“Her insan suçludur. Masum doğarlar, ancak bu çok uzun sürmez.”
-La Cercle Rouge-
Gölgede Kalmış Usta İşi 10 Suç Filmi
İnsanın masumiyetten uzaklaşması görkemli bir hikayedir. Kişinin arzuları, içsel çatışmaları, toplumun üzerindeki etkisi bu metamorfozik hikaye boyunca gözler önüne serilirken bu değişim insanı ve çevresini daha iyi anlamamızı sağlar. Suç filmleri de bizi bu yolculuğa çıkartır. Her film bu hikayeyi farklı bakış açılarıyla ele alır. Kimisi bireyi ve onun hikayesini ele alarak suçun içsel etmenlerine odaklanırken kimisi ise toplumun ve dış etmenlerin insanı nasıl değiştirdiğini ele alarak toplumsal bir eleştiri ortaya çıkarır.
Suç filmleri sinema tarihi boyunca yönetmenlerin ve izleyicilerin favori janrlarından biri olmuştur. Yükselen gerilim, daralan çemberler ve şiddet izleyiciyi ekrana sıkı sıkıya bağlarken yönetmenin anlatmak istediklerini ve mesajlarını, farklı sinemasal teknikler üzerinden seyirciye oldukça güçlü ve etkili bir biçimde aktarmasına olanak sağlar. Sinema tarihi boyunca suç janrası bir çok görkemli yapıt ortaya çıkarmıştır. Bu filmlerden bazıları üne ve şöhrete kavuşmuşken bazıları ise biraz daha gölgede kalmıştır. Bu yazımda nispeten gölgede kalmış ama usta işi suç filmlerinden 10 tanesini sizlerle paylaşacağım;
Miller’s Crossing (Coen Kardeşler, 1990)
Coen Kardeşler farklı janrları harmanlama konusunda sinemanın altın çocuklarındandırlar. Komedik, dramsal öğeleri gerilim ve şiddetle muazzam bir akıcılıkla birleştiren ikili, Miller’s Crossing ile oldukça içten, samimi ve duygusal bir suç filmi ortaya çıkarmışlar. 1920-1930 yılları arası içki yasağı dönemi Amerikasında geçen film, duygusuz ve kalpsiz birisi olarak tanımlanan bir mafya danışmanı olan Tom Reagen üzerinde şekillenir.
Duygu yüklü müzikler, toprak tonları ve karakterler arası bağlar ile cana yakın ama aynı zamanda vahşi bir anlatım yakalayan film, bu anlatım üzerinden Tom’un iç dünyası ve sıkışmışlığını da izleyiciye yalın ama sürükleyici bir biçimde aktarır. Hikaye ilerledikçe, sadece kendi menfaatleri doğrultusunda hareket eden birisi olarak gözüken kapalı kutu Tom’u daha iyi anlarız. Coen Kardeşler filmin hikayesi ve Tom’un iç dünyasını paralel hikayeler olarak anlatıp su yüzüne çıkartırken bu acımasız, ölüm ve yaşamın iç içe olduğu dünyada bile duyguların, sevginin ön planda olduğunu anlatarak dram ve suç harmanı mükemmel bir film yaratmışlardır.
Sexy Beast (Jonathan Glazer,2000)
“Under The Skin” filmi ile sükse yapmış olan yönetmen Jonathan Glazer’ın yönettiği Sexy Beast gerçekten de farklı bir suç filmidir. Suç dünyasından elini ayağını çekip İspanya’da inzivaya çekilen Gal hayatını yaşamaktadır. Çok sevdiği bir eş, güzel bir ev ve bolca gün ışığına sahip olan Gal’in yeni hayatı ise geçmişindeki şeytanların üzerine doğru yuvarlanan bir kaya gibi kendisini bulmasıyla değişecektir.
