Bazen bazı imajlar görülmek istemez. Saklanmak ister. Zaten sinemanın başlıca görevi bize birtakım imajlar göstermektir. Bu şekilde bir duygu, heyecan yaratmak amaçlanır. Ama bazen sinemada öyle anlar olur ki, gösterilmediği halde daha çok şey anlatır bizlere. Haneke işte bunu çok iyi yapar. Filmlerine aşina olanlar bunun farkındadır elbette ama nasıl? Korku ve şiddet nasıl gösterilmeden seyirciye verilir? İşte bu yazıda Haneke sinemasındaki “off-screen” kullanımlara odaklanacağım ve yönetmen bunu nasıl beyaz perdeye aktarmış onu tartışacağım.
Öncelikle “off-screen” nedir? “Off-screen”i kısaca “kadraj-dışı” olarak çevirebiliriz. On-screen bizim kamerada gördüğümüz, duyduğumuz her şeydir. Bunun dışında kalan duyulan ama görülmeyen ise off-screen’dir. Kamera bir manzarayı takip ediyorsa on-screen’de manzara vardır diyebiliriz. Ama çekilen her görüntünün on-screen uzayı olduğu kadar off-screen uzayı da vardır. Örneğin biz dağ manzarasının üzerine düşen ağaç kesme sesi duyuyorsak, seyirci olarak “Aa birisi ağaç kesiyor.” diye düşünürüz. Fakat birinin ağaç kestiğini görmemekteyizdir. Çünkü ağacın kesilmesi sahnenin uzayında off-screen’dedir. Kadrajın dışındadır ama orada olduğunu biliriz.
Şimdi Haneke’ye geri dönelim ve filmografisindeki hangi filmlerini izlemişsek bir hatırlamaya çalışalım. Yukarıda örneğini verdiğim şekilde bir kullanım neredeyse hemen hemen her filminde vardır. Bunun sebebinin Haneke’nin yönetmen olarak birincil amacının seyircide iz bırakmak olduğunu düşünüyorum. Zaten her yönetmenin amacı iz bırakmak değil midir, diyebilirsiniz haliyle? Yok, Haneke gerçekten seyircide iz bırakmak ister. Bir an, yarattığı bir sahne, kullandığı bir teknik bizim hafızamıza öyle bir sirayet eder ki, filmin üzerinden yıllar geçse bile o sahne aklımızda kalır. Kısacası Haneke, filminin %90’ında ağır yanan bir hikaye anlatırken, %10’unda öyle iz bırakıcı ve provoke edici sahneler çeker ki film bittikten sonra bir süre o filmi sindirmekle uğraşırız. Bunu bu şekilde başarabiliyor oluşunun bana kalırsa iki ana sebebi var. Bunlardan ilki karakterlerlerini ele alma biçimi, ikisincisi ise off-screen kullanımı…
Haneke’nin karakterlerinden ve off-screen kullanımlarından başlayalım ve film film inceleyerek devam edelim. Benny’s Video, Funny Games, Seventh Continent, The Piano Teacher, Happy End gibi filmlerin ana karakterlerine baktığımızda dış dünyadan kopuk, evrensel bir ahlak yasasına uymak istemeyen, kendi mutluluklarını maksimize etmeye çalışan etik-egoist’ler olduğunu görürüz. Onlar için ahlaki doğru, kendi mutluluklarının sonucudur ve bu mutluluğa ulaşmakta her şey mübahtır.
Benny’s Video’daki Benny, günlerini video store’da geçiren, kendi dünyasında kaybolmuş bir ergendir ve ailesi ile benliği arasında büyük bir uçurum vardır. İyilik, kötülük gibi kavramları henüz oturmamış veya bu kavramları reddetmiş Benny, evine aldığı kız arkadaşını öldürmesiyle olaylar başlar. Öldürme anı seyirciye tek bir açıdan ve plandan gösterilir. Kızın yerde boğuşmalarını, çığlıklarını, öldürme anını çoğunlukla görmeyiz. Hatta içimizden kafamızı kaldırıp bakmak gelir ama Haneke bizi sınırlandırır. Onun koyduğu doğrultudan çıkamayız. Seyirci olarak özgürlüğümüz elimizden alınmıştır. Seyirci tatmini üzerine odaklanan bir Hollywood yapımında muhtemelen bu sahneyi 32 farklı açıdan ve plandan görebilirdik. Hitchcock’ın Psycho’sunu hatırlayın. Ama Haneke tek bir planda bizi sınırlandırarak zaten tansiyon ve gerilim düzeyi çok yüksek olan bu sahneyi daha da gergin hale getirir. O vahşet anının çoğunu göremesek de aşırı rahatsız oluruz. Bilinemezlik bizi daha çok korkutur çünkü duyularla net algılanamayan şey, her zaman insanoğlu için bir tehdittir.
