2025’in Nisan ayına girerken Türkiye yalnızca siyasal değil kültürel anlamda da çalkantılı bir dönemden geçiyor. 15 milyon oyla cumhurbaşkanı adayı seçildiği açıklanan Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanması ülke genelinde geniş çaplı protestolara ve tartışmalara yol açtı. Gözaltılar, yürüyüşler, etkinlik iptalleri ve sosyal medya çağrıları birbiri ardına gelirken kültür sanat alanı da bu atmosferden bağımsız kalmadı. Özellikle birçok sanatçının ve insanların büyük medya kuruluşlarına, markalara ve etkinliklere karşı aldıkları tavır “boykot” kavramını yeniden gündeme taşıdı. Bu gelişmeler bir kez daha şu soruyu sormamıza neden oldu: Sanat yalnızca bir anlatı aracı mı yoksa toplumsal reflekslerin ve tepkilerin yankı bulduğu bir alan mı?
Sinemanın geçmişten bugüne yalnızca bir eğlence biçimi değil aynı zamanda bir vicdan alanı olarak da işlediğini görüyoruz. Bu vicdani duruşun biçimlerinden biri de sessizliktir. Bazı sinemacılar için boykot daha yüksek sesle konuşmak değil bilinçli bir şekilde geri çekilmek, gösterime katılmamak, üretimden uzak durmak ya da salonları terk etmektir. Sessizlik burada bir korku değil, bir duruş biçimidir. Öte yandan sinemadaki boykot tutumu asla sadece “susmakla” sınırlı kalmaz. Tam tersine daha yüksek sesle konuşmak, görünür olmak ve protestoyu doğrudan beyaz perdenin merkezine yerleştirmek biçiminde de karşımıza çıkar.
1968 Cannes Film Festivali bu açıdan bir milat sayılabilir. Jean-Luc Godard, François Truffaut, Louis Malle ve Claude Lelouch gibi Fransız Yeni Dalga’nın önde gelen sinemacıları Fransa’daki öğrenci ve işçi ayaklanmaları sırasında festivali devam ettirmenin ahlaki olmadığını savundu. O yıl Cannes fiilen durdu. Sinema belki de ilk kez o yıl beyazperde yerine sokağın tarafında pozisyon aldı. Bu bir festivalin iptal edilmesinden çok daha fazlasıydı: Sinemanın konforlu salonlarda değil aksine toplumsal vicdanda yankı bulması gerektiğini hatırlatan bir tavırdı.
Bir başka unutulmaz örnek ise Marlon Brando ile 1973 Oscar töreninde yaşandı. The Godfather ile En İyi Erkek Oyuncu ödülüne layık görülen Brando ödülünü reddetti. Törene kendisi yerine Sacheen Littlefeather adında bir Yerli Amerikalı aktivisti göndererek Hollywood’un Amerikan yerlilerine karşı ayrımcı tutumunu protesto etti. Brando’nun sergilediği bu duruş yalnızca Akademi’ye değil sinema sektörünün sistematik önyargılarına karşı yapılmış bir çağrıydı.

Benzer şekilde İngiliz yönetmen Ken Loach, İsrail’in Filistin politikalarına tepki olarak İsrail’deki film festivallerine katılmayı reddetti. 2009 yılında “Looking for Eric” filminin Melbourne Film Festivali’nden çekilmesini istedi çünkü festival İsrail hükümetinden sponsorluk alıyordu. Bu tür eylemler sanatçının üretim kadar dağıtım ve temsil alanlarını da kontrol etme çabasını yansıtıyordu.
Şimdi rotayı başka bir yere çevirelim… İran’da sinema yapmak yalnızca bir sanat pratiği değil çoğu zaman doğrudan bir direniş eylemi anlamına gelir. Ülkenin içinde bulunduğu rejim yapısı sebebiyle sansür, baskı ve ağır yaptırımlar altında üretilen filmler sadece içeriğiyle değil varoluşlarıyla da politik bir anlam taşıyor. Bunun en güçlü örneklerinden biri yönetmen Jafar Panahi’nin rejim karşıtı filmleri nedeniyle ev hapsi almasına rağmen ve kamera kullanması yasakken “This is Not a Film” adlı belgeselini bir USB belleğe kaydedip Cannes’a ulaştırdı. Bu film teknik olarak bir “film” bile değildi ama tam da bu haliyle sinemanın ne kadar esnek, dirençli ve sınır tanımaz bir ifade biçimi olduğunu gösterdi.
2018 yılında Roma filmiyle Altın Aslan kazanan Alfonso Cuarón o dönem Netflix’in sinema salonlarıyla yaşadığı dağıtım krizinde geleneksel gösterim zincirlerinin tutumunu eleştirdi. Festival jürilerinden bazıları dijital platformlarda yayınlanan filmleri “gerçek film” olarak görmemeyi seçtiğinde Cuarón ve birçok yönetmen bu tavrı açıkça protesto etti. Böylece sinemada boykot yalnızca siyasi değil endüstriyel düzeyde de varlığını hissettirdi.
Öte yandan bazı boykotlar direkt seyircilerin kendisinden de geliyor. 2023’te J.K. Rowling’in açıklamaları sonrası birçok izleyici Harry Potter evrenine ait yapımları protesto etti. Aynı dönemde Woody Allen, Roman Polanski gibi isimlerin eserleri yönetmenlerin özel hayatlarına dair tartışmalarla birlikte izleyici nezdinde “boykotlanma” sürecine girdi. Bu da bize seyircinin sinema üzerindeki etik etkisini gösteriyor.
Tüm bu örnekler sinemada boykotun yalnızca “karşı çıkmakla” sınırlı bir refleks olmadığını kanıtlıyor. Boykot aynı zamanda bir sorumluluk biçimidir. Kimse kimseyi izlemek, desteklemek ya da savunmak zorunda değil ancak bir tepki olarak boykotun gücü onun hangi değerleri önerdiğiyle de ilgilidir. Bu nedenle mesele yalnızca neyin gösterilmeyeceği değil, neyin gösterilmesi gerektiği üzerine de düşünmeyi kaçınılmaz hale getirir.

Yazının en başından itibaren ele aldığımız konuları toparlayacak olursak; sinema yalnızca anlatılar üretmez aynı zamanda sessizliğin de haykırışların da aracı olur. Beyaz perde bazen kapanır bazen açılır ama her durumda orada toplumsal hafızanın, vicdanın ve değişim arzusunun izleri kalır. Boykot yalnızca bir şeyleri durdurmak için değil, yeni şeylerin kıvılcımını ateşlemek için de tercih edilir. Bu nedenle sinema sadece bir sanat formu değil, direnmenin ve yeniden inşa etmenin alanıdır. İşte tam da bu sebeple sinema bugün hala umut taşır. Usta Macar yönetmen Béla Tarr’a bir gösterim sonrası bir izleyici Werckmeister Harmonies filmi üzerine “Peki ama umut bu filmin neresinde?” diye sorar. Tarr ise kısa ve sarsıcı bir yanıt verir: “Umut, bu filmi izlemiş olmanızdır.” Belki de en sade haliyle sinemanın taşıdığı umudu tanımlayan cümle budur. Karşı çıkmak, sorgulamak, izlemek ve unutmamak… Tüm bunlar sinemanın asıl gücüdür ve her açılan beyaz perde sadece bir filmi değil, yarına dair inancı da gözler önüne serer.