Bu yazımızda siz okuyucularımıza seçtiğimiz intikam temalı 4 filmden bahsedeceğiz. Özellikle çok fazla bilinmeyen, kıyıda köşede kalmış ‘underrated’ filmlerin bulunduğu bu seçkimizde intikamın dümdüz, klişe olarak anlatıldığı değil, daha derinlerine inen filmlere yer vermeye çalıştık. Filmlerin yazıları oldukça kısa olmakla beraber filmi de eksiksiz bir şekilde anlamanızı sağlayacaktır. Aynı zamanda yazılar spoiler içermektedir.
Straw Dogs (1971) / Sam Peckinpah
Bloody (Kanlı) Sam olarak anılan Sam Peckinpah’ın yönettiği 1971 yapımı Straw Dogs (Köpekler) burjuva bir çiftin Amerika’dan İngiltere taşrasına taşınmaları sonrasında yaşadıklarını anlatır. Çiftten David Summer Amerikalı iken eşi Amy ise İngilizdir. Birlikte buradaki yeni evlerinin garajını tamir ettirirken David aynı zamanda mesleği olan matematikçiliği ile ilgili de çalışmalarını sürdürmeye devam eder.
Başta her şey normaldir ancak sonradan sonraya her şey yavaşça çığırından çıkmaya başlar. Tamirci işçilerin Amy’ye olan tacizkar bakışları, “modern” Amerikalı David’i giderek hiddetlendirmeye başlar ancak başlarda kendini tutmayı başarır. Öte yandan evlerini ziyarete gelen bölge insanlarıyla da ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bir gün evlerine verdikleri geniş katılımlı partide David ile eski bir bölgesel papaz olan bir misafir arasında yer yer hiddetlenen ancak medenice sonlanan bir din & modernite tartışması yaşanır. David bu tartışmada tamamen içindeki kini ortaya saçarak din ile ilgili başlayan tartışmada konuyu engizisyon dönemlerine kadar götürür. Tartışma daha fazla alevlenmeden gece sonlanır.
İlerleyen zamanlarda ise tamirci işçilerin tacizleri de artmaya başlar, aynı zamanda bölgede bir suçlu da vardır ve onunla alakalı da gerginlikler yaşanmaktadır. Kendisi linç edilmek istenmektedir. David kendilerine yönelik olan bu tacizleri kolluk kuvvetlerine bildirse de çok bir şey değişmez, en sonunda kasabanın bir komiseri işçiler tarafından öldürülür. David artık tam anlamıyla çığırından çıkar ve tek başına tamirci işçilerin hepsini ilkel yöntemlerle öldürerek kendi Amerikan modernitesini Avrupa’ya idame ettirir. Yüzüne adeta tek başına verdiği savaşın zaferinin hedonizme varan haz ifadesiyle film sonlanır.
Straw Dogs aslında tam olarak moderniteyi tarihe gömen bir film işlevi görür. Filme göre insanların hepsi adlarının başına ‘modern’ kisvesi geçirilmiş birer hayvandırlar. Ruhlarının derinliklerinde daima bir şiddet ve ilkel duygular barındırırlar ve bu insan görünümlü hayvanlar daima birbirleriyle savaşacaklardır. Şehirse şehir, değilse taşra ama mutlaka savaşmaya devam edeceklerdir. David Summer içine doğup büyüdüğü burjuva sınıfının neredeyse tüm niteliklerini içinde barındırmaktadır, son derece kibirli ve egoisttir, sınıfsal nefreti de hat safhadadır, işçilerin Amy’yi taciz etmeleri ona sadece taşrada krallığını kurmada ona bahane olur ve amacını sonunda başarır. Final karesinde görürüz ki eşi Amy’le de aman aman bir bağı, aşkı kalmamıştır, o sadece köpekler gibi savaşmış ve beyaz eril erkekliğiyle bu savaşı galip olarak bitirmiştir.
Dead Man’s Shoes (2004) / Shane Meadows
This Is England ile gönülleri çoktan fethetmiş olan İngiliz sinemacı Shane Meadows’un ondan iki yıl önce çektiği bir underrated başyapıt olan Dead Man’s Shoes (Ölü Adamın Ayakkabıları)’nı bu seçkiye almaktan ne kadar onur duyduğumu anlatamam.
