Doğanın Kucağındaki İnsanın Çıkmazları: Selcen Ergun ile Filmi “Kar ve Ayı” Üzerine

Yazan: Semiha İktüeren

Dünya prömiyerini 47. Toronto Uluslararası Film Festivali (TIFF) kapsamında gerçekleştiren Selcen Ergun imzalı “Kar ve Ayı” filmi uzun soluklu ve bol ödüllü festival yolculuğunun ardından 8 Eylül tarihinde gösterime girdi. Merve Dizdar ve Saygın Soysal’a Asiye Dinçsoy, Erkan Bektaş, Derya Pınar Ak, Onur Gürçay ve Muttalip Müjdeci’nin eşlik ettiği film, kışın bitmek bilmediği uzak bir kasabaya atanan genç bir hemşirenin oradaki güç kavgaları, patriyarki ve kendiyle yüzleşme hikayesini konu alıyor.

Filmin yönetmeni Selcen Ergun’la filmin ortaya çıkış sürecini, çekimi sırasında yaşananları, festival yolculuğunu ve özünü konuştuğumuz keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Filminiz “Kar ve Ayı” birçok festival gezdi, büyük başarılar kazandı. Festival deneyimlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Özellikle TIFF’te aldığınız tepkiler nasıldı?

Evet dediğin gibi “Kar ve Ayı”nın uzun bir festival yolculuğu oldu ve hala da devam ediyor bu yolculuk. Dünya prömiyerini yaptığımız Toronto Uluslararası Film Festivali’nde hem eleştirmenlerden hem de seyirciden çok güzel tepkilerle karşılaştık. Söyleşide de beklediğimden çok daha fazla filmin ruhunu anlayan sorular geldi. Hep denir, Toronto bir seyirci festivalidir diye, neden öyle dendiğini oradaki gösterimlerde Toronto seyircisi ile buluşunca daha iyi anladım. “Kar ve Ayı” Türkiye, Almanya, Sırbistan ortak yapımı bir film. TIFF’de başlayan yolculuğun hemen arkasından Almanya’da Hamburg Film Festivali’ne gittik. Sonra da Türkiye prömiyerini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yaptık. Sırbistan’da en iyi ortak yapım ödülünü aldık. Dünyanın bambaşka köşelerinde de insanlarla buluştu film. Tam da pandemi sonrasında, hem filmler sinemalarda yeniden seyirci ile buluşabilecek mi bilemediğimiz, hem de bizim seyahat edemediğimiz o belirsiz dönem sonrası bu çok daha değerli oldu bizim için.

Toronto sonrası Amerika’da da ilgi çoktu: Palm Springs, Santa Barbara, Seattle’a gitti. San Francisco’dan çok kıymetli “Yeni Yönetmenler Ödülü”nü aldı. Asya’nın doğusunda Kuala Lumpur, Şangay, Hindistan’da Goa Film Festivali (Hindistan Uluslararası Film Festivali), Sidney’de seyirci ile buluştu. Nerdeyse kışın yaşanmadığı bir ülkede bu filmi konuşmak bambaşka bir deneyim oldu benim için. Tersine Kanada’da, kışın gerçekten bitmek bilmediği bir coğrafyada yaşayan ve bir de başka ülkelerden oraya farklı nedenlerle gelip ‘dışarıdan’ olma deneyiminin içinde var olan seyircinin Aslı ile empatisi çok daha yoğundu. Toronto’da bir seyirci bana annesinin bir sabah sinirle kapının önüne çıkıp karın kışın bitmesi için gökyüzüne “Artık bit!” diye bağırdığını hatırladığını söyledi mesela. Doğa karşısında insan her yerde insan. Aciz bir yandan.

“Kar ve Ayı” ilk uzun metraj filminiz. Çekim aşamasında karşılaştığınız zorluklar neler oldu? Nasıl süreçler yaşadınız? Biraz paylaşabilir misiniz?

Film yapım süreci, özellikle bağımsız filmler açısından değerlendirirsek -tahmin edebileceğiniz gibi- hiç kolay değil. İlk film olmasının başka zorlukları da var. Bir sürü insanın katkısı, sonsuz desteği ile karşılaşsanız da yönetmen olarak tüm sorumluluk her saniye sizin sırtınızda. Ne olursa olsun her sabah uyanıp önce kendinizi sonra da sizinle yola çıkan herkesi tekrar tekrar motive etmek durumundasınız. 