Gal’in eski iş arkadaşlarından biri, hakiki bir psikopat olan Don, son bir iş için Gal’i ikna etmek üzere İspanya’ya gelir ve bütün huzurun içine eder. Ben Kingsley’nin Don rolü ile muazzam bir performans sergilediği film, suç dünyasından kaçmanın ne kadar zor olduğunu Gal’in içsel çatışmaları ile anlatır. Absürd, komik ve nispeten az aksiyona sahip olan film, sırf Ben Kingsley’nin performansı için bile izlenebilir.
La Cercle Rouge (Jean Pierre Melville, 1970)
Jean Pierre Melville’i suç filmlerinin “Godfather”ı olarak tanımlarsak hiç de abartmış olmayız. Melville bu film janrsını yükselten yönetmenlerin öncülerindendir ve Scorsese, Copolla gibi bayrağı devralacak yönetmenlerin idolü olmuştur. Amerikan kara filmlerine hayran olan Melville, Fransız “Yeni Dalga” sinemasının da öncülerindendir ve Amerikan kara filmlerini Yeni Dalga sinemasal teknikleri ile parçalayarak kendine has, özgün bir sinema yaratmıştır. La Cercle Rouge’da Melville’in sinemasının en görkemli eserlerinden biridir.
Film, bir soyguna katılmak sözüyle gardiyanı tarafından hapisten erken salınan usta soyguncu Corey ve polisten kaçan Vogel’in şans eseri yollarının kesişmesi ile ekip olmasını ve soygunu gerçekleştirmelerini anlatır. La Cercle Rouge, Melville’in çoğu filmi gibi eforsuz bir havalılığa sahiptir. Filmin her karesi, her çekim hikayeden bağımsız olarak izleyiciyi içine çeker, gangster dünyasının çekiciliğini oldukça “Fransız” bir tarz ile hissettirir. Melville’in özgün tarzının bir başka göstergesi ise filmdeki diyalogların azlığıdır. Diyaloglar kısıtlıdır çünkü karakterler kelimeler ve fikirler üzerinden değil aksiyonları üzerinden tanımlanır.
Bu teknik karakterleri anlatılan hikaye içine kısıtlarken, deterministik denebilecek bir kurgusal düzen ile özgür iradeyi ve seçimleri ortadan kaldırır, karakterleri onlar için belirlenmiş sona doğru sürükler. Filmi bu kadar havalı yapan etmenlerden biri de budur. Corey, hiçbir zaman duygularını seyirciye yansıtmaz, başına ne gelirse gelsin yolundan sapmaz, bu da onu havalı ve çekici yapan etmenlerin başında gelir çünkü neredeyse insan gerçekliğine tezat bir durumdur. Alain Delon(Corey) ve Gian Maria Volante (Vogel) gibi dönemin en karizmatik aktörlerinden ikisinin bir araya geldiği bu film, oldukça Fransız, oldukça gangster ve oldukça havalıdır.
Mean Streets (Martin Scorcese,1973)
Eğer ki Jean Pierre Melville suç filmlerinin vaftiz babası (Godfather) ise, Martin Scorcese ise babanın ta kendisidir. Gangster filmleri denince akla ilk gelen isim olan yönetmen yıllar içinde biz seyircilere bir sürü başyapıt sunmuş olsa da, her şey Mean Streets ile başlamıştır. Scorcese’nin ilk gangster filmi olan Mean Streets, yönetmenin bazı başyapıtlarının gölgesinde kalsa da yakaladığı başarı ve özgünlüğü sağlayan tekniklerinin en yalın ve gözler önünde olduğu eseridir.
Çoğu yönetmen için mekan ve atmosfer, karakter ve hikayeyi destekleyici birer unsur iken Scorcese, tam tersi bir teknik ve perspektif ile karakterler ve hikaye aracılığıyla mekan ve atmosferi yansıtır. Mean Streets bu tekniğin en bariz örneklerinden biridir. Film birkaç ufak çaplı gangster üzerinden New York’u, gangsterliği ve İtalyanlığı anlatır. Olay örgüsü, uzun çekimler, iç içe giren sesler ve farklı sinemasal teknikler hepsi biz izleyicileri New York’ta yaşayan İtalyan gangsterlerin hayat tarzını ve yaşadıkları ortamı yansıtabilmek için kullanılır. Karakterler ise bu çevrenin kuralları ve gerçeklerini açıklamakta yardımcı olur.
