Cem Kaya’nın 72. Berlinale Film Festivali’nin Panorama bölümünde gösterilen son belgesel filmi “Aşk, Mark ve Ölüm” kurmaca dalında Panorama Seyirci Ödülü’nün sahibi oldu.
Belgeselin ismi Almanya’da yaşayan göçmenler için önemli bir yazar olan Aras Öner’in şiirinden geliyor. Üç kuşağın müzik ve eğlence sektöründeki yaşamını konu alan belgesel etkileyici karakterleriyle izleyiciyi sürüklüyor.
Yönetmen Cem Kaya ile “Aşk, Mark ve Ölüm”, sinema yolculuğu üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Siz de Almanya doğumlusunuz. Bu proje nasıl oluştu? Yani Almanya’daki Türk diasporasını müzik üzerinden anlatmak fikri nasıl gelişti? Sizin kişisel hayatınızla ilgili ortak bir kesişimi var mıydı?
2014 senesinde arkadaslarim İmran Ayata ve Bülent Kullukçu “Songs of Gastarbeiter” isimli bir toplama CD çıkardılar ve bize Almanya’da Türkiye’den bağımsız bir kültürün gelişmiş olduğunu hatırlattılar. O dönem konu çok revaçtaydı, bana da konuyla ilgili farklı yerlerden film çekme teklifleri geliyordu. Sonra belgeselimizin diğer senaristleri Mehmet Akif Büyükatalay ve Ufuk Cam ile tanıştım ve üçümüzün de aynı proje üzerine çalıştığımızı fark ettik. Güçlerimizi birleştirip beraber yapalım dedik ve işe koyulduk. Filmin hepimizin kişisel hayatlarıyla bağı var elbet, Almanya’da büyüyen herkes filmin içinde kendine ait bir şey bulabiliyor. Hepimiz bu kültür içinde büyüdük.
“Aşk, Mark ve Ölüm”de Cem Karaca’dan Yüksel Özkasap’a İsmet Topçu’ya kadar bu isimleri nasıl seçtiniz? Yaşayan sanatçılara ulaşmada sorun yaşadınız mı? Belgeselde kimler yer almalı dengesi nasıl kuruldu?
Geniş bir konuyu ve zaman dilimini ele aldığınızda odaklanabileceğiniz konu içinde bir konu bulmanız gerekiyor, yoksa dağılır ve hiçbir şey anlatmamış olursunuz. Bizim odak noktamız kendini Almanya ile ilişkilendiren şarkılar ve türküler oldu. Ayrıca arşivlerde bulduğumuz görüntüler de yönlendirdi bizi. Böylece sanatçı seçimimiz çok zor olmadı. Aşık Metin Türköz Almanya üzerine türküler besteliyordu, Yüksel Özkasap yine hasret üzerine, Ozan Ata Canani Anadolu ezgilerini Almanca söylemeye başlamıştı, Cem Karaca bir adım ileriye gidip tamamen Almanca bir albüm çıkardı, Derdiyoklar İkilisi yari Türkçe yari Almanca ırçılık üzerine şarkılar söylüyorlardı, Muhabbet yine Arabesk tarzında Almanca şarkılar besteledi vs. Sanatçılara ulaşmakta hiç sıkıntı çekmedik, zira çoğunu zaten diger filmlerimden tanıyordum. Muhabbet ve Cavidan Ünal’ı mesela Arabeks’i çekerken de portrelemiştim ama filme girmemişlerdi maalesef. Kısmet “Aşk, Mark ve Ölüm”eymiş. Filmde bulunmasını istediğimiz ama çekim yapamadıgımız iki isim ise Berlin’de yaşayan Aşık Şahturna ve düğün müzisyeni arkadaşımız İlhan İçlek.
Bu belgeselin Almanya’daki yankısı nasıl oldu? Eski ve yeni kuşak özellikle?
Film çok beğenildi. Biz Türkiyelilerin toplumsal hafızasını tetikledi, tazeledi. Almanlar ise hayretler içinde hiç bilmedikleri bir tarihi izlediler. En olumlu tepki yeni kuşaklardan geldi, Almanya’daki kendi geçmişleri ile ilgili pek bilgileri yoktu, film bu konuları gençlerin de beğendiği bir dilde anlattığı için çok tutuldu.
“Aşk, Mark ve Ölüm”de günümüz müziğine kadar geliyorsunuz. Kartel kuşağı ya da eski kuşak ya da günümüzdeki kuşaklar arasındaki bakış açısı, ırkçılık karşısındaki tavır ve müzik üretme becerisi arasındaki farkları nasıl gözlemliyorsunuz?
