Eric Rohmer sineması denildiğinde aklımızda canlanan imaj nedir? Uçsuz bucaksız plajlar, sayfiye evleri, villalar, sahil kasabalarında edinilen arkadaşlar, sevgililer… Bazen de ofis hayatından sıkılmış karakterlerin şehrin içinde çıktıkları farklılık arayışı, kısacası aşk arayışı… Egzotik lokasyonlarla bezeli bir sinematografinin merkezine yerleştirilmiş umutsuz ama neşeli aşıklar…
Eric Rohmer sineması üzerine araştırmaya ve analiz etmeye başlama nedenim, her şeyden önce Eric Rohmer filmlerinde çoğu izleyicinin fark edebildiği ancak adını koyamadığı bir şeyin, bir duygunun olmasıydı. Benim de arayışım bu duygunun tanımlanabileceği idealiyle başladı. Bu yazımda kısaca bundan bahsedeceğim.
Her şeyden önce Eric Rohmer’i tipik bir aşk filmi yönetmeni gibi görmemek gerek. İlk bakışta filmleri, umutsuz aşk ilişkileriyle işlenmiş konvansiyonel bir sinema gibi görülebilir. Büyük bir söylemin olmadığı, çoğu filminin benzer temalarda ve lokansyonlarda geçtiği ve naif aşk ilişkilerinin tekrarlandığı bir filmografi gibi görülebilir. Ancak Eric Rohmer’in yaratmaya çalıştığı şey bunun çok ötesindedir. Zaten kendini diğer aşk yönetmenleri arasında bu kadar farklı bir konuma getirebilmesinin nedeni budur. Zira o her şeyden önce bir aşk yönetmeni değildir. Onun yönetmenlik tarzını ifade etmek isteseydik, “etik yönetmen” veya “varoluşçu yönetmen” demek çok daha doğru olurdu herhalde.
Peki neden böyle bir adlandırma yapıyorum? Etik yönetmen nedir? Varoluşçu yönetmen ne anlama gelmektedir? Varoluşçu yazarlar bitti, şimdi de başımıza varoluşçu yönetmenler mi çıktı? Evet… Eric Rohmer bu yönetmenlerden biri. İlham aldığı disiplin ise hayatın içinden, etik değerlerin, ahlak felsefesinin içinden çıkan varoluşçuluk anlayışı. Onun filmlerinde gördüğümüz karakterler mütemadiyen gerçek ve idealize edilmiş aşkı ararlar. Bu yüzden hep bir arayış içindedirler. Çünkü bu aşk bir nevi gerçeklikten kaçıştır. Hayatın ağırlığından kaçış, arayışa dönüşmüştür. Varoluşçu literatürde de sıkça karşımıza çıkan bu “arayış” teması Eric Rohmer filmlerinde kendini “aşk arayışı” olarak gösterir. Jean-Paul Sartre’a göre, “Varoluş, özden önce gelir.” ve her birey önce varolmalı yani doğmalı; sonrasında ise bu yaşamdaki yerini, amacını, anlamını kısacası özünü bulmalıdır. Albert Camus de buna çok benzer bir söylemde bulunur. Ona göre yaşamın bir anlamı yoktur, sadece “absürd” vardır ve birey bu absürdle barışmalıdır. Dini bir öğretiyi veya kutsal kitabın ahiret anlayışını bütünüyle reddeden bu felsefe, tabiri caizse ateistik bir metafizik sunmaktadır bize. Peki bu felsefenin Eric Rohmer’le ne gibi bir alakası olabilir?
Eric Rohmer’in henüz lise öğrencisiyken müzik ve felsefe dersleri aldığını, hatta o dönemdeki felsefe hocasını çok sevdiğini, sonrasında Jean-Paul Sartre’la tanıştığını ve onun felsefesinden etkilendiğini belirtiğini biyografisi sayesinde biliyoruz. Daha o zamanlar Maurice Scherer olarak bilinen Eric Rohmer’in, sinema yapmaya başlamadan önce Camus’nün ve Sartre’ın makalelerini okuduğunu da biliyoruz.
O dönemde Paris’te iyice gelişen bu felsefe akımını sanattan ayrı düşünmek yanlış olurdu elbette. Haliyle varoluşçuluk, yönetmenlerin, yazarların sıklıkla etkilendiği bir felsefe akımı oldu. Eric Rohmer de hem edebiyata hem felsefeye olan ilgisiyle varoluşçuluktan etkilenmiş olduğu çok barizdir. En başta belirttiğim gibi, onun filmlerinde fark ettiğimiz ama adını koyamadığımız şeyi yaratabilmesinin nedeninin bu varoluşçuluk etkisi olduğunu düşünüyorum.