Harvey Keitel’in karakteri Charlie yükselmek için neler yapılması gerektiğini gösterirken, Robert De Niro’nun karakteri Johnny Boy ise kurallara uyulmaz ise neler olacağını açıklar. Scorsese sinemasını seven herkesin mutlaka izlemesi gereken bir film olan Mean Streets aynı zamanda neredeyse elli yıla yayılacak olan Scorsese-De Niro işbirliğinin ilk meyvesidir. De Niro muazzam bir performans ortaya koyarken, ikilinin bir sonraki işbirliği olacak olan “Taxi Driver” filmindeki Travis Bickle karakterinden de enstantaneler ortaya koyar.
Pusher (Nicolas Winding Refn, 1996)
Pusher, “Drive” ve “Bronson” gibi filmlerden tanıdığımız eksantrik yönetmen Nicolas Winding Refn’in ilk uzun metrajlı filmidir. Film neredeyse bir belgesel edasıyla başlar ve bize iki uyuşturucu satıcısı olan Frank ve Tonny’nin günlük hayatlarından bir haftayı gösterir. Eğlenceli ve komik bir tonla başlayan film, Frank’ın bir mafya babası olan Milo için yaptığı bir işin ters gitmesiyle ani ve keskin bir ton değişikliğine gider.
Bu iş Frank’ın başına gelecek olan talihsizlik serisinin ilk adımıdır ve bu andan itibaren film çaresizlik, yalnızlık ve anksiyete duyguları tarafından yönlendirilmeye başlarken Refn bütün bu duyguları Frank karakteri üzerinden biz seyirciye yansıtır. Film her yeni günü biz izleyicilere siyah bir ekrana yazarak hatırlatır, Frank her gün daha da çaresizleşir ve yalnızlığı onu her gün sona bir adım daha yaklaştırır.
Gomorra (Matteo Garrone, 2008)
İtalyan sinemasının son dönemdeki yükselen yönetmenlerinden biri olan Matteo Garrone, Gomorra ile Amerikan sineması tarafından yüceltilen, süslendirilen İtalyan mafyalarını adeta bir Hollywood anti tezi edasıyla ele alıyor. Napoli banliyölerinde, Courbusier mimarisinin bir örneği olan çok daireli bir yapıdaki mafyalaşmayı ve mafya hayatını ele alan film, yapısal olarak da Coubusier mimarisinden izler taşıyor.
Şehir planlaması ve banliyö mimarisinde bir devrim niteliği taşıyan Courbusier Mimarisi, şıklığı, zarafeti ve estetiği ikinci plana atarak verimli ve düzenli şehir planlamalarını mümkün kılan yapılara odaklanan bir akım. Garrone’de filmini Courbusier Mimarisi’nin temel prensiplerine göre oluşturuyor ve Amerikan sinemasının İtalyan mafyalarına yüklediği bütün zarafet, şıklık ve estetiği çıkartarak İtalya’da ki mafyaların gerçek hikayesine yoğunlaşıyor.
Mafyayı yalınlaştırırken sertliği ve etkinliği arttıran Garrone, aynı zamanda bu mimari anlayışında hizmet ettiği toplumu sınıflaştırma anlayışının insanları nasıl da suça ittiğini ele alıyor. Seçtiği mekanı ve temsil ettiklerini filmine direkt ve akıcı bir şekilde aktaran Garrone gangsterler üzerinden efektif bir toplum eleştirisi gerçekleştiriyor. Çoğu suç filmi gangsterleri ve çevrelerini farklı bir dünya gibi aktarmaya çalışırken, Garrone oldukça gerçek olan günümüz dünyasının gangsterleri nasıl şekillendirdiğini yansıtıyor. Gerçekten de farklı bir suç filmi.
