Japon yönetmen Ryusuke Hamaguchi’nin kabarık ödül listesiyle 2021 yılını sallayan başyapıtı “Drive My Car”, insan yaşantısının derinliklerine olta atan incelikli bir film. Film, Cannes’da en iyi senaryo, en iyi yabancı dilde film Oscar’ı gibi ödülleri aldı ve gerçekçi karakterleri, natüralist hikaye anlatımı, sürükleyici diyalogları ile evrensel ölçekte takdir gördü.
Drive My Car, Haruki Murakami’nin aynı adlı kısa öyküsünden ilham alıyor ve sadece açılış bölümünün yaklaşık kırk dakika sürdüğünü düşünürsek, izleyicilerinden sabır istiyor. Bununla birlikte filmin oldukça tatmin edici ve içe dönük bir deneyim sunduğunu söyleyebiliriz. Film yavaş ve metodik bir şekilde gelişiyor ve izleyicide neredeyse meditatif bir his yaratıyor.
Film, kayıplarla başa çıkma, geçmişle barışma, insanın kendi içine yolculuğu, iletişim, insan ilişkileri, o ilişkilerden kalan kalıntıların yarattığı izlerin yanı sıra sanatın ruhu ayakta tutan, yaşamı şekillendiren gücü hakkında bir hikaye. Başrol oyuncusu Kafuku (Hidetoshi Nishijima), bir oyuncu ve tiyatro yönetmenidir. Kafuku, hikaye başladıktan çok da uzun süre geçmeden büyük bir kayıp yaşar. Pek çok film senaryodaki bu kayıp benzeri büyük kırılmalardan sonra izleyiciye direk hayat dersleri sunarken; Drive My Car genel anlamda yaşamaya devam etmenin ne anlama geldiğinden bahseder. Kayıp sonrası, Kafuku adeta hayatın kendisinin aslında muhteşem bir sanat taklidi olduğunu ima eder gibi Çehov’un Vanya Dayı prodüksiyonu üzerinde çalışır ve senaryo gelişir.
Film kabaca iki bölüme ayrılmıştır. Filmin başlarında Kafuku’nun televizyon yazarı olan karısı Oto ile rahat yaşantısına tanık olur izleyici. Birbirlerine görünürde sevgi dolu ve karşılıklı olarak destekleyici olan çift; adeta sıcaklık, arzu ve yaratıcılıktan oluşan bir ilişki kozasına sarılı gibidir. Cinsel yaşamları tatmin edicidir ve aralarındaki erotik-estetik bağın devamı niteliğindedir. Ancak seyirci sakin yüzeyin altında sallanan ilişkinin karmaşıklığını da hisseder. Kafuku ve Oto’nun, ortak yaşantısının en çekici tuhaflıklarından biri de, Kafuku’nun araba sürerken dinlediği, üzerinde çalıştığı oyunlara ait ses kasetleridir. Kasetlerdeki sesin sahibi eşi Oto’dur. Kalbini adadığı oyunlarını, kaybıyla ve ihanetiyle hayatını sarsan yine kalbini adadığı kadından dinler Kafuku…
Filmin ikinci ve en uzun bölümü Hiroşima’da geçer. Kafuku, yaşadığı büyük kayıptan belli bir süre sonra Çehov’un Vanya Dayı’sının bir uyarlamasını yönetmek için Hiroşima’ya taşınır ve orada şoförü olarak atanan, kendisine benzer şekilde çekingen genç bir kadın olan Misaki Watari (Tôko Miura) ile tanışır. İkili araba yolculukları boyunca hem birbirlerine hem de dış dünyaya ördükleri zırhları yavaş yavaş kırar ve bu yolculuklar kendileriyle ve geçmiş yaşantılarıyla yüzleşme/barışma seanslarına dönüşür. Senaryo Misaki ile yakınlaşmasına kadar Kafuku’nin içindeki kötü durumu yufka yürekli bir incelikle anlatır.