 “Kar ve Ayı”nın tretmanı ile 2017’de uluslararası bir jüriden Köprüde Buluşmalar Destek Ödülü aldık. Ardından da Berlin Film Festivali’nin senaryo geliştirme atölyesine seçildi film. Bu süreçte bu filmin uluslararası ortaklık potansiyeli olduğunu da anlamış olduk. Böyle bir yola çıkmaya karar verince zaten filmi fonlama sürecinin de zaman alacağını biliyorsunuz.  Ne güzel uluslararası fonları var filmin diyoruz ama bir taraftan da fonların da bazı sorumlulukları var. Mesela Almanya’dan aldığınız fonu orada kullanmanız isteniyor. Bu da bambaşka süreçleri, zorlukları da beraber getiriyor. Uzun ve meşakkatli bir yolculuk tabii.

“Kar ve Ayı” tam bir kış filmi. İsminin hakkını verecek kadar. Bu sert kış koşullarında filmin hayata geçmesi nasıl oldu? Neler yaşandı çekim süreçlerinde? Mekân seçimi nasıl gerçekleşti?

Mekân araştırması yaparken, filmin anlam katmanlarından biri de olan ‘biz insanların doğaya ve onun tüm canlılara nasıl davrandığı ve karşılığında ne aldığı’nın cevaplarında biri, iklim değişikliği, tüm gerçekliğiyle karşımıza çıktı. Elimizdeki bütçeyle filmi çekmek için en fazla 29 günümüz vardı. Ki şu da sektörde iyi bilir: bir film eğer karda geçiyorsa normal çekim süresini 1.5 ile çarparsınız. Tabii böyle bir olanak yoktu bizim için. Karın neredeyse gerçeküstü bir şekilde bitmek bilmediği bir hikâyeyi çekebilmek için yaklaşık bir ay boyunca karın sürdüğü bir mekâna ihtiyacımız vardı.  Önceki senelerde çok kar yağdı denilen yerlere gidip bakıyoruz ortada kar yok. Soruyoruz soruşturuyoruz: “Bu sene yağmadı” deniyor. Hepimizi tedirgin eden iklim krizi gerçeğiyle çekim öncesi süreçte bizzat böyle tanıştık ve yüzleştik. Sonunda Doğu Karadeniz’in de doğusuna, yüksek dağ köylerine gitmemiz gerekti bu yüzden. Hikâye tabii ki Karadeniz’de değil zamansız, mekânsız, tanımsız hayali bir kasabada geçiyor. Ama bu köylerin zamanda asılı kalmış gibi olan ahşap dokusu, kışın gerçekten de dışarısı ile bağlarının kesiliyor olması ve bunun insanlarda yarattığı baskı tam da hayal ettiğim gibi bir atmosfer yaratmaya olanak sağladı. Bir yandan da neredeyse ormanın içinde, doğa ile iç içe olması gerekiyordu mekânın. Bu köyler film içinde bolca seslerini duyduğunuz ayıların tilkilerin gerçekten indiği yerler. Ama tabii bu büyülü mekanlar yanında başka zorlukları da getiriyor. Bazı günler kar fırtınası yüzünden otelden çıkamadık. Sabah 7’de başlanması gereken çekim programımız öğlen 12’de başladı çünkü kar yüzünden arabaların gidemediği yerlerde yürüyerek devam ettik. -20 derecelerde omuzlarımızda ekipmanlar, oyuncuların da ekibe yardım ettiği ve epey karda yürüdüğümüz bir süreç geçirdik. Ama bir taraftan da şahane bir ekibimiz vardı. Yapım ekibi böyle bir ortamda film çekme konusunda tecrübesiz olsa da set ekibi, kamera ekibi hepsi acayip iyi iş çıkardılar. Bu savaşın içindeyken doğru insanlarla olduğumu hissettim. Oyuncular için de aynı şey geçerliydi. Onlar da çok dirayetliydi. Doğa ile savaşıp o savaştığımız doğanın bize verdiği hediyeleri de gördük.

“Kar ve Ayı”nın hikâye süreci nasıldı? Bu hikâye nasıl ortaya çıktı?