Funny Games’e geldiğimizde ise yine çok benzer bir kullanım görüyoruz. Bu defa evde terör estiren ana karakterimiz değil, dışarıdan gelen komşular. Tipik bir “home-invasion” filmidir Funny Games. Türkiye’deki bu türe en yakın film, hatırlarsınız Barda filmiydi. Bir tarafta masum, modern, idealleri olan, niş alışkanlıkları olan karakterler varken; diğer tarafta bu moderniteyi kırmaya gelen, insanın sahip olduğu lüksleri zaptetmeye çalışan psikopatlar vardır. Bu karakterler öncelikli olarak karşılarındaki idealist insanların hayallerini yıkmak isterler. Funny Games’teki Paul ve Peter’in amaçları budur. Mantıklı bir ahlaki değerden bahsetmek mümkün değildir. Onlar için en büyük mutluluk bu psikopatlıklarını icra edebilmektir. Dolayısıyla kendilerine göre ahlaklıdırdır. Filmin en meşhur sahneleri bu nedenle Paul ve Peter’in şiddeti gösterdikleri sahnelerdir. Fakat akıllara kazınan sahne, şüphesiz Peter’in salonda aileyle mücadele ettiği sahnedir. Salonu hiç görmeyiz. Gördüğümüz şey, Paul’un kendisine mutfakta “peanut butter-jelly” hazırlamasıdır. Gayet sıradan bir şekilde kendisine sandviçini hazırlarken salondan gelen seslerle dehşete düşeriz. Off-screen kullanımına ders gibi bir örnektir bu. Gördüğümüz, masumane gözüken birinin sandviç hazırlamasıyken, göremediklerimiz çok daha korku duyulasıdır çünkü bilinemezdir. Haneke, uzun bir plan sonunda bize salonun halini gösterir. İlk bakışta gözümüz vahşeti göremese de kadrajda dolaştıkça salonda yaşananları daha net görmeye başlarız. Tıpkı bir komşu gibi bu evi gözetlemekteyizdir adeta ve bu bizi daha çok rahatsız eder.
Seventh Continent’ta çok daha niş ve farklı bir kullanım vardır. Filmimizin merkezinde çekirdek bir aile vardır ve film boyunca bu ailenin adım adım trajik sonlarına yaklaşırız. Film kısacası bir toplu intihar hakkındadır. Filmde çok fazla diyalog olmamasından dolayı karakterler hakkındaki düşüncelerimiz karakterlerin eylemleriyle belirlenir. Filmin belirli bir noktasından sonra büyük bir sekans başlar. Bu sekansta baba ve annenin evlerindeki bütün eşyaları birer birer yok etmesini, parçalamasını, yıkıp dökmesini izleriz. Haneke kamerasını objelere odaklar. Örneğin kıyafetlerin yırtıldığını, paraların klozete atıldığını, komidinlerin ve akvaryumun parçalandığını görürüz. Ama hiçbir zaman karakterlerin yüz ifadesini görmeyiz. Haneke bunu seyirciye bırakır. Dolayısıyla bu da başka bir off-screen kullanımdır. Karakterlerin hangi duygu durumuna sahip olduğunu bilememek film hakkında daha çok meraklanmamıza sebep olur.
The Piano Teacher ve Happy End’de de şiddete meyilli empati kuramayan karakterler vardır. The Piano Teacher’daki Erika (Isabelle Huppert) annesiyle yaşadığı sorunlar yüzünden piyano öğrencisi Walter’a karşı tavrında birçok şeyi göze alır ve ahlaksal olarak neyin yanlış olabileceğini düşünmeden hareket eder. Arzusu Walter’a ulaşmaktır ama bunu nasıl yapacağını bilememektedir. Bu nedenle film boyunca etik olmayan birçok eylemde bulunur. Aklımıza kazınan sahnelerden birinde Erika, başka bir öğrencisini konserinden önce sabote etmek için paltosunun cebine cam kırıkları yerleştirir. Kızın çığlıklarını duyarken gördüğümüz sadece Erika ve Walter’dır. Ama biz off-screen’de kızın elini kestiğini biliriz. Tıpkı oradaki diğer müzikseverler gibi çığlığı duyduğumuzda ne olduğunu anlamayız. Bu yüzden Haneke hemen kızın kanlı elini göstermez. Biraz merakta bırakır. Bu da tansiyonu ve gerilimi artıran başka bir yöntemdir.
Happy End’de ise Jean-Luis Trintignant’ın başrolünü oynadığı Georges karakteri, Amour filminin devamıdır. Amour filmindeki finalden sonra Georges eşini kaybettiği için hayatta tek başına kalmıştır ve artık ölmek istemektedir. Film boyunca kendisini öldürmek için yollar arar. En sonunda ailenin psikopat kızı ve aynı zamanda torunu, Eve ile bir anlaşma yaparlar. Eve, dedesinin ölümünde yardımcı olacaktır. Final sahnesinde Georges’un tekerlekli sandalyesini yokuştan aşağı bırakır ve denize batmasını izler. Biz bu sahneye Eve’in telefon kamerasından tanıklık ederiz. Ailenin diğer üyeleri Georges’u kurtarmaya çalışırken dedenin kurtulup kurtulmadığını anlayamadan film biter. Bu sahnede Haneke kamerasını olabildiğince uzağa yerleştirir ve seyirci ile karakterler arasına mesafe koyar. Böylece yine sanki uzaktan izliyormuşuz gibi bir his yaratır.
Örnekler çoğaltılabilir elbette. Cache, 71 Fragments, Code Unknown, Time of the Wolf gibi filmlerde de Haneke bu tekniği sıklıkla kullanır. Yönetmen olarak en büyük yeteneğinin seyirciye iz bırakmak olduğunu düşündüğümden dolayı off-screen kullanımının onun için çok önemli olduğunu görebiliriz. Onun filmlerini izlerken artık bunu göz önünde bulundurarak izleyebiliriz.