Bu noktada biraz daha detaya inip Camus’nün Sisifos Söyleni’nde ortaya koyduğu Don Juancılık kavramından bahsetmek istiyorum. Don Juan için zaten hali hazırda literatürde olan bir İspanyol efsanesi olduğunu söyleyebiliriz. Efsaneye göre Don Juan iflah olmaz bir zamparaydı ve sevdiği kadınlara ulaşabilmek adına türlü taktikler yapan, yaşamı ve sevmeyi seven bir karakterdi. Sisifos Söyleni’nin Don Juan bölümünde Camus özetle, Don Juan karakterini açıklar ve onun aslında ölüm korkusuyla yaşama bağlandığını ve tecrübelerini maksimize etmeye çalıştığını anlatır. “İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır.” diye başlar bu bölüm. Uzun lafın kısası Don Juancılık dediği şey, hayatın anlamını aşkta bulmak demekti. Ölüm korkusundan, hayatın anlamsızlığından kaçabilmek için insan ilişkilerine sığınmak, çok sevmek ve bu sevme eylemini sürekli bir hale getirmek demekti.
İşte yavaş yavaş Eric Rohmer’e yaklaşmaya başladık. Hatırlayın, onun çoğu filminde “gerçek aşk”ı arayan ama bir türlü o aşka ulaşamayan karakterler vardır. Ve bu karakterlerin çoğu depresif olmasalar da ve hiç göstemeseler de nihilisttirler. Yaz Hikayesi (A Summer’s Tale) filmindeki Gaspard’ın tiradını, Yeşil Işın (The Green Ray) filmindeki Delphine’in anlam arayışını yeşil ışında bulmasını ve çevresine karşı hep yabancılık hissettiğini hatırlayalım. Sonbahar Hikayesi’nde (Autumn Tale) Magali ve Isabelle’in yalnız kalmaya (yani aşksız kalmaya) karşı korkusunu, Koleksiyoncu Kız’daki (The Collector) Haydee’nin erkek koleksiyoncusu olmasını, Öğleden Sonra Aşk (Love in the Afternoon) filmindeki Frederic’in mutlu bir evliliği olmasına rağmen bütün kadınları kendine çekecek bir madalyona sahip olmak istediğini hatırlayalım. Bunlar Don Juancılığa verilebilecek en belirgin örnekler ama bu geri kalan çoğu filminin farklı bir temada olduğu anlamına gelmiyor. Diğer filmlerinde de bolca romantizm, aşka heveslenen karakterler ve bir iç sıkıntısı (angst) olarak kendini gösteren aşk arayışını görmek mümkündür.
Yazının buradan sonraki kısmında bahsedilen filmlerle alakalı spoiler içerebilir.
Örneğin A Summer’s Tale’in ana karakteri Gaspard, sevgilisi ile buluşmaya Dinard adlı bir sahil kasabasına gelir ama burada ilk önce Margot ile tanışır ve ondan hoşlanmaya başlar. Sonrasında Margot’nun arkadaşı Solene ile yakınlık kurar ve filmin sonunda sevgilisi Lena’nın da gelmesiyle üç kadını aynı anda idare etmeye başlar. Buradaki önemli nokta, film boyunca Gaspard’ın içe dönük bir nihilist olarak tasvir edilmesidir. Filmde dakikalar ilerledikçe Gaspard’ın kafa karışıklığı daha da artar ve hayatta peşinden koşmaktan hoşlandığı şeyin romantizmin kendisi, yani aşk arayışı olduğunu fark ederiz. Sevmeyi seven bir karakterdir Gaspard ve bunun farkına varmıştır filmin sonunda. Aradığı aşk onun için Margot’dur. Ancak filmin çok eşli ilişkileriyle donatılmış atmosferinde Margot da bir Don Juan arketipidir. O da sevgilisi olduğu halde Gaspard’dan hoşlanmıştır ve şimdiyse Margot’nun sevgilisi Dinard kasabasına gelecektir. Bu yüzden Gaspard’la vedalaşır.
The Green Ray filminde Delphine, filmin en başında tatil planı yaptığı arkadaşı tarafından ekilir ve tatil için izin aldığı tarih aralığında güzel bir tatil yapmak istemektedir. Bu yüzden oradan oraya sürüklendiği bir tatil macerasının içinde bulur kendini ama tatil için yanına gittiği arkadaş gruplarıyla bir türlü anlaşamaz. Yabancılık hisseder. Tatile gittiği bir yerde bir turist grubunun Jules Verne’in “Yeşil Işın” kitabı üzerine konuşmalarna kulak misafiri olur. Kitaba göre güneş tam batacakken bazen yeşil bir ışın görülebilir. Çok nadir gerçekleşen bir olaydır bu. Bunu gören kişi sevdiği kişi tarafından anlaşılacaktır. Yeşil ışın bir nevi zihin okuma gücü vermektedir. Delphine film boyunca hayatının aşkını arasa da onu bulamaz. Tüm ümidini kaybettiği anda Jacques ile tanışır ve “La Rayon Vert” (Yeşil Işın) isimli bir market karşısına çıkar. Her şeyin bir işaret olduğunu düşünen Delphine, aradığı o aşka yakın olduğunu hisseder. O gün güneşin batışını Jacques ile izlerler ve yeşil ışını görürler. Delphine için yeşil ışının anlamı aynı zamanda aşkın anlamıdır. Ve aradığı o aşka hem Jacques ile hem de yeşil ışını görerek ulaşmıştır.