Bizim kuşağımızda etrafta çok bilgi yoktu. Rap müziği yapmak isteyen gençler piyasada satılan albümleri dinleyerek, “Wild Style” gibi filmleri video kasetten izleyerek sanatlarını geliştirdi. İmkanlar kısıtlıydı ama enerjileri çok yoğundu. Gurbetçi gençliğin parası olmadığından break dance ve şarkı sözlerine yöneldiler çoğunlukla, graffiti için boya, Dj’lik için plak satın almak gerekiyordu, öyle bir para kimsede yoktu. Zaten ilk nesil bu iş hangi dilde yapılmalı tartışmasını da yaşadı, İngilizce, Almanca, Türkçe, Kürtçe? Bunlar gerçekten mevzuydu. Bir de tabii 80’ler ve 90’lar Almanya’sındaki ırkçılık ve buna karşı birikmiş bir öfke şarkıların içeriğini belirliyordu. Bu ama Amerika’da da benzerdi.
Yeni nesiller hip hop müziğini sentez türleriyle beraber ana akım müzik olarak yaşadı. Böylece bana göre daha geniş bir vizyona sahip oldular. Rap müzik her dilde ve ülkede vardı onlar büyüdüklerinde. Ayrıca internetin ve teknolojinin ilerlemesi ile beraber, bilgiye, stüdyo ekipmanına ve sanatçılara ulaşım kolaylaştı. Almanya’da günümüzde dinlediğimiz hip hop sanatçiları Fransa’dan çok etkilendi. Haftbefehl’in sevdiği, özendiği yegane sanatçı Fransız rapçi Booba’dır mesela.
Şarkı sözlerine göz atarsanız, yine ırkçılık, ayrıcalıklardan yoksunluk ve perspektifsizlikten ibaret olduğunu görebilirsiniz. İçerikler pek değişmedi diyebilirim.
Sizi bu belgeseli çekerken etkileyen şeyler neler oldu? Beklenmedik ya da düşündüğünüzün ötesine götüren?
Arşivlerde bulduğumuz bazı filmler bizi çok etkiledi ve filmin şeklini de değiştirdi. Projelerimizi yazarken arşivlere henüz ulaşımımız olmadığından nelerle karşışacağımızı ön göremiyoruz. Mesela filmde Rudi Carell isminde bir sanatçının 1970 senesinden misafir işçiler üzerine bir varyete şovu var. Çok çarpıcı bir yapım. Böyle bir görselin televizyonda yayınlanabileceğine inanamadık ve filme mutlaka girmesini istedik. Belgeselin en önemli görüntülerinden biri oldu.
Göç farklı bir olgu. Bir yere gittiğimizde o yere benzemeye başlasak da buradan bir şeyler götürüyoruz. Müzik de buna bir örnek. Ve orada bambaşka bir şey çıkıyor. Daha sentez. “Arabeks” belgeselinizi de hatırlayacak olursak müzik ile insan üzerine ne tür belgeseller göreceğiz ilerde?
Son on beş sene içerisinde popüler kültür üzerine üç film çektim. Kendimi tekrarlamamak adına belki bambaşka bir türe yönelebilirim. Ama şu an için bunun ne olacağını açıkçası ben de bilmiyorum.
“Arabeks” belgeselinizdeki motivasyonunuzla buradaki arasında hem tecrübe hem de çalışmanızda ne tür farklılıklar oldu?
“Arabeks” çektiğim ve yayınlanan ilk belgesel filmimdi ve televizyon için tasarlanmıştı. Elbette daha az tecrübeliydim ve bugün çeksem farklı çekerdim dediğim seyler var. Yine de geçen gün tekrar izlediğimde, bugün olusturduğum dilin temelini orada atmış oldugumu görüyorum. Bu dilin oluşumunda filmi beraber çektiğimiz ko-yönetmenim Gökhan Bulut’un ve kameramanımız Tan Kurttekin’in de büyük payları var. Onların bakış açıları ve mizah duyguları da filmi şekillendirdi.
“Arabeks”te önce mülakatları çekmiş ve kurgulamıştık ve ardından arşivlere yöneldik. Arşivleri anlatılan hikayeyi desteklemek amaçlı kullanmıştım. “Aşk, Mark ve Ölüm”de bu yöntemden vazgeçtim. İlk arsiv görüntülerini kurguladım, bulduğum filmler üzerinden hikayeyi anlattım, çekimleri sonradan yaptım. Bu yöntemin avantajı daha nokta atışı sorular sorabilmek ve söyleşi konuklarına hafızalarını tazeleyecek görüntüler izletebilmekti. Ayrıca filmin iskeletini kolayca oluşturmuş oldum.
Konuşan kafa formatından çok sıkılmıştım. “Aşk, Mark ve Ölüm”de konuşan kafa problemini geniş açılı lensler ve yoğun mizansenlerle kırmaya çalıştım. Filmin montajını da kendime engeller koymadan daha cesurca yaptım.
“Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması”nı ilk izlediğimde epey sevmiştim. Çetin İnanç ve Yılmaz Atadeniz hayranı olarak. Yaptığınız tüm belgeseller arşivcilikle kol kola. Tabii belgeselin tabiatı gereği de böyle. Arşivcilikte sizi zorlayan şeyler neler oldu? Ve bu zorluklara rağmen motivasyonunuz neydi? Hele ki Türkiye gibi arşiv konusunda sorunlu bir ülkede bunu gerçekleştirmiş olduğunuz için sizi ayrıca tebrik ederiz. Bize yeni bir arşiv kazandırdınız. ☺
Motör’ün çıkış noktası çocukluğumda Almanya’da videodan izlediğim Yeşilçam filmleriydi. Maalesef ben belgesele başladığımda video furyası çoktan geçmişti ve kasetlere ulaşılamıyordu. Filmleri önden izleyebilmek için koleksiyoncu arkadaşlara sordum ve sahaflara yöneldim. Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi’nin Mithat Alam Film Merkezi bize çok yardımcı oldu. Evet Türkiye’de arşiv konusu sorunlu ama yine de aradığımız filmlere ulaşabildik ve ardından yapım şirketlerinden filmde kullanmak istediğimiz parçaların temiz görüntülerini de sağladık. Sağ olsunlar bizi her aşamada çok desteklediler. O anlamda çok şanslıydık.
“Motör” ve “Aşk, Mark ve Ölüm” arasında bulduğum bir bağ var. Kopya ya da benzerlik üzerinden işleniyor iki eseriniz de. Ve kopyayı zaten bir üretim olarak görüyorsunuz. Orijinal olana övgüyü biraz abartılı buluyorsunuz ki katılıyorum. Bu konu bana Andre Gide’nin “Söylenmesi gereken her şey zaten söylendi. Fakat kimse dinlemediğine göre tekrar söylenmesi gerek.” sözünü hatırlattı. Bunu bir öğrenme biçimi olarak mı görüyorsunuz? Aidiyet mi? Kendine ait olanı yaratma çabası olarak okunabilir mi?
Kopyalamak, bir eserin benzerini üretmek bir sanatı öğrenirken ve sonrasında da her daim yapılır zaten. Özgün olarak algıladığımız eserler de farklı yerlerden esinlenerek yaratılmışlardır. Kimse ilahi ilhami gökten almaz, dehalar dahil. Sinemada Star Wars üzerinden düşünürsek, Çetin İnanç Dünyayı Kurtaran Adam’da Star Wars’i kopyalamış deniyor. Peki George Lucas çok orijinal bir eser olarak algıladığımız Star Wars’u kimden kopyalamış? Akira Kurosawa’nin The Hidden Fortress filmi, Flash Gordon serisi, Metropolis filmi, İkinci Dünya Savaşı filmleri, John Ford western’leri vs. Kurcalarsanız çok daha fazlası. Zaten film Joseph Campbell’in The Hero with a Thousand Faces’de analizini yaptığı ve Hollywood yazarlarının içsellestirdiği kahramanın yolculugu formülünü kullanıyor. Böyle baktığımızda iki filmin de uzaktan yakından orjinallikle alakası yok, bize sadece yeni ve farklı yorumlar sunuyorlar. Ben ikisini de başarılı ve orijinal buluyorum. Benim için önemli olan orijinallikten ziyade yorum.
“Motör”de de oradaki öğrenme şeklini dile getirirken kopyalanması, Türkiye’den Almanya’ya giden işçiler arasında da Türkiye’nin sanat güneşi ya da popüler isimlerin kopyalanması şeklinde yeni bir üretim ve hayat bulması paralelliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok popüler sanatçılar zaten hep taklit edilir. Elvis Presley taklitlerini düşünün mesela, farklı ülkelerde varlar sadece Amerika’da değil. Ya da sadece cover şarkılar çalan gruplar mesela. Eskiden Almanya’da çok özlenen sanatçılar konser turneleri için sadece büyük kentlere senede bir ve az sayıda gelirlerdi. Onları canlı dinleme şansınız kısıtlıydı. Belki de bu yüzden burda o sanatçıların benzerleri çıktı. Berlin’de Mustafa Çetinol vardı, Berlin’in Orhan Gencebay’i olarak geçiyordu ve gerçekten Orhan Gencebay hayranları onu dinliyorlardı. Berlin’in tanınmış müzisyenlerindendi. Hatta Ferdi Tayfur şarkıları da söylüyordu. Türkiye’de bile Orhan Gencebay’ın sesiyle Ferdi Tayfur şarkısı dinleyemezsiniz, bu açıdan bence çok başarılıydı.