Pixote (Hector Babenco,1980)
Pixote, belki de bu liste içindeki en dokunaklı, aynı zamanda en gerçek film. Bir belgesel edasıyla çekilmiş olan film, Brezilya’nın en büyük şehri olan Sao Paolo’da geçiyor ve ıslahevlerinde yaşayan çocukların hayata tutunmak için vermesi gereken savaşı anlatıyor. Islahevlerindeki bu çocuklar, çeteler tarafından suç işlenmeye zorlanıyor ve masumiyetlerini çok genç yaşta kaybederek hayatın ve düzenin acımasızlığında kayboluyorlar.
Film, bu trajik sosyolojik sıkıntıyı bu çocuklardan en küçüğü olan Pixote’nin bakış açısından anlatıyor ve henüz 10 yaşında olan Pixote için hayat, yaşam ve sağ kalmanın gün geçtikçe ne kadar korkunçlaştığı ve vahşileştiğini gözler önüne seriyor. Film, bazı sahnelerinde çocuklar olduğu için oldukça rahatsız edici bir hal alabiliyor ancak Brezilya ve gerçeklerini çarpıcı bir gerçekçilikle yansıtıyor.
Filmde yer alan bütün çocukların gerçekten sokak çocukları olması da, her bakışı, her yüz ifadesini daha gerçekçi kılıyor. Babenco’nun çocukları yönetme ve duyguları göstermedeki başarısı da Pixote’yi çok çarpıcı bir film yapıyor.
Eastern Promises (David Cronenberg, 2007)
Kült yönetmen David Cronenberg imzalı Easteren Promises, klasik bir gangster filminden beklenen her şeyi seyircilere fazlasıyla veriyor; yükselmek isteyen bir gangster, sevgi, kan, sadakat ve ihanet. Doğum sırasında ölen 14 yaşındaki Rus bir kızın günlüğünü bulan hemşire Anna, öksüz çocuğu ailesine kavuşturmak için çıktığı yolculukta kendini şiddetli ve kuralsız bir dünyanın içinde buluyor.
Londra’da geçen ve Rus mafyası Vory V Zakone’nin dinamiklerini, kurallarını masalsı bir şekilde anlatan film, alışık olduğumuz mafya hikayelerini alternatif kıvrımlar ve sürprizler ile birleştirerek izlemesi çok keyifli ve sürükleyici bir hikaye oluşturuyor. Özellikle Vory V Zakone’nin kendine has ritüelleri ve kuralları çok ilgi çekici.
Branded To Kill (Seijun Suzuki, 1967)
Zamanının çok ötesinde bir film. Öyle ki yönetmen Seijun Suzuki filmi tamamlayıp yapımcı stüdyoya teslim ettiği zaman filmin çok anlamsız olduğu ve para israfı olduğu görüşleri sonucu stüdyodan kovulmuş ve filmi izleyiciler ile buluşturabilmesi için yıllar süren bir dava kazanması gerekmiştir.
Suç filmleri içinde belki de en özgün film olan Branded To Kill, Suzuki’nin usta işi montajları, çekim teknikleri , monokrom çekimler ve muhteşem müzikleri ile Yakuza dünyasını gerçek ve sürreal arasında muazzam bir anlatım ile aktarmıştır. Filmin ana karakteri Hanada Yakuza içindeki üç numaralı kiralık katildir ve en büyük hayali bir numara olmaktır. Yanlış giden bir iş sonucu hayatının merkezine koyduğu hayali imkansız hale gelince, Hanada’nın hayatı ve kişiliği gerçek dışı, anlamsız ve absürt bir hayatta kalma mücadelesine dönüşür.
