“Hayatın yansımasını her zaman kendisine tercih etmişimdir.” der Francois Truffaut. Bu düşünce ünlü yönetmenin Antoine Doinel karakterini yaratma motivasyonunun belki de en sağlam kaynağı. Nitekim 1959-1979 yılları arasında gösterime giren beş filmlik seri, baş karakter ve yönetmenin hayatları arasındaki tesadüfi sayılamayacak sayıdaki benzerliği görmemizi sağlıyor.
Antoine Doinel, François Truffaut’nun alter-egosu olarak kabul edilmekle beraber, Fransız Yeni Dalgası’na damgasını vurmuş ve yönetmeninin daha ilk uzun metrajlı filmiyle ismini duyurmasını sağlamıştır. Bir ‘roman fleuve’ tadında izlenen seri, Antoine Doinel’in hayatının 20 yıllık kısmından kesitler sunmaktadır.
Francois Truffaut 6 Şubat 1932’de Paris’te dünyaya gelir. Evlilik dışı bir ilişkinin neticesinde doğan Francois gerçek babasıyla hiçbir zaman tanışamaz, tek bildiği Bayonne’dan Yahudi bir diş hekiminin oğlu olduğudur. Soyadını ise annesiyle evlenip, onu kendi oğlu gibi yetiştiren Roland Truffaut’dan almaktadır. Sekiz yaşına kadar büyükannesi ve dadılar ile büyütülen Francois, çocukluk yıllarını kitap ve müzik sevgisiyle dolu geçirir.
Büyükannesinin ölümünden sonra annesi ve üvey babasının yanına taşınmak zorunda kalmıştır. Mümkün oldukça arkadaşları ile ev dışında vakit geçirmeye özen gösteren Francois’nın Robert Lachenay ile ömür boyu sürecek dostluğu da bu yıllara dayanmaktadır. Nitekim bu dostluğun yansımasını seride baş karakterimizin René Bigey ile olan ilişkisinde de görmekteyiz. Sekiz yaşındayken izlediği Paradis Perdu (Paradise Lost, Abel Gance, 1939) filminden çok etkilenen genç Truffaut sinemaya derin bir tutku duymaya başlar. Sıklıkla okuldan kaçıp sinemaya giden Francois, parasızlığından ötürü gösterimleri kaçak olarak izlemektedir. Birçok okuldan sürüldükten sonra 14 yaşına geldiğinde nihayet okulu tamamen bırakır ve kendi eğitim modelini uygulamaya niyetlenir: Günde üç film izlemek ve haftada iki kitap okumak.
Sıklıkla Cinémathèque Française’i ziyaret eden Truffaut filmografisine ilham verecek Alfred Hitchcock, John Ford, Howard Hawks ve Nicholas Ray gibi yönetmenlerin yapımlarını izleme şansını elde eder. 1948’de kendi sinema kulübünü kuran Truffaut, burada sanatı üzerinde de çok etkisi olacak film eleştirmeni André Bazin ile tanışma fırsatı yakalar. Bazin, François’nın askerden kaçma girişimi sonrası hapse düşüşünde kurtarıcı rol üstlendiği gibi, ileride Fransız Yeni Dalgası’nın öncü isimlerinden biri olarak anılmasına neden olacak bağlantıyı da sağlar: Cahiers du Cinéma.
Hem eleştirmen hem de editör olarak görev yaptığı dergide pek de sevilmez Truffaut. Yazdığı değerlendirmeler çevresince oldukça ‘ağır’ olarak karşılanır; hatta kendisi için Fransız Sineması’nın mezar kazıcısı denmektedir. Belki de bu sebepten 1958 yılında Cannes Film Festivali’ne davet edilmeyen az sayıdaki Fransız film eleştirmeninden birisi olur. Dostu Bazin ile beraber sinema tarihine damga vuracak ‘auteur’ teorisini geliştirirler. Kısa filmler çekerek eleştirmenlik kariyerinden yavaşça sıyrılan Truffaut, Orson Welles’in “Touch of Evil” filminden de etkilenerek çektiği ilk uzun metrajı “400 Darbe” ile karşımıza çıkacaktır.
The 400 Blows (Les quatre cents coups, 1959)
Serinin başlangıç filminde 14 yaşındaki sıra dışı kahramanımız Antoine Doinel ile tanışıyoruz. Antoine, mutsuz ev ve okul hayatı arasında sürüklenen ve hayatındaki kısıtlı mutlu vakti okulu astığı günlerde elde eden bir gençtir. Annesi ve sınıf öğretmeni tarafından hiçbir şekilde takdir görmemekte ve bu sevgisiz atmosferden arkadaşlarının desteği ile uzaklaşmaktadır. Azardan ve cezalardan kaçmak için sıklıkla yalan söyleyen Antoine, yine yalan söylediği bir günün devamında hayatını değiştirecek bir karar alır ve kendi devrimini gerçekleştirir.