Hikâyenin ilk tohumları 2016-2017 yılında atılmaya başlandı diyebiliriz, 2017 sonunda filmdeki haline çok yakın şekilde senaryo ortaya çıkmıştı. Türkiye’den büyük bir yapım şirketinin desteği olmadan, benim ve benimle yürüyen dostlarımın kişisel çabalarıyla film için gerekli kaynağı ve fonu yaratma süreci sonunda 2020 yılı başında da çekimleri gerçekleştirebildik.  Hikâyenin ana kaynaklarından biri ortak senaristim ve uzun zamandır da arkadaşım olan Yeşim Aslan ile birlikte bizim ve birçok kadının, aslında son dönemde pek çok insanın içinde yaşadığı, tarifi zor, elle tutulamayan bir güvende olmama hissi. Aynı zamanda günlük yaşamın en küçük karşılaşmalarında bile bazen önümüze çıkan güç ilişkileri dengesizliği ve ataerkil önyargılar. Bunlar senaryonun temel duygusunu verdi bize. Bu duygular ile bağlantılı ve tam da aynı sistematik temelden beslenen diğer kaynak ise demin bahsettiğim bizim insanlar olarak doğaya nasıl davrandığımız. Kendimizi nasıl bu dünyanın merkezinde görüp aslında her şeyi kendimize hak gördüğümüz… Tüm bunlar, karanlık ve masalsı bir dünyada, karlar altında hayali bir kasabada bir araya geldi. O mikrokosmosda bahsettiğim tüm güç ilişkileri, hissedilen tekinsizlik ama aynı zamanda umut ve cesaret de daha görünür oldu. Yani özünde insan olma deneyimine dair bir film ‘Kar ve Ayı’. Aslı’nı deneyimi, benim ve çevremde her yaştan, farklı coğrafyadan birçok kadının deneyimi. Kendisini sıkışmış hisseden ve de bunun karşısında dirayet gösteren birçok insanın deneyimi.

Filmde hayvanlar, doğa, orman ve kış ön planda. Ayı bir şekilde var ama çok da görünmüyor. Hitchcock’un Rebecca’sı gibi film boyunca bahsedilen ama görünmeyen kahraman… Ortada ayı yok. Ayının zarar verdiği bir şey de yok. Sadece kulaktan kulağa yaratılan korku atmosferi hâkim…

Evet, gerçekten öyle. Ayı insanların toplu korkusunun yarattığı bir düşman. Bir grubun/toplumun bir arada durmasını da sağlayan…  Tam da bu yüzden günah keçisi olması da bir o kadar kolay.

Selcen Ergun

Yaşayan kültür olarak ayı mı bizi rahatsız ediyor yoksa biz mi onu? Aslında biz de ayının mekânını işgal etmiş oluyoruz oraya köy kurarak.

Kesinlikle filmin derdi de tam bu aslında. Ben mesela en üst katta yaşıyorum ve bazen martı seslerine takılıyorum. Sonra kendime hatırlatıyorum “Biz gelip onların alanına evler apartmanlar kurduk. Burası deniz kenarı yani onun mekânı”. O yüzden 2 senedir her bahar 2 ay çatıyı paylaştığım bir martı ve onun sabahları susmak bilmeyen yavruları ile uyanıyorum 🙂

Kar ve Ayı’nın ses dünyasına mekânın asıl sahibi doğa ve hayvanlar hâkim. Ve bu ses kuşağı çok önemli filmin atmosferi için. Sesler bize işte tam da bu gerçeği hatırlatıyor. İnsan hayatındaki dertleriyle uğraşırken, kendi savaşlarını verirken, bundan çok daha büyük bir gerçekliğin içindeler ve orada bambaşka şeyler oluyor. Bizler küçük hesaplar peşinde koşarken bir çığ gelip, bir pandemi gelip en güçlüğümüzden zayıfımıza hayatımızı allak bullak edebiliyor.  Çoğu zaman da insanların hırsından kaynaklanan nedenlerden. Filmin içinde hikaye anlatıcılığı da önemli bir katman. Sadece insana dair değil doğaya dair de karanlık bir masal anlatmayı amaçladığım için. Söylentiler, yaş ağacı kesme ve karşılığını bitmeyen bir kışla ödeme efsanesi, Hasan’ın ayıyı öldürerek kasabaya bela getirdiğinden korkulması, Samet’in babasının kulaktan kulağa dolaşan ve Samet’e de ders olduğu hissedilen ayı ile karşılaşma hikayesi, fal bakma ritüelinde sık sık kullanılan hayvanlar, Aslı’nın peşini vicdan gibi bırakmayan Hasan’ın köpeği, karakola dadanan yarasalar… Bu karanlık masalın parçaları hep. Dinlemek isteyene tabii 🙂