Suzuki gerçek ve fantastik, absürt ve ciddi gibi tezatları kullanarak gerçekten olağan üstü bir atmosfer yakalamış, filmin her anını gergin ama bir o kadar da eğlenceli olmasını sağlamıştır. Branded To Kill en az tüm diğer Japon filmleri kadar Japon’dur, ancak Yakuza filmlerinin bütün dogmalarını, kurallarını kırarak klasikle hiçbir alakası olmadığını gösterir. Suzuki’nin sinematik felsefesi de budur. “Önemli olan bir şeyler yapmak değildir, önemli olan onları yıkan güçtür” der Suzuki. Fransız Yeni Dalga’dan oldukça etkilenmiş olan Suzuki Branded To Kill filmi ile de bu sözüne sağdık kalır.
Film tam bir Yakuza filmidir, ancak türün gerektirdiği her şeyi yıkarak başka bir seviyeye ulaşır. Hanada’nın haşlanmış pirinç fetişi (kendisi haşlanmış pirinç koklamadan sevişemez bile), çizgi filmleri aratmayan öldürme teknikleri ve neredeyse bir Luis Bunuel filmi kadar sürreal olan ikinci yarı filmi ayrıştıran etmenlerden bazılarıdır. Quentin Tarantino, Jim Jarmusch gibi cesur ve yenilikçi yönetmenlerin favori filmlerinden biri olan Branded To Kill sinema dogmalarına bir baş kaldırıştır adeta.
Tokyo Drifter (Seijun Suzuki, 1966)
Seijun Suzuki bu listede iki filmine yer verdiğim tek yönetmen, çünkü bence kendisi sinema tarihinde hak ettiği değeri görmemiş ustalardan biri. Suzuki kariyerinin çoğunluğunu Nikkatsu isimli stüdyo için b-tipi Yakuza filmleri yaparak geçirmiş bir yönetmen. Ancak enerjisi, yaratıcılığı ve tarzı bu filmlerinin kalıplarını oldukça aşan Suzuki, her çektiği filmle bu kalıpları yavaş yavaş kırmış ve kendi tarzının sınırlandırılamayacağını göstermiştir. Branded To Kill belirttiğimiz gibi onun baş kaldırışıdır, ama Tokyo Drifter’da onun manifestosudur.
Tokyo Drifter, “Anka Kuşu” lakaplı Tetsu isimli bir gangsterin hikayesidir. Canından çok değer verdiği patronu ve kendisinin özgürlüğü için rakip çetelere karşı çıktığı yolculuğa çıkan Tetsu, bir an bile ideallerinden ve görevinden vazgeçip süphe duymaz. Ancak işin sonunda Tetsu, çok sevdiği patronu tarafından ihanete uğrayacak ve çok sevdiği kadını dahil her şeyi terk edip bir seyyah(drifter) olmak zorunda kalacaktır. Tetsu’nun hikayesi Suzuki için kişiseldir.
Çünkü kendisi de yıllarını verdiği, 40 film çektiği stüdyo tarafından sınırlandırılmış, değer görmemiştir ve bilmektedir ki kendi artistik vizyonunu sınırlamazsa ihanete uğrayacaktır. Suzuki başına geleceklerinin bilincinde Tokyo Drifter’da görsel sanatsallığını zirveye çıkarmış, renkler ve kontrastlar üzerinden görsel bir senfoni oluşturmuş ve Branded To Kill ile sonuçlanacak olan isyanına başlamıştır. Sonuçlar ise kendisi için ağar olmuştur, 10 seneyi aşkın bir süre sinema sektöründen sürgün edilmiştir. Tetsu sevgilisinden kopartılırken, Suzuki de kendi aşkı olan sinemadan kopartılmıştır.
Ancak tıpkı Tetsu’nun lakabı gibi, yıllar sonra bir anka kuşu gibi küllerinden doğmuş, tam olmasa da hak ettiği övgüye kavuşmuştur. Sinemada yaratıcılığın, kendini ifade etmenin sınırsızlığına inanan herkesin izlemesi gereken bir isim Seijun Suzuki.