Yavuz Turgul’un 1992 yapımı Gölge Oyunu, polisiye, kara mizah ve varoluşsal bir kimlik sorgusunu aynı potada eriten, Türk sinemasında benzeri az bulunan bir yapım. Kendi sınırlarını belirleyen ve izleyicisini gerçek ile kurmaca arasındaki ince çizgide bırakan bu film, Yeşilçam’ın klasik anlatı yapısından sıyrılarak özgün bir sinema dili oluşturuyor. Absürt mizah ile melankolinin iç içe geçtiği hikaye, kimlik ve aidiyet kavramlarına dair önemli sorular sorarken, aynı zamanda sinema anlatısının kendisiyle de oynuyor.
Filmin açılış sahnesi daha en başından Yavuz Turgul’un kuralları kendisinin koyduğu bir anlatı olacağının sinyalini veriyor. Orkestra ekibinin kameraya bakarak doğrudan izleyiciye hitap etmesi, dördüncü duvarın yıkıldığı nadir Türk filmlerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu ilk dakikadan masaya koyuyor. Bu sahneyle birlikte film, izleyiciyi yalnızca bir hikayeye tanıklık eden değil, onu içine çeken bir unsur haline getiriyor.

Gölge Oyunu, tiyatro oyuncusu olan Abidin (Şener Şen) ve Mahmut (Şevket Altuğ) adlı iki karakterin rutin hayatlarının, gizemli bir kadının sahneye çıkmasıyla altüst oluşunu anlatıyor. Kadın, hayatlarına ansızın giriyor ve kısa süre içinde peşinde olduğu söylenen adamların tehdidiyle bir gölge gibi kayboluyor. Abidin ve Mahmut, hem onun kimliğini hem de neden kaçtığını anlamaya çalışırken, kendilerini giderek daha tuhaf bir oyunun içinde buluyorlar. Ancak film, klasik bir polisiye gibi ilerlemek yerine, olayları sürekli bulanıklaştırarak gerçeğin peşine düşmenin anlamsızlığını hissettiren bir atmosfere bürünüyor.
Filmdeki kimlikler meselesi yalnızca Abidin ve Mahmut’un kendi varoluşsal sıkışmışlıklarıyla sınırlı değil. Peşinde oldukları kadın gerçekten var mıdır, yoksa onların hayal gücünün bir ürünü müdür? Onu takip ettiği söylenen adamlar gerçekte kimdir? Film boyunca, karakterlerin yaşadıkları olayların ne kadarının gerçek, ne kadarının yanılsama olduğu belirsizleşir. Turgul, bu bilinmezliği gerilim unsuru olarak kullanırken, aynı zamanda izleyicinin hikayeye dair beklentilerini de boşa çıkarır. Gölge Oyunu, klasik anlatının sunduğu tatmin edici çözümler yerine, izleyiciyi bir soru işaretleri yumağıyla baş başa bırakır.

Şener Şen ve Şevket Altuğ’un uyumu, filme eşsiz bir ritim kazandırıyor. Diyaloglar, yer yer absürt ama bir o kadar da keskin bir mizahla işleniyor. Ancak filmin mizahı, yalnızca eğlence için değil, hikayenin melankolisini daha derinden hissettirmek için de kullanılıyor. Bu da filmin, yalnızca türler arasında gezinen bir anlatı olarak değil, duygusal bir deneyim olarak da öne çıkmasına yol açıyor.
Türk sineması için ayrı bir yerde duran Gölge Oyunu, 1990’ların başında Yeşilçam’ın çözülüp yeni bir sinema anlayışının şekillendiği dönemde, anlatı yapısıyla kalıpları yıkan bir film olarak dikkat çekiyor. Klasik Yeşilçam yapımlarından ve lineer anlatı geleneğinden sıyrılan bu film, biçimsel ve içerik açısından modern bir sinema dili kuruyor. Yavuz Turgul, burada yalnızca bir hikaye anlatmakla kalmıyor, sinemanın anlatım olanaklarını da genişletiyor.