Sürdürmekte olduğu askerlik görevinden döner dönmez çok sevdiği, zeka geriliği olan erkek kardeşi Anthony’nin öldürülmüş olduğunu öğrenen Richard, akıl almaz bir intikam planıyla doğup büyüdüğü kasabaya döner. Kasabanın çetevari erkek grubunun lideri olan Sonny elbette bu ölümden sorumludur ancak Richard’ın planı çok farklı işleyecektir.
Dead Man’s Shoes şimdiye kadar ki hiçbir intikam filmine benzemeyen özgün tarzıyla çok dikkat çekici bir filmdir. Cinayet sahnelerinin neredeyse hiçbirisini biz görmeyiz, hep yaşandıktan sonra kendimizi kan donduran bir olay mahallinde buluruz. Öte yandan hiçbir şekilde popüler Hollywood izleri taşıyan özendirici, eğlencelik şiddet sahnelerine filmde yer yoktur. Richard film boyunca avlarına yavaş yavaş yaklaşır. Genel olarak Soyvet yapımı 80’lerden kalma gaz maskesini yüzüne takar, baltasını alır ve avlarının karşısına bu kılığıyla çıkar, bunlar haricinde bir de yeşil askeri ceketi mevcuttur.
Richard her şeyden önce ‘delikanlı’ taşra erkeklerine korkunun ve çaresizliğin ne demek olduğunu gösterir, yani aynı kendi kardeşine yaşatılanlar gibi. Kardeşi günlerce hakarete uğramış, taciz, tecavüze uğramış, aşağılanmıştır ve bunlara karşılık dahi verememiştir çünkü beyni küçük bir çocuktan farksızdır. Richard intikamında bunların hepsini hesaba katarak katliama başlar. Öldürdüğü çete üyelerinin tamamı en zavallı, karşı koyamaz hallerde, çocuk gibi korkutularak öldürülürler.
Dünya, bu kadar iğrenç bir hale geldiğinden ötürü Richard kendisinin de yaşamı hak etmediğini düşünür ve çetenin resmi üyesi olmayan, kardeşine yapılanlar sırasında eylemlere fiziken katılmayan ancak izleyen, durdurmak için bir şey yapmayan Mark’ı ziyaret eder. Dead Man’s Shoes’un kendi salt özgünlüğü bu muhteşem finalinde gizlidir. Richard kendisini Mark’a öldürterek kardeşinin ölümünde işkencelere katılmayıp sadece izlemiş olan tek kişiyi de, hatta belki de bu yolla seyirciyi de katil ederek dünyadan ayrılır.
I Saw The Devıl (2010) / Kim Jee-Woon
Listemizin 3.sırasında ise Güney Kore’den gerçek bir modern başyapıt bulunuyor. I Tale of Two Sisters, A Bittersweet Life ile dikkatleri üzerine çekmiş olan Kim Jee-Woon’un 2010 yapımı 3.uzun metrajlı filmi I Saw the Devil, doğruyu anlatmak gerekirse tam tamına dişe diş, kana kan bir intikam öyküsü sunuyor bizlere.
Nişanlısı Se Yeon’u psikopat seri katil Jang Kyung-Chul’a yeni kurban vermiş olan genç gizli ajan Soo Hyeon’un gözleri giderek intikam duygusuyla kör olmaya başlar ve Chul’un peşine düşer. I Saw the Devil’ın listede olmasının başlıca sebebi intikamı gayet klişe bir öyküyle anlatmasına rağmen film sürdükçe klişe görünen senaryonun tamamen dışına çıkarak bir kan pazarına dönmesinde saklı. İntikamın tanımını yapıyor olduğu sırada aynı zamanda dehşet sahneleriyle seyirciyi adeta şoka uğratan I Saw the Devil, bir insanın nereye gidebileceğinin kanlı canlı kanıtlarından birisi niteliğinde.