Filmdeki karakterlere derinlemesine yaklaşacak olursak, Samet karakteri sanırım doğayla bir çeşit uzlaşı içerisinde. Ayının peşindeki kasabalılar ayıyı bir tehlike olarak görürken Samet onu anlayan bir tarafta… Yani doğayı anlayan…

Evet, Samet o kasabada ‘öteki’ olarak görülen bir karakter. Aslı’nın konumuyla paralel bir şekilde o da içerideki ‘öteki’… Öyle bir dünyada hayvanların tarafında durduğu için garipsenen, hatta gayet akla mantığa yatkın şeyler söylese de ‘yarım akıllı’ görülen birisi. Bu nedenle dışarıda kalan ayıyla ya da dışarıdan gelen Aslı ile daha hızlı empati kurması çok normal.

Filmde Aslı ve Samet’in kendi etik değerlerinin ikileminde kalması çok etkileyici. Yani filmdeki karakterler için iyi ya da kötü insan diyemiyoruz. Bu da karakterleri gerçek katmanına taşıyor aslında. Bu karakterler aramızda hissi veriyor. Bunun dengesini tutturmak zor oldu mu?

Herkesin bu kadar kutuplaştığı, her şeyi siyah ve beyaz görme eğiliminde olduğumuz bir dünyada, o sınırların keskin olmadığını hatırlamak gerekiyor. Ben kendi içime de dönüp bakıyorum: farklı koşullar altında durduğum iyilik sınırlarında aynı şekilde durabilir miydim? diye. Film de aynı şey üzerine düşünüyor. Tıpkı Aslı’nın ikilemi gibi… İnsan olarak siyah ve beyaz değiliz çünkü. Bazen kararlar veririz ve onlar yanlış kararlar olur, bazen bile isteye o kötülüğün sınırlarında geziniriz, bazen doğruları görürüz ve doğrular için kendimizi feda ederiz.

Filmin görüntü, ses, ışık ve renk yani atmosferinin başarısı ile devamlı diken üstünde izliyoruz. Tehlike bekliyoruz her an.

Acaba nerden gelecek tehlike değil mi? Hasan’dan mı? Samet’ten mi? Bizzat Aslı’nın kendisinden mi? Yoksa yarattığı endişe kendisinden de büyük olan ayıdan mı? Samet karakteri en kolay empati kurabileceğimiz karakter belki. Doğaya en yakın, biraz benim insan ve doğa ile ilgili fikirlerimin sözcüsü gibi. Ama bu onun da bazen kötülüğün sınırlarında gezdiği gerçeğini değiştirmiyor.  

Filmde bir detay ama değinmek istiyorum. Aslı ile birlikte araba yolculuğu yapan yaşlı kadın benim ilgimi çekti. Bana bilge kadın, bilge anne arketipi gibi geldi. O doğa savaşının içinde daha sakin kalmayı başaran ve bir şekilde o doğanın kızgınlığı ve şiddetiyle barış yapmaya çalışan…

Aslında çok doğru bir nokta yakaladın. Ben Ankara’da büyüdüm ama babaannemle çok zaman geçirme şansım oldu buradaki gibi küçük bir kasabada, doğa ile böyle yakın iletişimi olan bir dünyada, bir göl kenarında. Orada da gözlemlediğim bir şeydi bu. Yaşlı kadınların sakinlikleri içinde, zamanın getirdiği doğaya dair bir bilgeliğe sahip olmaları. Doğa ile savaşmanın, ona üstünlük taslamanın sonuçlarının hiç de iyi olmayacağı. Tam da bilge kadın arketipine yakın Hasene dediğin gibi. Doğayla savaşmaya çalışan, kılıç kuşanan erkeklerin yanı sıra doğayla barış yapma niyetinde olan, onu anlamaya çalışan, ondan da yardım isteyen böyle yaşlı kadınlar da olacaktır. Doğa ile birlikte ve ondan bir şeyler öğrenerek yaşamanın yolunu arayan ve bir şekilde bulan…

Türkiye sinemasında toplumcu gerçekçilik biraz daha ön planda genel olarak… Kar ve Ayı ise masalsı bir film. Siz bu anlamda nasıl tepkiler aldınız? Sizi nasıl değerlendirdiler?