Yönetmenin gençliği ile büyük benzerlikler gösteren ve bu sebeple büyük ölçüde otobiyografik sayılabilecek film, 1959 yılında Cannes Film Festivali’nden ‘En İyi Yönetmen’ ödülü ile döner. Filmin bu muazzam başarısında Truffaut kadar Jean-Pierre Léaud’un performansının da payı büyüktür. Film seçmelerine bir ilanda denk gelen ve şansını denemek isteyen Léaud ile tanışan yönetmen, verdiği cevaplardan ve kamera karşısındaki kabiliyetinden çok etkilenir. Bu iş birliği, sinema tarihine damga vuracak serinin de başlangıcı olur.
Antoine and Colette (Antoine et Colette, 1962)
Serinin ikinci filminde Antoine’ın yetişkinliğe geçiş sürecine tanık oluyoruz. 17 yaşındaki Antoine bir plak üreticisinde çalışmaktadır ve kendi ayakları üzerinde durabilme idealini yakalamıştır. Boş vakitlerini opera ve klasik müzik dinleyerek ya da çocukluk arkadaşı Rene ile takılarak geçirmektedir. Bir iş çıkışı gittiği müzik programında Colette’e rastlayan Antoine, genç kadına ilk görüşte âşık olur ve onunla tanışıp yakın çevresinde yer edinmek için gayret gösterir. İlk aşk ve naifliğin filmi Antoine et Colette, 32 dakikalık kısacık süresine rağmen seyircide hoş bir izlenim bırakmayı başarıyor.
Aynı zamanda Pierre Roustang’in ‘Love at Twenty’ projesinde Shintarô Ishihara, Marcel Ophüls, Renzo Rossellini ve Andrzej Wajda gibi yönetmenlerin kısa filmleri ile beraber yer alan film, yönetmenin ‘Jules et Jim’ filmini tamamladığı dönemde geliştirdiği bir devam filmi fikrinden yola çıkılarak çekilmiş. Collette’in Truffaut’un hayatında kimi temsil ettiği sorusuna gelirsek de cevabımız Liliane Litvin. Truffaut ve Litvin Cinémathèque Française’de tanışıyorlar. Truffaut Litvin’in güzelliğinden o kadar çok etkileniyor ki işini bırakıp Paris’e taşınmaya karar veriyor. Hatta Litvin’in dairesinin karşısında bir daire tutarak onun gündelik aktivitelerini takip etmeye başlıyor. Litvin ise ne Truffaut ne de diğer arkadaşlarının (Jean Gruault ve Jean-Luc Godard) romantik ilgisine karşılık vermiyor.
Stolen Kisses (Baisers volés, 1968)
Serinin üçüncü filmi Truffaut’nun minik bir protestosu ile başlamakta. Filmin başında gördüğümüz Cinémathèque Française’nın kapalı kapısının üzerindeki Relache (kapalı) tabelası, Fransız hükümeti tarafından görevinden uzaklaştırılan Affaire Langlois içindir (Langlois Truffaut ve diğer yönetmenlerin protestoları sayesinde tekrardan görevine atanmıştır). Artık yirmili yaşında olan Antoine Doinel, ilerleyen yaşına rağmen düzene uymamaya ve kendi doğrularıyla yaşamaya devam etmektedir.
Askerden kaçma girişimleri, sıklıkla iş değiştirmesi ve kadınlarla olan inişli çıkışlı ilişkileri ile düzenli bir hayata geçmemek için adeta direnmektedir. Kendi ailesiyle kuramadığı sıcak ilişkiyi hoşlandığı kadınların aileleri ile kurmakta (Colette ve sonra Christine), annesinden göremediği sevgiyi de yine flört ettiği kadınların ilgisinde aramaktadır. Sorunlu aşk ve kariyer hayatının başına açtığı sorunlarla uğraşan Doinel, sonunda radikal kararlar vermeye ve büyümeye zorlanır. Truffaut’nun Akademi ve Altın Küre adaylığı bulunan bu renkli ve eğlenceli filmi, olumlu eleştirileri ve ödülleri öne çıkmaktadır.
Bed and Board (Domicile conjugal, 1970)
Serinin dördüncü filminde Antoine Christine ile evlenmiş ve Christine’in ailesinin bulduğu hoş bir dairede hayatını sürdürmektedir. Çalıştığı çiçekçide işleri batırdığı için iş değiştirmek zorunda kaldığında huzurlarını kaçıracak olayların da fitilini yakmış olur: burada tanışacağı gizemli bir kadın, tam da Christine’in yanında olması gereken bir dönemde Antoine’ın dikkatini dağıtacaktır.