Seyirci en baştan itibaren elbette polis Soo Hyeon’un haklı motivasyonuyla birlikte onun yanında saf tutarken kendisinin Kyung Chul’la her karşılaşmasında onu bir türlü öldürmemesi, tam tersine defalarca işkence etmesi, tarifsiz bir şiddet uygulaması sonrası öldürmeyi her defasında sonraki buluşmaya bırakmasıyla birlikte kimin tarafında olacağına şaşırır hale geliyor. Katil Kyung-Chul da Hyeon’un elinden her kurtulduğunda yine cinayet işlemeye, öldürmeye devam ediyor, motivasyonunu, nedenlerini hiçbir zaman bilemiyoruz. Bu bilinmezlik de elbette filmin gizemini ve başarısını arttırıyor.
Chul’un her öldürülmeyi beklediğinde öldürülmeyişi de aslında Hyeon’un da ona dönüşmesinin bir metaforuna dönüşüyor bir noktadan sonra. Hyeon’un beklenen noktayı bir türlü koymayışı, tam tersine sadistik şiddetini devam ettirmesi bir noktadan sonra kendisinin de seri katile dönüşmesine neden oluyor diyebiliriz. Finaldeki duygu yüklü gözyaşları da belki de bunun Hyeon tarafından da farkına varılmasının bir dışavurumu olarak gözümüze çarpıyor.
Sonuç olarak I Saw the Devil, en kabaca haliyle intikamın yersizliğini, yanlışlığını yüzümüze vururken aynı zamanda bu duygunun hayatın merkezine oturduğu zaman bir insanın nasıl adeta bir ilkel yaratığa dönüşebildiğinin de ibret verici öyküsü.
The Last Duel (2021) / Rıdley Scott
Efsanevi Ridley Scott’un 2021 yapımı The Last Duel’i yönetmenin 2000’deki Gladiator saflığına yeniden dönüşü olarak nitelendirildi. Sonrasında da elbette büyük filmler çekmiş olan Scott hepsinin aksine The Last Duel ile geniş, popüler çevrelerin değil de daha çok alt kültür eleştirmenler ve sinemaseverlerin beğenisini kazandı.
Ortaçağ Fransa’sında yaşanmış bir olayı anlatan The Last Duel hayli radikal bir feminist bakışı cesur bir dille resmetmesiyle büyük beğeni kazandı. Sir Jean de Carroughes, eşi Marguerite Carroughes ve Jacques Le Gris arasındaki üçgeni anlatan film Ridley Scott’un son dönem en büyük işlerinden birisi olarak görülüyor.
Marguerite Carroughes’in Le Gris’in tacizine uğradığının dedikodusunun çıkmasıyla krallıkta yaşanan kargaşayı anlatan film özellikle muazzam kostüm tasarım, görüntü ve sanat yönetmenliği ile de dillere destan bir eser. Ancak hepsinin haricinde filmin yenilikçi, feminist ve devrimci senaryosuna değinmekte fayda var. Film hikayeyi iki kişinin bakış açısından anlatıyor. Final düellosuna kadar tacizi hem Jean de Carroughes üzerinden, hem de Le Gris üzerinden seyrediyoruz. Tam anlamıyla “kadının adı yok” deyiminin tarihsel karşılığını adeta yüzümüze vuruyor film. İki eril erkek şövalyenin kendi gözlerinden filmi izlememiz bizlere erkekler tarafından yazılan dünyanın ve tarihin bir yansıması olarak yüzümüze çarpıyor.
Şunu da söylemeden geçmemek gerekiyor ki Scott tüm bunları yaparken aynı zamanda aristokrat krallık içindeki çarpık, sapkın ilişkileri de gözler önüne seren cesur sahnelere de imza atıyor. Kadının adı olmamasının yanı sıra saray kibrinin, şatafatının ve aç gözlüğününün de tüm yönlerini açık açık gösteriyor bizlere.
Finalde ise elbette maskülenite, bunun üzerinden eril, erkek intikam duygusu adeta arşa çıkıyor. Aslında film boyunca Marguerite’in onuru, masumluğu için değil, kendi erkek adaletleri, erkeklik onur ve gururları için savaşıyorlar Sir Jean ve Le Gris. Bu da bizlere sadece 21. Yüzyılda değil dünyanın oluşumundan bu yana erkekler tarafından yazılan bir dünyada yaşayıp öldüğümüzü hatırlatıyor.