Kadınının ölümü ve ihanetiyle sarsılmış kederli bir aşık, yıllar geçse de devam eden sıkıntısını profesyonel bir titizlik ile maskeler, en çok sevdiği kişiye karşı öfkesini artık yutamayacağı noktaya kadar adeta yorucu bir soğukkanlılık gösterir. Onunkisi ironik olarak oynadığı Vanya Dayı’daki ana karakterin bir yansıması gibi; boşa geçmiş bir hayatın geri dönmeyecek anlarına karşı kaderci bir pişmanlık ve kabulleniş halidir. Derinlerde bir yerde fırtınalar kopsa da dışardan soğukkanlı olarak okunan bu duruş Hiroşima’da kendisine atanan şöförü Misaki’nin durumu ile de benzerlikler içerir. Misaki de geçmiş yaşantısının kalıntılarına gömülen, kendi suçundan kaçan bir karakterdir. İkili bu noktada birbirlerini adeta yaralarından tanır; buzlar kırılır, gizlilik ihtiyacı ortadan kalkar. Bu durum Kafuku için hayatını ileriye doğru sarmasını sağlayabilecek bir geçmişle yüzleşme/barışma olanağı sağlar.
Film boyunca yinelenen ana tematik görüntü, tahmin edilebileceği gibi arabadır. Filmin en duygusal diyalogları ve en çarpıcı görüntüler arabalardaki konuşmalar sırasında ortaya çıkıyor. Yönetmen Hamaguchi, sonraları verdiği röportajlarda araba sahnelerinde efsane İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’den esinlendiğini gizlemez. Her iki yönetmene göre de araba, kişinin kendi içsel yolculuğu ve içsel gözlemi için ideal bir alandır. Bir röportajda Hamaguchi, hareket halindeki arabaların içinde başka durumlarda gösteremeyeceğimiz şeyleri ortaya çıkarma eğiliminde olduğumuza inandığını açıklıyor. Yolcular nadiren birbirlerine, genellikle de aynı yöne bakarlar; bu da Hamaguchi’ye göre yolcuların konuşurken kendi içlerine dönmeye meyil ettikleri bir alan yaratır. Film ilerledikçe, Kafuku ve Misaki bu samimi alanda daha da yakınlaşır. Araba onlar için bazen bir sığınak, bir günah çıkarma kutusu; kimi zaman da terapist koltuğu işlevi görür ve araba yolculukları ikilinin zorlu geçmişleriyle yüzleşmelerine yardımcı olur.
Görüntü yönetmeni Hidetoshi Shinomiya’nın incelikli görüntüleriyle zenginleştirdiği ve güçlü teatral referanslar içeren film, görünüşte sıradan olaylardan görkemli bir görsel sembolizm çıkarıyor. Anlatı karmaşık olduğu kadar basit görsellerle sizi sakinleştiriyor. Sinematografi; tüm parçalar – insanlar, iç mekanlar, manzaralar – sade ve gösterişsiz. Film iyi aydınlatılmış, temiz bir şekilde kurgulanmış ve çoğunlukla dikkati hikayeden uzaklaştırabilecek süslemeler içermiyor. Bu zorlamasız minimalizm, cesur vuruşları daha belirgin hale getiriyor. Arabanın açılır tavanında tutulan sigara (kahramanların duygu birliğini sembolize etmesi açısından), kameranın diğer kahraman konuşurken dinleyen tarafın suratında sabitlendiği arabanın arka koltuğundaki uzun konuşmalar… İki muhatap arasında çırılçıplak bir samimiyet vaad eden bu gidiş gelişler, görünürde basit kompozisyonları güçlü bir şekilde perçinliyor.
Drive My Car, geçmişin yaralarıyla ilgilense bile geriye dönüşler, flashbackler yok. Senaryo, geçmişin dikiz aynasında ne olduğuyla değil, ileride ne olacağı ile ilgileniyor aslında. Karakterler, geçmişte ne yaşadıklarının değil; yaşantılarının onları neye dönüştürdüğünün derdinde. Hamaguchi’nin yönetmenliğinin hassas, sabırlı dokunuşunda karakterler, bir yazarın sayfasındaki kelimelerden ve fikirlerden oluşan idealize edilmiş kahramanlar olmanın çok ötesinde… Varış noktasının kişinin kendisiyle ruhsal yüzleşmesinde olduğu, başkasını anlamak için de en kabil yolun kişinin kendisini bilmesinden geçtiğini anlatan, düşünceli ve yer yer hüzünlü bir yolculuk olan “Drive My Car”; geçmişin bıraktığı izleri, bizi uyandıran çarpışmaları ve her çarpmadan aldığımız şifayı birleştiren hassas, ölçülü ve zarif bir ağıt gibi. Ve bu ağıt izleyiciyi hem hüzünlendiriyor hem de rahatlatıyor…