Kyoko rolüyle karşımıza çıkan Hiroko Matsumoto’nun (Mademoiselle Hiroko) hikayesi de en az film kadar ilginç. Paris’te moda devleri için podyuma çıkan ilk Japon süper model olan Matsumoto, Pierre Cardin’in 1960’da Japonya’ya yaptığı seyahatte keşfedilmiş. Her ne kadar Cardin’in aşkı vasıtasıyla Paris’e taşınsa da 1967’de şirketin yöneticilerinden Henry Berghauer ile evlenmiş ve modellik kariyerini sonlandırmış. Berghauer sonrasında haute couture tasarımcısı Hanae Mori’nin şirketinde yönetici olarak çalışmaya başlamış. Bu nedenle filmde Kyoko’nun üzerinde gördüğümüz kıyafetlerin önemli bir bölümü de Hanae Mori’nin tasarımı.
Love on the Run (L’amour en fuite, 1979)
Serinin beşinci ve final filminde Antoine Doinel’e hayatına tanıklık ettiğimiz 20 yılın sonunda veda ediyoruz. Serinin önceki filmlerinden tanıdığımız karakterlerin katılımı ve sıklıkla tekrarlanan flashbackler ile serinin tamamlayıcı yapımı niteliğine ulaşan filmde, Antoine’ın geçmişiyle hesaplaşmasını ve birtakım dersler çıkarmasını izliyoruz. Christine ile Fransa’nın gördüğü en sorunsuz boşanma davasını atlattıktan sonra mevcut ilişkisini kurtarmak için harekete geçen Antoine, geçmişinde iz bırakan iki önemli olayla yüzleşme fırsatı bulur. Bunlardan ilki kaderin yollarının tekrardan kesişmesi için elinden geleni yaptığı Colette
Tazzi. Colette Antoine’ın aşk maceralarını anlattığı romanını okumakta ve kendisi hakkında yazılan kısımların gerçeği çarpıttığını düşünmektedir. Sonunda kendisiyle karşılaştığında ikili arasında derin bir diyalog gelişir. Bu kısım Antoine’ın geçmişte aşk hayatında yaptığı hataları tekrardan değerlendirmesi açısından son derece önemli ki mevcut ilişkisinin değerini daha da derinden kavrayabilsin.
Filmin ikinci yüzleşmesi ise belki de serinin en önemli çözümlemesi: annesiyle yasak aşkına tanık olduğu Monsieur Lucien. Lucien Antoine’ın annesi Gilberte’in ölümünden sonra derin bir melankoliye sürüklenmiştir. Antoine ile karşılaştığında sonunda duygularını paylaşacağı bir dert ortağı bulmanın rahatlığıyla içini döker. Antoine’ın çocuk yaşta görmediği veya görmek istemediği konulardan bahseder ve annesinin pek gösterememiş olsa da oğluna derin bir sevgi beslediğini vurgular. Sonunda da annesiyle düzgün bir şekilde vedalaşabilmesi için de Antoine’a yol gösterir. Bu kısım Antoine’ın eylemlerinin altında yatan sevgisizlik ve suçluluk duygusunun bir nebze giderilmesinde ve geleceğe daha sağlam adımlar atmasında büyük bir önem arz ediyor. Filmin son kısmında ise aşk hayatına yön veren kadınların karşılaşmasını ve yüzleşmelerini seyrediyoruz.
Antoine Doinel’in aşk hayatındaki kararsızlığını Truffaut’nun hayatında görmemiz de mümkün. Ünlü Fransız film yapımcısı Ignace Morgenstern’in kızı Madeleine Morgenstern ile 1957-1965 yılları arasında evli kalan Truffaut kayınpederinin yapım şirketi Cocinor’dan ilk filmlerinin çekiminde destek almış. Ayrıca bu evlilikten iki kız çocuğu olmuş. Evliliği ve eşinin güçlü ailesinin desteği ile Antoine’ın evlilik hayatını hatırlatan bir portre çizen Truffaut, serinin çekimlerinde Antoine’ın etkilemek için uğraştığı Christine’e hayat veren Claude Jade’e âşık olmuş ve ikili 1968 yılında nişanlanmış. Christine Darbon seride eşinin adaletsiz ve zalim tavırlarına karşın gösterdiği olgunluğu, kırgınlıklarını gizlemek için kullandığı hüzünlü gülümsemesi ve duyguları yerine mantığıyla hareket eden tutumuyla Doinel’in tam zıttı bir karakter portresi çizmektedir. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı adaylığı bulunan film, New York Times’ın 2003 yılında derlemiş olduğu en iyi 1000 filmlik listede de yerini almıştır.