteniyor. Sevgi, empati gibi ‘insani’ duyguların hayatın merkezinden çıkarılmaya başlanarak yerini pragmatizmin, bencilliğin ve narsist egoizmin almasıyla birlikte Amerikan rüyasının yalanlığı kapitalizmin sonsuz havuzunda bir oraya bir buraya savruluyor. Hayatlarının merkezine daima parayı yerleştiren Attila, Van Buren ve daha sonradan Toth gibi insanlar İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte tüm dünyayı etkisi altına alan, genel anlamıyla bir yarış diyebileceğimiz sürecin taşlarının döşendiği yıllarda dünya hayatlarını yaşamaya başlıyorlar.
Francis Ford Coppola’nın The Godfather Part II (Baba 2)’sinde çocuk Vito Corleone’nin gemiden indiğinde gemideki tüm göçmen insanlarla birlikte o da bir yokluk ve kimsesizlikten müzdaripti. Çiçek hastalığı nedeniyle karantinaya alındığında da odanın camından heykele bakarak bir İtalyan ezgisi söylemekteydi. Laszlo Toth da dünyanın o zamana kadar gördüğü en büyük organize saf kötülükten çıkmış birisiydi. Amerika onun için yepyeni bir hayat, yepyeni fırsatlar ve her şeyden önce büyük bir statü demekti. Filmde Toth’un başından geçen tanışma sahneleri de aynı Amerikan Rüyasını hatırlatır nitelikte. Beklenmeyen zamanalarda, güler yüzlü Attila, Lee Van Buren gibi insanlar Toth’un hayatına tam da bu şekilde giriyorlar. Dünyada inşa edilmekte olan kapitalist sistemin, neo-liberal ekonomik sistemin tüm yönlerini hatırlatan bu tanışmalar tıpkı kapitalizm gibi ilk başta çok fazla şey sunarken sonra birden bire ilişkiler kötüleşip inşaat son buluyor veya iptal ediliyor.
![](https://www.bagimsizsinema.com/wp-content/uploads/2025/02/the-Brutalist-2.png)
Toth, Van Buren tarafından aldığı iş teklifiyle adeta kendinden geçerken hazırlık sürecindeki hızı, azmi ve hırsıyla adeta kapitalizmin ve hazır paranın sarhoşluğuyla yoğrulurken karakterinde de değişimlere rastlamaya başlıyoruz. Filmin henüz başlarında yemek kuyruğunda oğluyla bekleyen birisi için kendini ileri atarak sabah onun yerini tutma sözü veren Toth, inşaat başladıktan itibaren insan hayatını hiçe sayan çalışma şartlarına dair tek bir kelime etmeyerek kendisini tamamen Van Buren’e teslim ediyor. Buren tarafından iki defa iş iptal edilip, kendisi kovulsa da o sonrasında yeniden Buren tarafından ikna edilip inşaatın baş mimarı olarak atanmayı başarıyor. Çünkü sistem kendi içinde defalarca başarısızlık yaşasa da her daim yerine birisini – bu aynı kişi de olabilir – mutlaka buluyor. Bunca iş fırsatı ve maddi anlamda zenginlik vaadine rağmen sakat kalmış olan eşi Erzsebeth Toth ve içine kapanık, sessiz yeğeni Zsofia’nın derme çapma küçük bir evde yaşamalarını hiç te dert etmiyor.
The Brutalist üç bölümden oluşan bir film. Her bölümün başında isimle birlikte bu bölümlerin geçtiği yıl aralıklarını da görüyoruz. Ayrıca filmin 3 buçuk saat olmasından mütevellit kendi içinde Intermission olarak molası bulunuyor. Film genel olarak akıcılık anlamında çok başarılı. Özellikle ilk yarıdaki yoktan var olma hikayesi gerçekten su gibi akarken ikinci yarıda hikayenin biraz daha karanlığa evrilmesiyle birlikte çok keskin gerçeklerle yüz yüze geliyoruz. Bu gerçekleşirken Van Buren ile Toth arasında gerçekleşen olay ise birdenbire olmasıyla bizi ciddi anlamda şoka uğratıyor. Ancak Toth’un sözüm ona ‘kusursuz’ eserinin tamamlanması yolunda olan bütün olaylar bir kenara atılıyor. Tıpkı modern kapitalizmin inşası sürecindeki emperyalizmin insanlığa karşı işlediği suçlarda olduğu gibi. The Brutalist özellikle son söz bölümüyle hikayesini eksiksiz biçimde tamamlarken Toth’un eserinin bitiminin de müjdesini veriyor. Ancak elbette yaşlılığın ve yaşadıklarının verdiği ağırlıklardan ötürü bir nevi kendisini onurlandırma sergisinde tek cümle edemiyor. Onun yerine konuşan ise özellikle çocukluk sahnelerinin tamamında neredeyse tek kelime etmeyen yeğeni Zsofia oluyor.
![](https://www.bagimsizsinema.com/wp-content/uploads/2025/02/MV5BYmZmOTU4ODUtOTI1OS00Njk4LThjZjUtYzhlYTAyYjQ5MmI0XkEyXkFqcGc@.png)
Zsofia’nın bu sunumu yapması aslında jenerasyon, nesil farklılıklarına da gönderme yaparken filmin 1980 yılında bitmesiyle birlikte artık Reagen’la birlikte tam gaz büyük Amerika’nın inşasının başında The Brutalist perdesini kapatıyor. Geniş açıyla çekilmiş çok görkemli sinematografisi, holokost temalı yükseliş hikayesi olması ve bunu elbette beyaz bir Amerikalının yapıyor oluşuyla The Brutalist Oscar dahil olmak üzere ödül sezonunun da en çok başarı sağlayacak filmlerinden biri olarak göze çarpıyor. İyi seyirler.