Bazen ‘Kar ve Ayı’ şehirli/kasabalı çatışması gibi yorumlanıyor. Aslı’yı şehirli olarak konumlandırmıyorum. Doğanın bu kadar sert olmadığı bir coğrafyadan geliyor diyebiliriz. Bu film kasabada geçse de derdi kasaba ile ve kasaba insanı ile değil. Bunu hep söylüyorum, film sektörünün içindeki ya da beyaz yakalı çalışanların olduğu bir şirketteki karakterlerin, erk ilişkilerinin, ataerkil önyargıların Akçeken’den farklı olduğunu düşünmüyorum. O yüzden de taşraya değil insan olma deneyimine bakıyorum bu filmde. Aslı’nın kendisini içinde bulduğu ve güvensiz hissettiği bu ortamdaki dinamiklerin, oradaki insani zaafların ve insan doğasına ait kötülüklerin sadece kasabaya ait olduğunu düşünüp bu filmi ‘taşra filmi’ olarak görmek bence biraz da dönüp kendimize bakmamakla ilgili. Ben bizi anlatıyorum. Tam da filmde Samet’in Aslı’ya söylediği söz önemli bu noktada: ‘Onlar da onda bunda kabahat ararlar… Hiç dönüp bakmazlar kendilerine ben ne yaptım diye….’ Bu yüzden bir masal ‘Kar ve Ayı’. Masallar sembolik bir evrende dışarıdan kendimize bakmamızı sağladıkları için…  Masalların arketipler üzerinden ilerliyor olmasının nedeni de bu. Ve tüm bunların bir araya gelebileceği yer şehrin göbeği değil ne yazık ki.

Selcen Ergun

Türkiye sinemasında atmosfer kurulumu biraz es geçilen bir alan gibi geliyor bana. Yani hikâye daha ön plana çıkıyor. Sizin filminizde tam tersi atmosfer kurma biçiminiz dikkat çekici. Nasıl başardınız bunu yaratmayı?

Bu biraz da benim hikayeleri düşünme biçimim ile ilgili. Kısa filmlerimde de senaryolar hep atmosferleri ile canlanmıştı yazım aşamalarında. Kar ve Ayı’nın daha ilk tretmanında bile filmin dünyası ve atmosferine dair birçok done vardı. Sahneler genelde rengi, kokusu, sesi ile bir bütün halinde canlanıyor yazarken, ardın onun verdiği duygu karakterleri ve olayları da şekillendiriyor.

Peki son olarak düşünürken yazarken nelerden besleniyorsunuz?

Geniş bir skala var. Mesela fotoğraf benim beslendiğim bir alan. Sinemadan önce fotoğrafçılık vardı benim için. Lisede fotoğraf çekmeye, karanlık odada onları yıkamaya ve bu alanda üretmeye heyecan duymaya başlamıştım. Çoğunlukla bir şey yazmaya başladığım zaman gün içinde yaşadığım, okuduğum, izlediğim her şeye onun çerçevesiyle bakmaya başlıyorum. Bazen vapurla karşıya geçerken insanların konuştukları, kendilerini nasıl ifade ettikleri, nasıl cümleler kurduğu, dertlerinin ne olduğunu çaktırmadan dinliyorum. Umarım bir gün başıma bir şey gelmez bu yüzden 🙂 Bazen orada duyduğum bir diyalog filme sirayet ediyor. Bazen tanıştığım bir insan filmdeki bir karaktere detay

1 yorum

Mehmet Kaplan 19 Eylül 2023 - 20:48

Çok güzel bir ropörtaj olmuş sorular harikaydı.

Cevapla

Yorum Yapın

Bunlar da İlginizi Çekebilir