Love in the Afternoon filminde Frederic’in mutlu bir evliliği ve yeni doğmuş bir bebeği vardır. Kendi işinin patronudur. Hayat onun için dört dörtlüktür adeta. Ama bir gün eski sevgilisi Chloe çıkagelir ve Frederic ahlaki bir ikilem içerisinde kalır. Hoşlandığı bütün kadınları kendisine çeken efsunlu bir madalyon arzuladığı sahneyle biz, Frederic’in bir Don Juan karakteri olduğunu anlarız. Zaten ne kadar eşi Helene ile evliliği iyi olsa da Chloe ile arkadaşlık sınırları içinde buluşmaya, sık sık görüşmeye devam eder. Frederic için ahlaki anlamda bir yanlış yoktur. Sonuçta Chloe’yi öpmemiştir veya ona fiziksel bir yakınlık göstermemiştir ancak biz seyirci olarak Frederic’in Chloe’yi arzuladığını anlarız.
The Collector filminde Adrien, ressam arkadaşı Daniel ile tatil için bir villaya giderler. Ancak burada hesapta olmayan Haydee adında bir ev arkadaşıyla karşılaşırlar. Haydee tipik bir Don Juan’dır ve odasına her gece başka bir erkek girmektedir. İlerleyen sahnelerde biz Haydee’nin bir şey aradığını öğreniriz ve o aradığı şeyi bulduğunda erkek koleksiyoncusu olmayı bırakacağını anlarız. Haydee bir Don Juan olduğu gibi Adrien de “ahlaki” gözüken bir Don Juan’dır. Film boyunca Haydee’yi yaşadığı tek gecelik ilişkileri yüzünden yargılar ama bir taraftan da Haydee’yi tavlamak için türlü taktiklere başvurur. Örnekler çoğaltılabilir. Özetle Eric Rohmer’in çoğu filminin merkezinde aşk arayışını ve felsefesel bir arkaplanı rahatlıkla görebiliriz. Onun ilgilendiği sorular, “Kime aşık oluruz?” veya “Aşk nasıldır?” gibi sorular değildir. Eric Rohmer, “Neden aşık olmak isteriz?” gibi daha meta bir soruyla ilgilenir. Bizi aşık olmaya iten şey hakikaten hissettiğimiz duygular mıdır yoksa bu dünyadaki yalnızlığımız mıdır?
Sanıyorum ki, Eric Rohmer’e göre, ölüme koştuğunu bilen varlıklar olarak biz, bu dünyanın ağırlığından kaçmak için aşık oluruz. İçimizdeki o boşluğu, birinin gelip tamamlamasını ve yalnız ölmemeyi arzularız. Eric Rohmer’in karakterleri bu yüzden çok severler, randevu, ilişki ve çöpçatanlık peşinde koşarlar çünkü merkezde devam eden büyük bir aşk arayışı vardır. Dolayısıyla, Eric Rohmer’in karakterleri bu dünyadaki mutluluğu ancak yine bu dünyanın içinde bulabileceklerine inanırlar. Bu yüzden bu dünyaya, yaşama sıkı sıkı sarılan, mutluluğu dünyevi olanda, ilişkilerde arayan Rohmer karakterleri; asla depresif, karanlık ve umutsuz bir şekilde tasvir edilmez. Çünkü varoluşçuluk -her ne kadar günümüzde depresif ruh hali ile özdeşleşmiş olsa da- bireye elindeki hayata sıkı sıkı sarılmasını, eylemlerinin sorumluluğunu almasını ve tutkuyla yaşamasını öğütler. Camus’nün dediği gibi, “Böylece ölümden üç sonuç çıkarıyorum: başkaldırım, özgürlüğüm ve tutkum.” İşte bu yüzden Eric Rohmer bana kalırsa aşk temasını neredeyse bütün filmlerinde varoluşçu bir perspektiften ele alır ve karakterleri, özgürlüklerini doruklarına kadar yaşayabilen tutkulu Don Juan’lar olarak kendini gösterir.
2 yorum
Çok iyi düşünülmüş ve analiz edilmiş bir konu. Konu çok iyi ele alınmış. Teşekkürler.
İnsanın anlam arayışı içindeki yolculuğunda bu açıklamanın yaratılarımda önemli bir yol oluşturdu. Sanattaki bu tavırlar tamda sanatın özünü yani varoluşunun mihenk taşı gibi olduğunu düşünüyorum.